BİLİM FELSEFESİ
Kelimeler: gerçeklik, fizik, araştırma, teori, model,
hipotez, gözlem, deney, araştırma projeleri, araştırma geleneği.
Bilim
Felsefesi Nedir?
Bu gün geçerli genel felsefi anlayış içinde kabul
edilebilecek en genel tarife göre bilim felsefesi, bilimsel araştırma
faaliyetleri çerçevesinde geliştirilen teori ve hipotezlerle gözlemlenen olaylar
arasındaki ilişkileri inceleyen bir felsefe dalıdır.
Bilimsel
araştırmalarda geliştirilen teorilerin üç önemli fonksiyonu vardır: 1) Bilim
adamları arasında, incelenen olaylarla ilgili ortak bir kavram sistemi ve lisan
oluşturmak, 2) Olayları bu lisanın kavramları ile sistematik bir şekilde
açıklamak, 3) Teori çerçevesi içinde kalan fakat daha önce karşılaşılmamış veya
gözlemlenmemiş olaylar hakkında öngörüler (prediction) yapabilmek.
Bilim
felsefesi, evrende meydana gelen astronomik ve fiziksel olayları sistematik bir
yapı içinde anlamak ve açıklamak için geliştirilmiş olan teorilerin
hipotezlerinin olaylarla karşılaştırıldıkları zaman ortaya çıkan problemlere
çözüm arama çalışmaları ile başlamış olan bir faaliyettir.
Bilim
felsefesinin özellikle son iki yüzyıl içinde ortaya çıktığına dair yanlış bir
anlayış mevcuttur. Halbuki bu alanda, bir teorinin yeni gözlemler yapılarak
olaylarla karşılaştırılması şeklindeki ilk ciddi faaliyet müslümanlar tarafından
başlatılmıştır. Daha Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin gelişmesinde büyük
rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın matematikçi ve
astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Batlamyus'un (Ptolemy)
astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabindaki verilerden
hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki
Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay
süren astronomik gözlemlerden sonra Batlamyus'un yıldızların ve diğer gök
cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdigi bilgilerin gerçeğe daha
uygun olduğunu tesbit etmişti.1
Batlamyus'un astronomik öngörülerinin
dayandığı modeline İslam bilginlerinden ilk tenkidler, Beyt-ül Hikme
astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla
da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan Ibn Heysem (965-1051)
tarafından gelmişti2. Ibn Heysem'in "Astronomi Üzerine" isimli eserinde şu
ifadeler bulunmaktadır:3
"... Batlamyus'un tamamen soyut olarak
tasarladığı dairelerin ve hayali noktanın hareketlerini aynı hareketleri taklid
eden küre veya düzlemsel yüzeyler üzerine yerleştireceğiz. Böylece de daha
hassas ve anlaşılması kolay bir model oluşturacağız...Bizim ispatlarımız, bu
ideal noktayı ve bu hayali daireleri kullanan ispatlardan daha sade
olacaktır..."
Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek
Batlamyus'un kullandığı eksantrik (merkezi bir doğru parçası üzerinde gidip
gelen) ve episaykıl (merkezi daha büyük bir daire çemberi üzerinde hareket eden)
daireler olmayan yeni bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı. 4
Fakat
Batlamyus'un eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini
açıklayan modeline en sistematik eleştiri, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile
Merakeş'te astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd
(1126-1198) tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Batlamyus'un modelinin gerçeklere
uymadığını, çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek
bir modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi
teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne sürmüştür:
5
"Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna
inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu
yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan
duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki
vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu
olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden
ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak
gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey
bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir
takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş
oluyorlar.”
İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul
edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine
dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik
prensipleri olmalıydı: 6
"Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi
geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda
fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus,
astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik
prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri
üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı
yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye
birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere
uymayan birşeydir."
İbn Rüşd, hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan bir
teori için 'zevahiri kurtarmak' tabirini kullanıyor.
Bilim felsefecisi
Pierre Duhem (1861-1916) ise burada İbn Rüşd'ü, Batlamyus ve onun gibi düşünen
Eski Yunan astronomlarının yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış
olmakla vasıflandırıyor ve bir bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin doğru
olmasının, yani gerçeklere uymasının gerekmediğini söylüyor. Bilim adamı için,
teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle uyuşmasının - gene kendi ifadesiyle
'olayları kurtarmasının' - yeterli olduğunu ifade ediyor. 7
Fakat İbn
Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci (1200’ler) olmak üzere
Endülüs’te ve Doğuda Meraga rasathanesinde Tusi (ö. 1274) gibi gökbilimciler
tarafından İslam dünyasında yeni astronomi çalışmalarının başlamasına yol
açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde ilk defa, bilim felsefecisi
Lakatos’un deyimiyle bir "araştırma programı"nın başlatılmasına öncülük
etmiştir8. Yeni astronominin kuruluşu da, Tusi’nin çalışmalarını incelemiş olan
Kopernik (1473-1543) tarafından tamamlanmıştır.9 İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı
görüşleri olmasaydı, yeni astronominin gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu
düşünmek gerekiyor.
Buna rağmen Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki
görüşleri daha sonra gelen bilim felsefecileri tarafından da kabul görmüştür. Ne
mantıksal pozitivistler, ne onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi
felsefeciler Duhem'in bilimsel teorilerle gerçeklik arasında bir ilşiki
olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine bir itirazda bulunmamışlardır.
Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik (verifiability) ve Popper'in
yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile Kuhn'un relativist ve
Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu bilim anlayışıyla
çelişmemektedir.
Bu anlayış geçtiğimiz yüzyılda bilim adamları tarafından
da benimsenmiş ve 20. Yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu bilim anlayışı üzerinde
gelişmiştir. Fakat daha 20. Yüzyılın ilk yarısında, halen fiziğin en gelişmiş ve
en başarılı iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ile Kuantum Teorisi'nin,
dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan bütün çabalarına rağmen
birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut fizik teorileriyle
gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir. Bu da ayrıca
ciddi olarak araştırılması gereken ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir
konudur.
