« ABD, Akıllı Tasarım'ı Tartışıyor | Ana Sayfa | Agnostik Aklın İlkeleri Üzerine... »

October 20, 2005

Bir Ateistin Yanılgıları

Sitenin düzenli okurlarından Ataman Ertuğrul, son günlerde eklediği bir dizi uzun yorumla Allah inancına ve ilahi dinlere karşı bazı itirazlar dile getirdi. İtirazların üslubu ve tarzı pek hoş olmasa da, içeriği nedeniyle Sayın Ertuğrul'a teşekkür ediyorum. Çünkü bu içeriği oluşturan klasik ateist argümanlar ile, gerçekte "ateist aklın" ne gibi yanılgılar, yargı bozuklukları ve çarpıtmalara dayandığını bizlere bir kez daha göstermiş oldu.

Gelin, Sayın Ertuğrul'un sitenin çeşitli sayfalarında yer alan yorumları üzerine birlikte düşünelim ve ateist aklın sorunlarını birlikte görelim.


Boşlukların Tanrısı?

Ateistlerin dine karşı olan itirazlarının çoğu, Allah'ın varlığını kabul etmeyişlerinin doğal bir sonucudur. Dolayısıyla ilk sorgulanması gereken, ateizmdir.

Bu inanca sahip olan insanların çoğunun zihninde ise, "insanların ilahi güçler atfettikleri olguların zamanla bilim tarafından açıklanması" şablonu vardır. Sayın Ertuğrul bunu şöyle ifade etmiş:

Mistizm ve genel olarak din, her zaman bilimin ışığının henüz ulaşmadığı kuytulara sığınır; bilimin ışığı üzerine düştüğünde de sığınacak baska bir kuytu bulur.

Bu argüman İngilizce'de "God of the gaps" (Boşlukların Tanrısı) diye bilinir. Argümana göre, insanlar bilim yoluyla açıklayamadıkları, yani "boşlukta" kalan doğa olayları için "tanrının işi" demekte, ancak bilim ilerledikçe boşluklar dolmaktadır. Bilim bir gün her şeyi açıklayacak, böylece hiç boşluk kalmayacak, ateizm tam egemen olacaktır.

Ancak bu argüman iki yönden yanlıştır.

Birincisi, bilimin bir olguyu doğa olayları ile açıklaması, aslında o olgunun ilahi bir niteliği olmadığını göstermez. Örneğin cisimleri yere düşüren "yerçekimi"ni ele alalım. "God of the gaps" argümanına göre eskiden insanların "tanrının cisimleri yere çekme kanunu" gibi bir isim verdiği bu güce bilim "yerçekimi" demiş, böylece "boşluğu doldurmuştur." Oysa gerçekte burada yapılan sadece bir "isim değişikliği"dir. Aradaki fark, yerçekiminin seküler bir terim olmasıdır. Böyle bir gücün neden var olduğu sorusu ise felsenin alanına girer ve buradan hala teolojik (ilahiyata dayalı) bir yorum yapılabilir.

Dahası bir de neden yerçekiminin tam da mevcut değerinde olduğunu düşünmek gerekir: Yerçekimi daha kuvvetli veya daha zayıf olabilecek iken, neden mevcut şiddetindedir? Farklı şiddette olsa, evren farklı bir yer olur muydu? Bu, bilim dünyasında son 30 yıldır araştırılan bir konudur ve araştırmayı yürüten bilim adamları çok ilginç bir sonuca varmışlardır. Sadece yerçekimi değil, evrendeki tüm fiziksel güçler, dahası elementlerin kimyasal özellikleri, insan yaşamı için olması gereken en ideal değerdedir. "Anthropic Principle" olarak bilinen ve çoğu bilim adamının ateizme karşı güçlü bir argüman saydığı bu önemli bilimsel görüşü, Gerçeğin Peşinden Gitmek [Murat Belge ve Kopernik] başlıklı yazımda biraz daha açmıştım.