------
1 Demirci, M. (1996). "Beyt-ül Hikme". İnsan
Yayınları. İstanbul, s. 128.
2 Bu konudaki referanslar için bakınız:
-
Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press, s.
26.
- Huff, T.E. (1993) "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and
the West." Cambridge U.P. s. 56.
3 Duhem, P. (A.g.e.), s. 27.
4 Duhem, P.
(A.g.e.), s. 29.
5 Duhem, P. (A.g.e.), s. 30.
6 Duhem, P. (A.g.e.), s.
31.
7 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.
8 Huff, T.E. (1993), "The Rise of Early
Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 54-61.
9
Kopernik’in, Tusi’nin çalışmalarından nasıl faydalandığı konusunda bilgi için
bakınız: Huff, T.E. (A.g.e.), s. 55-58.
7.9.07
Bilim Felsefesi
Gönderen Star Words zaman: 08:42 Bu yazıya verilen bağlantılar
Etiketler: BİLİM FELSEFESİ
19.8.07
İslam ve Bilim
İSLAM ve BİLİM
Dr. Ş. Kocabaş
1. Giriş
İslam
medeniyetinin bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar gerek müslümanlar
gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından tartışılagelen bir konudur.
Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen kararsız durumları onların,
insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı
olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Son iki yüzyılda günümüze kadarki ‘İslam ve Bilim’
tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz.
Bunlardan birincisi 19. yüzyılda başlayıp 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam
eden dönemde bazı istisnalar dışında Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin,
müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve
felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki
yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımın etkisini Bertrand Russell gibi tanınmış
felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz[1].
İkinci yaklaşım,
Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslam medeniyetini savunma
durumundaki bazı müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve
felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren,
hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre müslümanların bilim ve
teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzünülecek bir durum da
değildir.
Üçüncü yaklaşım gene bazı müslüman tarihçiler tarafından
geliştirilen, ve müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek
çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol
istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren
yaklaşımdır.
Dördüncü yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton[2] ve Huff[3] gibi
bazı batılı bilim tarihçilerinin, müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli
katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki
duraklamayı ve gerilemeyi sosyal, kültürel, iktisadi ve hukuki sebeplerle
açıklamaya çalışan yaklaşımdır.
Beşinci yaklaşım, müslümanların bilime
katkılarının İslam'la ilgisi olmadığını ve müslüman bilim adamlarının 8-12.
yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik bir anlayış
içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında
ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır[4]. Bu
yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya
çıkan din (Hristiyanlık) ve bilim ayırımını, ve bu zorunlu ayırım ile birlikte
ortaya çıkan tartışmaları derinlemesine bir kavramsal analiz yapmadan
gerçekliğin dini (= din-ül hakk) olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir
‘İslam / bilim’ ayırımı yapmak eğilimindedir.
Bizim yaklaşımımız ise bu
beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla
beraber, konuya temelden farklı yeni bir bakış açısı ve çözümleme getiren bir
yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda tafsilatlı bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından
inceleyelim.
Birinci yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz
uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hala,
kesin taraflı ve gerçekleri görmek istmeyen kişilerce savunulabilmektedir. Bu
görüşün neden yanlış olduğunu birazdan örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım
ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla bazı müslüman yazarlar
tarafından hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi (=
ilm) kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım,
bilimsel motivasyonla sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi şartlar arasındaki
bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir.
Biz bu yazımızda dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle
meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan 8-12. yüzyıllarda
öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma
döneminden sonra neler olduğuna eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci
yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz
gerekiyor.
Klasik dönemde müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü
olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne
derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor:
Ortaçağ Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden
uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki,
İslam'dan önce bilimle hemen hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının
bilim ve felsefe alanındaki bilinen bütün eserlerinin İslam'ı kabul ettikten
sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu dönemde müslümanların bilim ve
felsefe alanında böyle bir atılımı İslam'ın getirdiği bir motivasyon ve düşünce
yapısı içinde gerçekleştirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
Bu
dönemdeki müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer
toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin
İslam olduğunu söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal
değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu insanların
İslam’dan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar
nasıl bir dönüşüme uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hristiyan Avrupa'sı için
de sorabiliriz: Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan sonra nasıl
bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da göze
çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve
bu dönüşüm nasıl oluşmuştur?
Bazı Avrupalı bilim ve felsefe tarihçileri
bu sorulara cevap vermeden, Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan
aldığını tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform ile
bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya
çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski
Yunanlılardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu
iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların[5] eserleri bin yıldan fazla bir
süre ellerinde bulunduğu halde Ronesansı neden çok daha önce başlatamadılar?
Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için 1200 yıl daha beklemek zorunda kaldı?
Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı
düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi müslüman
düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar, veya bu eserler
böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değildi. Bu
iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu
söyleyebiliriz.
İslam düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe
alanında 12. yüzyıla kadar müslümanların, klasik bilimlerin her alanında
(matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta
ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre
içinde bir yandan eski Yunanlı ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle
incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metotlar
geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız.
Bu farklı
yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık kabiliyeti
gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı
ile ilgisi son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur[6]. İslam dininin
Klasik Devir'de müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana
getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı
temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz
atalım.
2. İslam'da Bilgi Kavramı
İslam'da bilgi (= ilm) kavramı
konusunda İslam tarihi boyunca gerek müslüman ve gerekse müslüman-olamayan
yazarlar tarafından çok şeyler söylenmiştir[7]. Bunları ayrıntıları ile
incelemek şimdiki çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir araştırma
için özellikle Kur’an’da bilgi kavramı ve ilgili diğer kavramlar üzerinde
dikkatli bir çalışma yapmış olmak gerekmektedir. Biz 1986 yılında Kur’an’da ilm
kelimesi üzerine 5-6 aylık kısa bir çalışma yapmıştık. İlgili ayetler[8]
üzerinde yaptığımız bu çalışmadan edindiğimiz bilgileri şöyle
özetleyebiliriz:
1) Her şeyden önce, Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı
gene Kitap'taki hakk (=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün
olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram olarak karşımıza
çıkarmaktadır. Bu açıdan bu günkü müslümanların ilm kavramı ile Kur’an’daki
kavram arasında kesin bir ayrılık görülmektedir.
2) Kur’an’daki ilm (=
bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde
olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dahildir.
3) Kur’an’da
ilm kelimesi, hakk (= gerçeklik) ile bağlantılı olduğundan doğru bilgi - yanlış
bilgi şeklinde bir sıfatlandırmaya yer vermemekte, buna karşılık ‘bilgisi var’
veya ’bilgisi yok’ anlamında kullanılabilmektedir. (Bakınız ayetler: En’am
6/108, En’am 6/119, Rum 30/29)
4) Kur’an’daki ilm kelimesinin kullanımı
insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir. İlgili
ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir bilgi (= ilm) ile kavrayabilecek
kabiliyette oldukları halde bunları kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml
27/84)
5) Kur’an’da Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş
veya kuşatmış (= vesia) olduğu belirtilmektedir ki bu, bilginin bütün bir uzaya
dağılmış olduğu manasına gelebilir. (En’am 6/80)
6) Kur’an’da ayrıca
‘Allah katından bir ilm’ ifadesi de geçmektedir ve bunun, bütün uzaya dağılmış
olan bilgiden ayrı bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf 18/65)
7)
Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir.
(Talak 65/12)
8) ‘Bilmek’ (= ‘alime) fiili hem tek tek insanlar hem de
‘bilen bir ulus’ ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir
(Bakara 2/230, En’am 6/97, A’raf 7/32).
9) Bilenlerle bilmeyenler bir
değildir. (Zümer 39/9)
Özet olarak aldığımız bilgi kavramı etrafındaki bu
kavramsal yapı, Kur’an’da daha geniş bir kavramsal örgünün sadece bir kısmını
oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve gerekliliği, insan olmanın
bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, kendi kabiliyetlerinin ve
sorumluluklarının nereye kadar uzandığını ancak bir bilgi ile idrak
edebilir.
Kur’an’da birçok ayette bilgi sahiplerinden büyük övgü ile
bahsedildiğini görüyoruz. Bunlardan sadece birkaçını
hatırlayalım:
“Göklerin ve yerin yaratılışında (= fi halkis semavati vel
ard), gece ile gündüzün gidip gelişinde anlayış sahipleri (= ulil elbab) için
işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken
Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (= ve
yetefekkerune fi halk-is semavati vel ard) [ve şöyle derler]: ‘Rabbimiz, bütün
bunları boşuna [hayal olarak] yaratmadın; Sen yücesin, bizi ateş azabından
koru!’” (Al-i İmran 3/190-191)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde, Allah’ı
(c.c.) hatırlamak göklerin ve yerin yaratılışı üzerine derinlemesine düşünmekle
(= tefekkür etmekle) bir arada ifade edilmektedir. Yani, Allah’ı (c.c.) anmak
nasıl bir kulluk görevi ise, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek de
bir kulluk görevi olmaktadır. Aşağıdaki iki ayette de bilen insanların Allah
(c.c.) katındaki durumlarını ifade edilmektedir:
“Kulları içinde
Allah’tan korkanlar (O’na en çok saygı duyanlar) alimlerdir (= innema yahşallahe
min ibadihil ulema).” (Fatır 35/28)
“Allah, kendisinden başka tanrı
(ilah) olmadığına şahiddir; O ve melekler, ve insaf üzere olan ilim sahipleri de
(= ve ulül ilmu kaimen bil kıst).” (Al-i İmran 3/18)
Görüldüğü gibi, bu
son ayette Allah (c.c.), kendisi ve meleklerle birlikte insaf sahibi alimleri
bir arada zikretmekle bilen bir insanın ne kadar değerli olduğunu bize
hatırlatmaktadır. Bir insan için bundan daha şerefli bir mevki
düşünülemez.
3. İlmin Önemi ve Gerekliliği
Galaksilerin ve hatta
güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne alındığında halen küçük bir
gezegen üzerinde sınırlı bir zaman ve mekan içinde yaşayan insanı yüz
milyarlarca galaksiyi içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey
nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya verilebilecek cevap şu
olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın (c.c.) ona yarattıkları içinde üstün
bazı özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın sahip olduğu
üstün bir öğrenme ve düşünme kabiliyetini belirtmemiz gerekiyor, ki insan bu
kabiliyetini kullanarak gerçeklikle bağlantı kurabilir.
İnanan insan
açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl
yönetmektedir?’ Buna bağlı bir diğer soru da şudur: ‘İnsan zihni acaba Allah'ın
gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?’ Okuyuculara belki sürpriz
gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı olduğu gibi, ikinci sorunun da
cevabı ‘evet’dir. Bu soruların cevapları Kur’an’da şöyle
verilmektedir:
"Onlar göklerin ve yerin yönetimi üzerinde ve Allah'ın
yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi? (= evelem yenzuru fi
melekutis-semavati vel ard)." (A’raf 7/185)
"Allah O'dur ki, yedi göğü ve
yerden da onun mislini yarattı; emr bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her
şeye gücü yeter olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ilm ile kuşatmış
olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)
Görüldüğü gibi yukarıdaki ilk ayette
insanlar, göklerin ve yerin yönetimi, yani bunlarda meydana gelen olayların
hangi nizam ve prensiplere bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik
düşünmeye sevkedilmektedir. Bu ayetteki yenzuru fi ifadesi hem gözlem hem
düşünme manalarını ihtiva etmektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde
‘nazariye’, yani ‘teori’ kelimesi buradan türetilmiţtir. Buna göre nazara fi
ifadesi sistematik gözleme dayalı düşünme faaliyeti olarak
anlaşılabilir.