Bu nedenledir ki, eğer evrendeki tüm olgular için fiziksel açıklamalar bulunsa bile, aslında teizmin (Allah'ın varlığı görüşünün) rasyonel kanıtları ortadan kaldırılmış olmaz.

"God of the gaps" argümanının ikinci hatası ise, doğanın sadece işleyişinin değil, kökeninin de doğal etkenlerle açıklanabileceğine dair, erken ve son derece dayanaksız bir öngörüyle yola çıkmasıdır. Bir başka deyişle, bu argümanın sahipleri, evrenin ve canlıların nasıl ortaya çıktığı sorusunun, doğal etkenlerle cevaplanabileceğine, ortada böyle bir kanıt olmamasına rağmen inanmaktadırlar.

Eğer canlılık hakkındaki bilgimiz arttıkça, onun doğal etkenlere indirgenebilir olduğu yönündeki veriler de artsaydı, o zaman "God of the gaps" argümanının bu ikinci yönünü inandırıcı bulabilirdik. Oysa son 100 yıldır olan, bunun tam tersidir. Canlılık hakkındaki bilgimiz arttıkça, onun daha önceden hayal bile edilmeyecek kadar kompleks olduğunu ve bu kompleksliğin doğal süreçler ve rastlantılar ile üretilmiş olamayacağını görüyoruz. Zaten Akıllı Tasarım teorisi de bunu gösteriyor ve bu nedenle bilim dünyasında giderek güçleniyor. Teorinin önde gelen kuramcıların Michael Behe ısrarla "bu teori, bilmediklerimize değil, bildiklerimize, hücrenin içinde son 30 yıldır keşfettiklerimize dayanıyor" der.

Dolayısıyla bilim canlılığı inceledikçe "boşluklar" küçülmemekte, aksine büyümektedir.

Özetle, bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmenin, bir "God of the Gaps" argümanı olduğu şeklindeki klasik ateist görüş, bilimsel yönden dayanaksızdır. Bu görüşe inanılabilir tabi; ama dayağı bilim değil, bilimden bağımsız bir dogma olarak ateizmdir.


Ruha Materyalist Bakış

Ataman Ertuğrul'un yazdıkları, kendisinin sözkonusu ateizme kararlı bir şekilde inandığını, "iman ettiğini" gösteriyor. İnançlar serbest tabi.... Ama Sayın Ertuğrul'un inanmakla kalmayıp başka bir şey daha yapıyor: İnandığı dogmayı, hakikatin kendisi gibi gösteriyor. Sonra da buna dayalı "ahkam kesme" işine giriyor.

İşte din hakkında yaptığı yorumların çoğu, bu şekilde işleyen bir mantığa dayalı. Materyalizme (sadece maddenin varlığına) ilk baştan iman ettiği için, madde-ötesi her şey, onun gözünde zaten bir hayal. Başka türlü olması mümkün değil. Örneğin ruh meselesini tartışmaya şöyle girmiş:

Bir ruhun varlığı saçma bir varsayımdır. Ölmez bir ruhun varlığı daha saçma bir varsayımdır.

Neden saçma bir varsayım? Çünkü materyalizm öyle söylüyor... Peki ama Sayın Ertuğrul gibi materyalizme baştan iman etmiş olanlar değil de objektif düşünen insanlar üstteki iddiayı neden kabul etsin?

Bu konuda bir-iki argüman önü sürmüş Sayın Ertuğrul. Ruh ile madde arasındaki ilişkinin açıklanamaz olduğunu söylemiş — ki bu doğru — ama bu, ruhun var olmadığını göstermiyor.

Bir de şöyle demiş: "Ben ruhumu görmüyorum, ben ancak cismimi biliyorum ve hissediyorum."

Bunun üzerine şu soru sorulabilir: "İyi ama, cisminizi gören ve hisseden 'SİZ' kimsiniz?"

Teolog-yazar C.S.Lewis'in ünlü bir sözü vardır; "sizin bir ruhunuz yok, siz zaten ruhsunuz. Bedeniniz var" diye... Acaba gerçeğin tarifi böyle olmasın?....