İkinci ayette ise ‘göklerin ve yerin yönetimi’nde temel
kavram olarak ortaya çıkan emr kavramının ilm kavramı ile nasıl yakından ilgili
olduğunu görüyoruz. Bu ayetteki ‘bilesiniz’ ifadesi, ile Allah'ın (c.c.), emri
ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun
insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır.
Dikkat edilirse
yukarıda geçen: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ sorusu daha dar bir
anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da sorusudur[9]: Tabiatta
düzenli olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Tabiatta görülen
bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır? Bu konuya aşağıda tekrar
döneceğiz.
İşte İslam medeniyetinin klasik döneminde müslümanlar, bu
motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları alemi anlamaya yönelmişlerdir.
Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi, zooloji, botanik gibi bilimlerle ve
felsefeyle uğraşmalarının temelindeki gaye budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve
düşünmeye verilen önem, aslında insana verilen önemin bir işaretidir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla müslümanlara ilmin önemini, öğrenmeyi ve
düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar da kendilerinden önceki kültür ve
medeniyetlerin eserlerini de inceleyerek 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları
eserlerle Avrupa'da diğer insanlara içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl
düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne yazık ki müslümanlar, kavram sistemlerinde
meydana gelen bozulmalara bağlı olarak 12. yüzyıldan itibaren bilim konusundaki
motivasyonlarını giderek kaybetmişler, bunun sonucu olarak da, daha sonraki
yüzyıllarda bilim alanındaki faaliyetleri azalmış ve durmuştur. Öğrenme ve
araştırma geleneği açısından müslümanların bu gün içinde bulundukları durum
klasik dönem İslam medeniyetiyle büyük bir tezat teşkil etmektedir. Bir dizi
diğer kavramın bozulmasıyla birlikte bilgi (= ilm) kavramı da önemini kaybetmiş,
bunun yerine başka bazı kavramlar önem ve öncelik kazanmıştır.
4. İslamda
Bilgi ve Bilim Motivasyonu
Klasik dönem İslam uygarlığında ilm kavramının
önemi konusunda meşhur şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir[10]:
‘Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam
uygarlığındaki kadar merkezi bir önem taşıdığı - şimdiki Batı uygarlığı da dahil
- başka bir uygarlık olmamıştır.’
Denilebilir ki, doğru düşünme, doğru
bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine
gelişir. Doğru düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı
sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise
doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin gelişmesinde,
bunun üzerine kurulduğu kavramlar yapısının etkisi büyüktür.
İslam'ın
doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta bunun bir araştırma
ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre
içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha
Medine döneminde başlamıştır. Hicretten kısa bir süre sonra müslümanlar
çocuklarının düzenli eğitimi için Medine’de bir okul açmışlarıdır. İşte bu
öğrenme kampanyası daha sonra da müslümanların, savaşlarda ele geçirdikleri
esirleri kendi çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma
gibi, o zamana kadar hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı[11]. Bu dönemde
müslümanlar öğrenmeyi, ilm sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (ibadet)
saymaktaydılar.
Bu tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak
gelişen öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıldan kısa bir zaman
süresi içinde, Emeviler zamanında sonuçlarını vermeye başladı. Bu bilimsel
gelişme daha sonraki Abbasiler döneminde (750-1254), özellikle de Abbasi
hükümdarı Harun Reşid zamanında kurulan Beytül Hikme ile daha da güçlenerek
devam etti[12]. Adeta bir bilimler akademisi gibi çalışan ve bilim tarihinde
müstesna bir yeri olan bu müessesede, masal ve şiir kitaplarından tıb, geometri,
astronomi, mantık ve felsefeye kadar eski kültürlerin bütün eserlerinin
Arapça’ya tercüme edildiği bu merkez, çok kısa zamanda orijinal bilimsel
çalışmaların merkezi haline gelmişti.
Emevi prenslerinden Halid bin Yezid
(665-704), Horasan'lı Cabir bin Hayyan (y 721-805), Zünnun-u Mısri (ö. 860),
Razi (860-925), İbni Sina (980-1037) ve El Mecriti'nin (ö. 1007) modern kimyanın
temeli sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha sonra fizikte
Kindi (y 796-872) ve gene fizikte optik alanındaki araştırmaları ile bilinen
İbni Heysem (y 965-1051); Matematikte Harezmi (y 780-850) ve Sabit bin Kurra (y
834-901); zoolojide Cahiz (y 776-869); astronomide İbni Heysem (y 965-1051),
Beyruni (y 973-1051), Zerkali (1029-1087), Nasreddin Tusi (ö. 1274) ve İbni
Şatır (ö. 1375); tıpda Razi (y 864-925) ve İbni Sina (y 980-1037); ve tıp, fizik
ve felsefede İbni Rüşd (1126-1198) gibi müslüman bilginleri bu dönemin önde
gelen isimleri arasında sayabiliriz[13]. Bu dönemde müslümanların kimya, fizik
ve matematik alanındaki önemli katkılarına kısaca bir göz atalım.
Kimya
biliminin gelişmesine müslümanların katkısı birkaç bakımdan önemlidir.
Birincisi, ilk defa Cabir bin Hayyan'ın eserlerinde görüldüğü gibi, müslümanlar
kimyasal cisimlerin, bir dizi temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden
meydana geldiğini, ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu
temel özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda tekrar birleştirilebileceğini
ve böylelikle yeni cisimler meydana getirilebileceğini düşünmüşerdir[14]. Bu ise
kimyaya hem analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir.
İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (= mizan) içersinde
bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır[14, s.66]. Üçüncüsü, ve belki de en önemlisi,
yaptıkları deneylerin tasvirlerinde modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını
görmek mümkündür. Mesela El Mecriti'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı
deneyde, klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey
bulunmaktadır[14, s.71], ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: a) reaksiyona
giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları, d) reaksiyon sonunda elde
edilen maddeler, ve e) miktarlari. Bunun kimya biliminin gelişmesinde çok önemli
bir aşama olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu devirden kalma başka birçok deney
tasvirlerinde de aynı yaklaşımı görüyoruz.