Sayın Ertuğrul buna elbette itiraz edecektir — çünkü bu materyalizme aykırıdır. Materyalizm, bilincin insan beyninin bir fonksiyonu olduğunu ileri sürer. Öne sürmek kolay tabi, ama bunun inanılır kılınması için, bilincin beyne indirgenebilirliğini göstermek gerek. Oysa bilinç sorununu araştıran bilim adamları bunu yapamıyorlar. Beyinde görme merkezi, işitme merkezi, dokunma merkezi gibi parçalar var; ama bunlarda yapılan, duyu organlarından gelen bilgilerin analiz edilmesinden ibaret. Mesela görüntü merkezi, gözden gelen sinyalleri alıp birleştiriyor. Ama görüntü merkezi "görmüyor" ki... Video kameradan gelen sinyalleri kaydeden bir "recorder"ın bunları "görmüyor" oluşu gibi...

Gören, duyan, düşünen varlığın, yani bilincin ise beyinde bir adresi bulunabilmiş değil. Bu adresin pek ala "ruh" olabileceğini düşünen bilim adamları da var. (Örneğin Jeffrey Schwartz )

Bilinci açıklamak için materyalist çabalar da sürüyor elbette. Ama ortada bir sonuç yok. Durum bu iken Sayın Ertuğrul'un "ruhun varlığı saçma bir varsayımdır" diye "ahkam kesmesi", bir gerçeğin değil sadece kendi dogmatik inançlarının ifadesi.


Ahirete Dair

Sayın Ertuğrul, materyalizmi temel alan çıkarımlarını ahiret konusunda da sürdürmüş. "Bir cennet, bir ahiret umudu hayaldir, hayal ürününden başka bir şey değildir" demiş örneğin.

Peki nasıl emin olabiliyor hayal olduğuna? Oraya gidip gördü, öyle bir şeyin olmadığını tespit etti ve "evet bunlar hayalmiş" mi dedi? Yani bu bilimsel bir iddia mı?

Elbette hayır. Ahiretin var olmadığında ısrar etmenin bilimsel bir dayanağı yok. Bu bilimin alanına girmiyor çünkü. Bu konudaki ısrarın tek dayanağı ise, materyalist felsefe.

Gerçekte ahiret ve cennet bir "vaad"dir. Bunun hayal olduğunu ispat etmek de, gerçek olduğunu ispat etmek de mümkün değildir. Eğer bir insan Allah'ı kabul ediyor ve İlahi dinlerin de O'nun vahyine dayandığına kanaat getiriyorsa, ahirete de inanabilir. Hiç kimsenin de buna "hayale inanıyorsunuz" deme hakkı yok; sadece "ben inanmıyorum" diyebilir. Sayın Ertuğrul da bunu demiş durumda sadece.


Dinler ve Tarih

Sayın Ataman'ın ilahi dinler aleyhindeki argümanlarının önemli bir bölümü, tarihle ilgili. Dinlerin tarih içinde politik ve sosyolojik şartlara göre yayıldığını anlatıyor. Bu ise, elbette, büyük bir sır değil ve buna itiraz eden de yok. Ancak sayın Ataman'ın bu gerçekten yola çıkarak yaptığı yorumlar yanlış.

Bu yorumlardan ilki, dinler tarih içinde çeşitli şartlar uyarınca yayıldıklarına göre, her insanın dine eşit biçimde ulaşma şansının olmadığı ve bunun bir adaletsizlik oluşturduğu yönünde. Eğer insanlar sorumluluk yönünden de eşit olsalardı, Sayın Ataman'ın yorumu ciddiye alınabilirdi. Oysa başta İslam olmak üzere, ilahi dinler, insanların sorumluluk yönünden eşit olmadığını, kendilerine ulaşan dini mesajdan sorumlu tutulacaklarını, ulaşmayan bir mesajdan ise sorumlu tutulmayacaklarını açıkça bildiriyor.

Örneğin Kuran'daki "Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir" (28/59) ayeti, bir peygamberle muhatap olmayan toplumların cezalandırılmayacağını bildiriyor. Öte yandan yine Kuran'da, cehenneme giden insanlara "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" dendiğini onların ise "Bize gerçekten bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık" cevabını verdikleri bildiriliyor. (67/8)

Dolayısıyla ilahi dinlerle muhatap olmamış veya doğru şekilde muhatap olmamış veya bunların çağrısı üzerinde düşünme fırsatı bulmamış insanların, bu dinlere tabi olmakla sorumlu olmadıkları sonucuna varılabilir. Sorumlulukları, çok daha genel ahlaki kıstaslarla sınırlı olabilir. Elbette bu ilahi bir karardır — ve en doğrusunu Allah bilir — ancak Kuran'daki bilgilerden böyle bir tahminde bulunabiliriz.

Sayın Ataman'ın dinler hakkında ikinci yanılgısı ise, şu cümlelerde kendini belli ediyor:

Hükümet yönetenler, işbaşında bulunanlar, sürekli olarak kavimlerin dinlerini tayin ederler. Gerçek din hiçbir zaman hükümdarın dininden başka bir din değildir. Gerçek Allah, ibadet edilmesini hükümdarın istediği Allah'tır. Rahiplerin hükümdarı yöneten arzusu, Allah'ın arzusu olur.

Burada, Marksist düşünceden de tanıdığımız "din iktidar aracıdır" söyleminin bir versiyonu var. Oysa Ataman'ın kafasındaki bu şablon gerçeklere uymuyor: Tarih, dini yönlendiren iktidarlarla dolu olduğu gibi, din adına iktidarlara başkaldıran dindarla da dolu. İnançlarından dönmedikleri için türlü işkencelere, katliamlara, baskılara maruz kalan böyle dindarların Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam tarihinde sayısız örneği var.


"Kötülük Sorunu" Hakkındaki Yanılgılar

Sayın Ertuğrul yorumlarında bir de "kötülük sorunu" üzerinde fikir yürütmüş. Özetle, "evreni ve yaşamı Allah yarattı ise, neden kötülük var" diyor. Aslında daha bunun gibi pek çok konuda "eğer Allah yarattı ise neden böyle" diye itiraz ediyor. Buradan ise, tahmin edilebileceği gibi, ateizme varıyor.

Oysa bu varışta, yanlış bir mantık örgüsü var. Biz bir Yaratıcı'nın varlığını evrendeki ve yaşamdaki tasarımdan anlıyor isek — ki anlıyoruz — bunların içinde yer alan ve bize yanlış gibi gelen unsurlardan yola çıkarak, "aa hayır, meğer bir Yaratıcı yokmuş" diyemeyiz.

Bunu bir örnekle açıklayalım: Issız bir adaya düşüp orada bir kitap bulduğunuzu düşünelim. Bir bakıyorsunuz bu kitap gayet karmaşık, girift bir roman. Romanı okuyup bitirdiğinizde, içindeki bazı unsurları anlaşılamaz veya çelişkili buluyorsunuz. Bunun üzerine "ilk başta bu romanın bir yazarı olduğunu sanmıştım, ama şimdi içindeki bu sorunlar nedeniyle ortada bir yazar olmadığı, romanın matbaadaki harflerin tesadüfen yanyana gelmesiyle ortaya çıktığı sonucuna varıyorum" diyebilir misiniz?

Böyle bir yorum elbette saçma olur. Romanın tam olarak anlaşılabilirliği ayrı bir mesele, bir yazar tarafından yazıldığı gerçeği ayrı bir meseledir.

Sayın Ertuğrul ise aynı saçma yorumu evrene ve yaşama uyguluyor. "Kötülük sorunu"ndan ateizme varıyor.