Fizik alanında İbni Heysem'in
parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve ışığın kırılması konusundaki
araştırmaları daha sonraları klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur.
İbni Heysem ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmasını
incelemiş ve ışığın kırılma kanununu bulmuştur[15]. Bu ise Arşimed'in adıyla
bilinen kanundan sonra fizikte bulunan ilk kanundur.
Müslümanların
dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı matematikte cebiri
bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Harezmi'nin (780-850) matematik
problemlerin çözümünde sabit sayılar yerine bilinmeyenleri kullanması ve
karmaşık aritmetik problemleri bilinmeyenli eşitlikler şeklinde ifade etmesi
matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır. Matematik
tarihinde ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın bulunması olarak kabul
edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (m.ö. 640-546) ve Öklid (m.ö. 4. yüzyıl)
gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri tarafından, eski Mısır medeniyetinde
geliştirilmiş olan pratik geometrinin incelenerek bir aksiyom sistemi haline
getirilmesidir. Harezmi'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve
Leibniz tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte sekiz
yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü büyük soyutlama olarak
karşımıza çıkmaktadır. Cebirle müslümanlar, eski Yunanlıların aksine, aritmetik
problemlerinin geometrik yollarla değil, cebir denklemleriyle nasıl
çözülebileceğini göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik
geometriyi de müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve analitik
geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi, ve
dolayısıyla sanayi devrimi mümkün olamazdı.
Astronomide ise müslümanların
Galile ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden çok daha önce güneş merkezli
sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış
olduklarını biliyoruz[3]. Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük
katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodolojisi
geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un (Ptolemy) yer merkezli
astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek amacıyla İbni
Heysem'le (y.965-1051) bilim tarihinde ilk araştırma programını
başlatmışlardı[3, s. 47-90]. İbni Heysem’den yüzyıl kadar sonra batıda
Merakeş’te İbn Tufeyl ile gençliğinde astronomik gözlemler yapmış olan İbn
Rüşd’ün (1126-1198) Batlamyus’un, gezegenlerin yörüngeleri için öngördüğü
astronomik modelininin fiziksel gerçeklere uymadığını ve mutlaka yeni bir
astronomi modeli geliştirilmesi gerektiğini açıkça söylemesi yeni araştırmalara
yön verici olmuştur. İbn Rüşd’ün bu konudaki sözleri şöyledir[16, s. 30]:
“Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna
inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu
yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan
duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki
vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu
olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden
ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak
gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey
bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir
takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş
oluyorlar.”
İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul
edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine
dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik
prensipleri olmalıydı [16, s.31]:
"Şu halde gökbilimci öyle bir
astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan
çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus
bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir...
Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu
nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde
çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda
astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan
fakat gerçeklere uymayan birşeydir."
Bu şekilde İbni Heysem’le başlayan
ve İbn Rüşd ile kesin çerçevesi çizilen araştırma programı daha sonra batı İslam
dünyasında İbni Rüşd’ün öğrencisi Bitruci (1200ler), doğuda da Nasreddin Tusi
(ö. 1274) İbni Şatır (ö. 1375) gibi müslüman astronomlar tarafından sürdürülerek
sonunda güneş merkezli modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan
Tusi'nin (ö. 1274) çizimleri Kopernik'in (1473-1543) kitaplarına referans
göstermeden girmiştir [3, s. 55-58].)
Bilim tarihçisi Huff’a göre bilim
tarihinde ilk defa Müslümanlar matematiği bu araştırma programında
kullanmışlardır. Özetle, Ortaçağ'da müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney,
gözlem ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren bir
araştırma geleneği oluşturmuşlardır.
Müslümanların bilim alanında 8-12.
yüzyıllarda yaptıkları çalışmaları 16. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki
bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibarıyla
elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki
başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hind, ve Avrupa) aynı
yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak
değerlendirilmelidir. ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarında genellikle yapılan
metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde
bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların müslümanlar
tarafından geliştirilmiş olan ve deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma
hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız
gerekiyor.
Burada hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır: Özellikle 8-12.
yüzyıllarda müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik bilimlerin temelini
oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış oldukları halde neden 12. yüzyıldan
sonra bu çalışmalarını aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler
oldu da bilimsel-felsefi çalışmalar giderek müslümanların ilgi alanı dışına
çıktı? Ne gibi psikolojik, sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi etkenler
müslümanları bu alanda çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte ‘İslam ve Bilim’ konusunda
asıl sorulması gereken sorular bunlardır.
Müslümanların bilim alanında bu
kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra neden bu alanda duraklamaya ve hatta
gerilemeye gittikleri Katip Çelebi'den günümüze birçok müslüman tarihçi ve yazar
tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu açıklamalar genellikle 12.
yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği
tahribat (kütüphanelerin yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs),
gibi siyasi nedenlere, veya coğrafi keşifler yoluyla İpek Yolu'nun önemini
kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden Avrupa'ya kayması gibi ekonomik
sebeplere dayandırılmaktadır. Bu tür açıklamalarda belli bir gerçek payı
olduğunu kabul edebiliriz.
Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen
isimlerinden Huff [3] müslümanların, Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir
başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile
karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 12. yüzyıldan
itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini birbirine bağlı birkaç açıdan
incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim
adamının tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin gelişmesini
sağlayacak sosyal ve hukuki kurumlaşmalardır.
Bilim adamının toplumdaki
rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam toplumunda etki sırasına göre aydınları üç
gurupta toplamaktadır: fukaha (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler. Modern
bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindi, Farabi, Razi,
İbni Sina, Beyruni ve İbni Rüşd'ü saymaktadır. Bunlar arasında, kelamcıların
hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki etkilerini tamamen
kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelamcılar felsefecileri toplumdan
tecrit etmede Gazali ve İbni Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini
kullanmışlardır. Huff, fukahanın da kelamcıları zaman zaman çok sert
eleştirilere tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam
toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum
içinde meşru kılacak tarif edilmiş, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve
felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve
sahiptiler. Mesela İbni Rüşd bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak
görev yapmaktaydılar.
Bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları
açısından ise Huff şunları nakletmektedir: Bilimsel araştırma ‘baştan kabul
edilmesi mutlaka gerekli’ bir dizi prensibe dayanır. Bu prensiplerden bazıları
şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl meydana geldiği rasyonel ve objektif
bir araştırma ile anlaşılabilir. 2) Böyle bir araştırmada deneysel bir
metodoloji kullanılmalıdır. 3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik
ve ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı, araştırma konusunda
otoritelerin görüşlerine değil, verilerin rasyonel sonuçlarına itibar etmelidir.
5) Bilim adamı sistematik bir şüphe ile olayları incelemeli ve gerektiğinde
hükmünü geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların savunduğu
görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz hale getirdiği için,
yukarıda prensipler çerçevesinde bir bilimsel araştırmayı anlamsız hale
getiriyordu.
Son olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim
adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukuki kurumlar gelişmedi.
Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında da (mesela tıpta) faaliyet
gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelam gibi
formel bilimler dışında eğitim yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi
de fakülte organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu. Avrupa'da 12
yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp, kendi eğitim programlarını
tesbit ve tatbik edebilme özerkliğine karşılık, medreselerin ders programları
genel olarak bunların bağlı olduğu vakıflar tarafından tesbit ediliyordu.
Vakıflar da ‘İslam dışı’ sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet
sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukuki destekten mahrum ferdi çalışmalara
münhasır kaldı.
Görüldüğü gibi Huff, müslümanların parlak bir
başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirememelerini, ağırlıklı
olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukuki özerklik alanındaki
başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukuki sebeplerin de
gerisinde, 11. yüzyılda müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen
bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz.
İslam bilim
tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin yalnızca siyasi, sosyal ve
ekonomik sebeplerle açıklanması ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar
büyük bir dönüşümün daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat
bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra, 1986’da Londra'da
doktora çalışması yaptığımız sıralarda bir tartışmada bu günkü müslümanların akl
ve ilm gibi Kur’an’da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp kullanmadığı sorusu
gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an’da akl kelimesi üzerine yaptığımız üç aylık
bir çalışmada bu kelimenin bu günkü müslümanlar tarafından Kur’an’dakinden
oldukça farklı bir şekilde kullanıldığını tesbit ettik. Daha sonra, ‘Emr Kelime
Manzumesi’ adını vediğimiz bir dizi kavram üzerine yaptığımız çalışmalar
sırasında, Kur’an’da fiziksel olayların açıklamasına temel teşkil edecek, ve
fakat günümüz müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kelime bulunduğunu
gördük[17].
Bu kelimelerin 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde,
yani Kindi'den İbni Rüşd'e kadar bir çok İslam düşünürünün eserlerinde değişik
şekillerde de olsa yer aldığını tesbit ettik. Fakat ne yazık ki bu düşünürler de
kendi nazari (teorik) düşüncelerini Kur’an’daki zengin kelimeler örgüsü yerine,
çoğu zaman eski Yunan düşünürlerinin getirdiği kavram sistemi üzerinde ifade
etmişlerdir.
Bu konu üzerindeki araştırmalarımız İslam düşünce tarihi
içinde oluşmuş ciddi bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu. Eğer
müslümanlar Kur’an’da ifadesini bulan ve başlangıçta kazanmış oldukları kavram
sistemini terketmemiş olsalardı bilim alanındaki motivasyonlarını
kaybetmeyecekler, ve bu alandaki çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak
sosyal kurumlaşmayı ve hukuki düzenlemeleri de gerçekleştirebileceklerdi.
Aşağıdaki bölümde bu kavramsal bozulma ayrıntılı olarak ele
alınmaktadır.
5. Kavramsal Bozulma: 11. Yüzyılda İlm Kavramının
Bölünmesi
İslam düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal
bozulma ilm (= bilgi) kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. 1986 yılında
İslam'da ilm kavramı üzerine yaptığımız bir araştırmada gerek Kur’an’da gerekse
6 hadis kitabında ‘din ilmi’ (= ilm-üd din) diye bir isim tamlamasına
raslayamamıştık. Buradan da İslam tarihinde ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’ şeklinde
bir kavramsal bölünmenin, hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış
olduğu anlaşılıyordu. Kur’an’da hakk (= gerçeklik) kelimesi ile alakası
dolayısıyla ayetlerde bir bütünlük içinde geçen ilm kavramının iki ayrı kavrama
dönüşmesi, esas olarak 11. yüzyılda tamamlanmıştır diyebiliriz.
Bu
noktada ‘din ilmi - dünya ilmi’ nitelenesinin ilimlerin sınıflandırılması
zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin
ilimlerin sınıflandırılması ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 10. yüzyıl Eş’ari
Kelamcıları tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu amaçlar,
müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma gibi niyetler ihtiva etmiş
olsa bile, böyle bir kavramsal değişikliği yapmaya hakları olmadığını kabul
etmemiz gerekiyor. Çünkü, müslümanların lisanı ile gerçeklik arasındaki alakanın
temelini teşkil eden Kur’an’daki kelimeler ve bunların meydana getirdiği tutarlı
ve çok zengin bir kavramsal yapı yerine, basitleştirici ve tutarsız bir takım
kavramı getirmişlerdir. Getirilen kavramların basitleştirici olması, Kur’an’daki
bilgi kavramının gerçekliği ifade eden her türlü bilgiyi ihtiva etmesinden,
çelişkili olması da bunun gerçekliği inkar etme sonucunu getirmesindendir. Bu
kavramsal bölünmenin daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan sonuçlarını da
gözönünde bulundurduğumuzda bunun yanlışlığı inkar edilemeyecek şekilde
karşımızda durmaktadır.