Oysa İslami yönden "kötülük sorunu"nun onun hiç göz önüne almadığı açıklamaları var. Kuran'a göre dünyanın kötülüklerden arınmış, mükemmel bir yer olması gerekmez. Aksine dünya kasten "sorunlu"dur ki, insanlar buraya hırsla bağlanmasın. Kuran'da insanların başına gelen kötülüklerin (cinayetlerin, işkencelerin, tecavüzlerin) Allah tarafından bu dünyada engelleneceği de söylenmez; bunun sorumlularının ve mağdurlarının ahirette (olumsuz ve olumlu) karşılık göreceği bildirilir. Sayın Ataman ahirete inanmadığı için bu açıklamayı tatmin edici bulmuyor elbete. Ama bu onun sorunu... İslam'ın "kötülük sorununa" bir cevabı var.

Meselenin bir de ilginç bir yönü daha var: Sayın Ertuğrul "kötülük sorunu" üzerinden ilahi dinlere saldırırken, materyalizmin "iyilik sorunu"ndan hiç söz etmiyor.

"İyilik sorunu" şu: Materyalizmin canlılığı açıklama yöntemi olan rastlantısal evrim teorisi ve onun en gelişmiş biçimi olan Darwinizm, yaşamın "yaşam mücadelesi" ile ortaya çıktığını ileri sürüyor. Bu mücadele, her bireyin bencil bir yaşam savaşı sürdüğünü öngörüyor. Dahası, böyle olmayan davranışların da "hayatta kalma değeri" taşımadığı için elenmesi gerekiyor. Çünkü eğer bir canlı fedakarlık yapıp kendini tehlikeye atıyorsa, aldığı risk yüzünden yaşama şansı azalıyor. Yani fedakarlık bir "aptallık". Öyle olduğu için de elenmesi gerekli.

Eğer bu teori doğru olsaydı, bugün hiç bir fedakar insan davranışı görmememiz gerekirdi; çünkü hepsi çoktan elenmiş olmalıydı. Oysa insanlık hayranlık verici fedakarlık örnekleriyle dolu. Yaşamını sadece başka insanlara iyilik yapmaya adayan hayırseverler, doktorlar, hemşireler, eğitimciler, din adamları vs. var. Ve bunların gösterdiği samimi "iyilik", Darwinizm ile açıklanamayan bir problem.


Kuran Hakkındaki Cehalet

Görünen o ki, Sayın Ertuğrul'un din hakkındaki önyargıları ile bilgisizliği, birbirini körüklüyor. Kuran ve Hz. Muhammed hakkındaki şu sözleri, bunun kanıtı:

[Allah] Kur'an ayetleriyle peygamberinin 40 yaşından itibaren ölümüne kadar gecen sürede bir dediğini iki etmemiş. Her şeyi Muhammed'in gönlüne göre vermiş.

Elbette bu alaycı sözlerle ima edilmek istenen, peygamberin Kuran'ı kendi isteklerine uygun bir biçimde yazdığı iddiası.

Oysa Kuran'da, bu kitabın hiç de peygamberin "gönlüne" göre sayılamayacak önemli hükümler vardır. Öncelikle çeşitli ayetlerde peygamber eleştirilir. Peygamberin, dini öğrenmek için kendisine gelen kör bir insana önem vermemesi, Abese Suresi'nde sert bir biçimde uyarılmıştır. Savaşla ilgili bir ayette, "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalancıları da öğreninceye kadar niye onlara izin verdin?" (9/43) denir. Diğer müslümanlardan ayrı olarak peygamberin üzerine farz kılanan özel gece ibadetleri (73/1-4) vardır.

Öte yandan ateistlerin sık dile getirdikleri bir konu olan peygamber evlilikleri konusunda, "bundan sonra (başka) kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek -güzellikleri senin hoşuna gitse bile- sana helal olmaz (33/52) ayeti, peygambere hiç de "gönlüne göre" olmayan bir sınır getirir.

Elbettte, tüm bunların yanında, peygamberin; gayet zengin ve itibarlı bir tüccar iken, 40 yaşından sonra, her türlü hakaret, saldırı, fakirlik ve ölüm tehlikesini getirecek bir "dava"ya adım atmış olması vardır. Buna adım atarken de, vahiy almasına karşın, ilk başta çekinceli davranmış, korkmuş ve bu yüzden "Ey bürünüp örtünen, kalk (ve) bundan böyle uyar" (74/1-2) diye ikaz edilmiştir.

Elbette bir ateist, Allah'ın varlığını baştan reddettiği için, peygamberin mücadelesini de ilahi olmayan bir amaç ve kaynağa bağlamaya çalışacak, bunun için argümanlar geliştirecektir. Ancak meseleye ateist bir önyargıyla değil de objektif bakan herkes, Kuran'ın "peygamberin gönlüne" değil, onun kişisel istek ve zaaflarını çok aşan bir amaca hizmet ettiğini görebilir.


Psikoloji Sorunu

Sayın Ertuğrul'un bir de Allah'ın tabiatı hakkında yorumları var. Bunlara girmiyorum, çünkü bir ateistin zaten inanmadığı Allah hakkında ürettiği spekülasyonlardan ibaret. Tek bir örnek vermekle yetineyim. Şöyle demiş:

Benim lehimde ancak pek az bir şey yapmak isteyen zatın "sonsuz kudret"i kaç para eder? Benim mutluluğuma karşı ilgisiz olan bir zatın iyiliği, sonsuz büyüklüğü nerede? Bana sonsuz bir iyilik yapabileceği halde sınırlı bir iyilik bile yapmak istemeyen bir zatın teveccühü benim neme yarar?

Ataman Ertuğrul bu bu soruları sorabiliyor, çünkü var. Varlığı da, aklı da, Allah'ın yaratması sayesinde. Dolayısıyla Allah ona karşı "ilgisiz" değil, aksine onu yoktan var etmiş. Her şeyini O'na borçlu.

Ama tabi Sayın Ertuğrul bu yaratılışı kabul etmiyor, materyalist bir evrime inanıyor. Dolayısıyla sonuçta mesele dönüp-dolaşıp "nasıl var olduk" soruya geliyor. Onun için diyorum, bir ateistin zaten inanmadığı Allah hakkında ürettiği spekülasyonlara girmeyeceğim, diye.

Ancak başka bir şey söyleyeyim: Ertuğrul'un üstteki ve buna benzeri sözleri, inanan insanların perspektifiyle oldukça "küstah" laflar. Normalde böyle bir üslubu onaylayıp sitede yayınlamazdım. Bu kez onayladım ki, Sayın Ertuğrul'un ve onun gibi düşünen ateistlerin nasıl bir psikoloji içinde oldukları görülsün. Çünkü aslında ateizmde, materyalist teoriler gibi rasyonel argümanların yanında, psikolojinin de büyük etkisi var. Bazen din ve dindarlar hakkında yaşanmış bazı kötü tecrübelerin anısı, insanları ateizme yöneltiyor. Örneğin Ahmet Altan'ın daha önce dikkat çektiğim "Cami ışıklarına bakan çocuk..." başlıklı yazısında, Altan'ın ateizme savrulmasında itici bir profil çizen bir din dersi öğretmeninin rolü olduğunu görebiliyoruz. Ama yine de Sayın Altan dine ve dindarlara karşı saygılı, ölçülü, "beyefendi" bir üslup geliştirebilmiş.

Ataman Ertuğrul'un bu "beyefendiliği" başaramamış olmasının nedeni nedir, diye sorulabilir. Kendisinin yaşamını bilmediğim için psikolojik durumu hakkında da bir yorumda bulunamıyorum elbette. Ancak Allah ve din kavramlarına karşı gösterdiği katı reddiyeciliğin ve onun altında hissedilen nefretin duygusal nedenlerini bence bir düşünmeli. Şimdilik kendisine daha az duygusallık, daha çok akıl ve objektiflik önermekten başka yapabilecek bir şey yok.

Bir de şunu söylemek gerek: Eğer öldükten sonra gideceği yerin girişinde kendisine "size bir uyarıcı gelmedi mi" diye sorularsa, "hayır" deme şansı giderek azalıyor.

Yazan: Mustafa Akyol Tarih: October 20, 2005 1:47 PM