İlmin ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’" şeklinde ikiye
bölünmesi beraberinde, ‘dünya ilmi’ sayılan fizik, kimya, astronomi, matematik
ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına yol açmıştır. Önceleri
bu bilimlerin ‘din’ ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş[18],
daha sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş yavaş müslümanların
zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu bilimlerle uğraşan müslümanlar da, önceleri
halk ve hükümdarlar tarafından destek görürken, artık toplumdan destek
görmemeye, hatta tecrit edilmeye başlanmıştır.
Örnek olarak, 12 yüzyılda
Endülüs'te baş kadı (= şeyhülislam) görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin
doktoru olan İbni Rüşd'ün bilim-felsefe konusundaki eserleri yüzünden, siyasi
otoritede güç sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle
cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının yakılması, ve ancak daha önceki
hizmetlerinden dolayı Halife tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela
Kuzey Afrika'ya gönderilmesini gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına
Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama ‘dünya ilmi’ sayılan bilim
ve felsefenin siyasi gücü paylaşan Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve
inkarının bu alanda müslümanların motivasyonunu çok olumsuz yönde etkilemiş
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Öte yandan, Klasik Devirde yaşamış olan
müslüman felsefeciler de gerçeklikle ilgili bazı görüşlerini Eflatun ve Aristo
gibi eski Yunan felsefecilerinden aldıkları kavramlar üzerine kurmuşlardır.
Felsefeciler ve kelamcılar, bütün bir gerçeklik hakkında Kur’an’daki zengin
kavramlar örgüsünün yerine vücud (= varlık), ezel, ve akıl gibi tartışmalı
kavramlar yanında külli ve cüz’i gibi mantıksal kavramları kelam ve felsefe
tartışmalarına sokmuşlardır. Felsefecilerle kelamcılar arasındaki sonu gelmez
tartışmalarda kelamcılar da bir takım diyalektik ifadeler içinde, muarızlarının
kullandıkları kavramları onlara karşı kullanmaktaydılar. Bu durum, Kur’an’dan
uzaklaşmış bir kavram sistemi içinde kendi durumlarını etkili bir şekilde
savunamayan ve kelamcılar karşısında siyasi bakımdan da zayıf durumda kalan
felsefecilerin giderek toplumlarından tecrit edilmelerine yol açmıştır. Klasik
devirde müslümanların bilimlere en orijinal katkılarının cebir ve kimya alanında
olması tesadüfi değildir, çünkü bu bilim alanlarında kullandıkları mikdar
(=ölçü), mizan (= denge) ve şey (= bilinmeyen yerine) gibi kavramlar doğrudan
doğruya Kur’an’dan aldıkları kavramlardı.
Bu kavramsal bölünmenin sonucu
olarak ortaya çıkan tartışmalarda meselenin en acaip yanı da şudur: Kur’an’da
bir bütün olan ilm kavramının Kelamcılar tarafından ‘din ilmi - dünya ilmi’
şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun müslümanlar arasında genel bir
kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa bu dönemde laikliğin düşünce planında
adeta bir doktrin olarak kabul edilmesi manasına geliyordu. Aradan sekiz yüzyıl
geçtikten sonra müslümanların laikliği hukuki bir prensip olarak kabul etme
durumuyla karşı karşıya kaldıklarında gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar
tutarlı olduğu, 12. yüzyıldan beri kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana
getirilerek değerlendirilmelidir.
İslam düşüncesinde 11. yüzyılda meydana
gelen kavramsal bozulma sadece ilm kavramını değil ‘yaratılış’ ile ilgili
kavramları da etkilemiştir. Kur’an’daki emr kavramına dayalı nizam anlayışını
terkederek, sürekli ve anlık yaratılma-yokolma hipotezine dayalı bir nizam
anlayışını benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an’da yaratma ile ilgili bir dizi
kavramı da bir tek kelimeye, haleka kelimesine indirgemişlerdir. Böylece
Kur’an’da planlamak, varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden
bitirmek, yapılandırmak, kurmak gibi anlamlara gelen bir düzine kavramı (haleka,
ceale, besse, nebete, fetara, benea, nebete, savvere, sevva gibi kavramları) bir
tek kavrama, yaratma (= haleka) kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir
kavram sistemini çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir.
Pek tabiidir ki, ancak çok zengin bir kavram sistemi içinde ifade edilebilecek
olaylar, tek kelimeyle ifade edildiğinde içinden çıkılamaz durumlarla
karşılaşılmaktadır.
Kelamcılar, bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu
olarak, cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda
kalmışlar ve dolayısıyla fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde
temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel açıklamaları imkansız
hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir. Halbuki cisimlerin
kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an’da emr (= yönerge/program) kelimesiyle
ilgili ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Kur’an’da emr
kelimesi ve türevlerinin geçtiği 250 kadar ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir
kısmı Allah'ın (c.c.) gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade
etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden ayetlerde
bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine vahyedilmiş (= yüklenmiş)
olan emrlere (= yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca
belirtilmektedir:
"Sonra onları [göğü ve yeri] yedi sema olarak
gerçekleştirdi (=kada) ve her bir semaya [onların] emrini vahyetti." (Fussilet
41/12)
"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun [Allah'ın] emri ile denge
durumlarını korurlar (= musahharat)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12,
Hac 22/65)
Bu ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr kelimesinin
gramerinden, emrin uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge,
adeta bir kozmik yazılım (= program) şeklinde anlaşılabileceği bir kavramsal
çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, fiziksel olayların bunların meydana
geldiği mekan içindeki yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı ile belli
bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik nizam
İlahi müdahaleden azade ve hiç değiştirilemez değildir. Kur’an’da izn
kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah (c.c.) herhangi bir
uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun özelliklerini yeni emrlerle (=
yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, dilediğinde bir uzay-zaman
alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile gerçekleşemeyecek olan bazı olayları
gönderdiği emrlerle gerçekleştirir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle
gerçekleşmesi gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilir.
Kur’an’da emr ve izn kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın (c.c) periyodik
olarak gönderdiği yeni emrlerle (= yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği
açıkça anlaşılmaktadır[17]. Bizim ‘mucize’ adını verdiğimiz olaylar kısmen bu
çerçeve içinde anlaşılabilir. (‘Kısmen’ diyoruz, çünkü mevcut emr çerçevesi
içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceğini henüz tam
olarak bilemiyoruz.)
Gene Kur’an’da sahhara kelimesi ilgili ayetlerde
Allah'ın (c.c.), ‘göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanın kullanımına /
kontroluna verdiği’ belirtilmektedir:
"Allah'ın göklerde ve yerde ne
varsa sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmüyor musunuz?" (Lokman
31/20)
Kur’an'da emr kelimesi, izn, sahhara, sultan, kadr, ve kada
kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır. Bu konudaki
araştırmalarımızın sonuçları ‘İslam'da Bilginin Temelleri’ isimli kitabımızda
ayrıntılı olarak açıklanmaktadır[17].
11. yüzyılda Kelamcılar ve Gazali
(1058-1111) tarafından cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunun, ve
fiziksel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi (= nedensellik) olduğunun inkarı,
12. yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd (1126-1198) tarafından
ayrıntılı bir şekilde eleştirilmiştir[19]. İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din -
bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu konuda ‘Fasl el Makal’
isimli bir kitap yazarak din ve bilim arasındaki ayrılmazlığı sadece bir İslam
düşünürü olarak değil, aynı zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıki bir örgü
içinde ispatlamaya çalışmıştır[20]. Onun bu konuda müslümanları ciddi bir
şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden sonra gelen müslümanlar
tarafından hala tam olarak anlaşılamamış ve değerlendirilememiştir.
Daha
sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla kadar
geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine yol açmıştır.
(Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has özellikleri olduğunun inkar edildiği
bir ortamda klasik fizik ve kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.)
Gazali ve İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak da
nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet
tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş, ve konu, bu gerekçeyle zamanın
bilginlerinden oluşan iki heyetin tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi
Osman Turan'ın tarafından şöyle ifade edilmektedir[21]:
"Devrin büyük
ilim ve fikir adamlarını etrafinda toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile felsefe
arasında devam eden münakaşaları ilmi bir esasa bağlamak ve bu mevzuda Gazali
ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafi halletmek istiyordu. Bu maksatla hikmet
sahasında da eser yazan Hoca-Zadenin reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu
suretle mezkur iki filozofa ait Tehafütlerden üçüncüsünü yazdırmıştır. Bununla
beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de halledilememiş, felsefe
ile din arasındaki niza devam etmiştir."
Yavuz Sultan Selim’den
(1512-1520) sonra Osmanlı Medresesi giderek, araştırma ve düşünmeye daha çok
önem veren Maturidi kelamcılarından Eş’ari kelamcılarının görüşlerine doğru
kaymaya başlamış ve böylece bir müddet sonra bu görüşler resmen Osmanlı
Medresesinin bilgi ve eğitim politikası haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da
Osmanlı müesseselerinde deneysel bilimlere alaka daha da
azalmıştır.
Medresenin daha sonraki yüzyıllarda matematik ve fizik
bilimlerde Avrupa üniversiteleriyle neden boy ölçüşemediği, onun yanlış bilim ve
felsefe anlayışı ile açıklanabilir. Fakat bu başarısızlığın temelinde önceki
yüzyıllarda müslüman bilim adamları tarafından geliştirilmiş olan araştırma
geleneğinin giderek terkedilmesi de yatmaktadır. Ancak, fizik bilimlerdeki
başarısızlığına karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasi düşünce ve
uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı yöneticilerine Medrese
dışında eğitim veren Enderun geleneğine bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların
siyasi idarede, 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların
geliştirdiği şekilci siyasi teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın
orijinal siyasi kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor. Bu konu
da araştırılması gereken önemli bir husus olarak karşımızda
durmaktadır.
Başlangıçtaki teknolojik başarılara rağmen Osmanlıların
bilim ve felsefede Avrupa'dan geri kalmakta oldukları bazı Osmanlı aydınları
tarafından oldukça erken farkedilmiştir. Mesela Katip Çelebi (1609-1657)
‘Mizan-ül Hak’ isimli eserinde, Avrupa üniversitelerinde fizik bilimlerdeki
büyük gelişmelere karşılık Medrese eğitiminin fizik bilimleri ‘felsefedendir’
diyerek dışlaması yüzünden bu bilimlerde geri kalındığını açık bir şekilde
belirterek Osmanlı yönetimini uyarmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür uyarılar
yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 12. yüzyıldan itibaren müslümanların
düşüncesine hakim olan sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış
olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.
6. Osmanlılarda Yenilenme
Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar
Osmanlılar bilim ve felsefe
alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun sonucu olarak da ekonomiden
savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddi bir
şekilde hissetmeye başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip
Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna dışında) geriye
gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet hamleleriyle sadece sosyal ve siyasi
tedbirlerle durdurmaya çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik ve
siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok daha temelde,
kavramlarla ilgili olduğunu ve bunun da bilim-felsefe alandaki motivasyonu
derinden ve son derece olumsuz etkilediğini farkedememişlerdir. Bilimdeki bu
başarısızlık da dolaylı bir şekilde sosyal ve siyasi yapıyı ve kurumları
derinden etkilemekteydi.
Nihayet Sultan 2. Abdülhamid'in 19. yüzyılın
sonunda başlattığı, ve zaman zaman bazı müslümanların da şiddetli tepkisiyle
karşılaşan eğitim hamlesi, bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji üstünlüğüne sahip Avrupa
devletlerine yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir.
Kavramsal
problemlere siyasi ve sosyal tedbirlerle çözüm arama temayülünün Cumhuriyet
döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet'in başlangıç dönemindeki
(1923-1933), yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi siyasi, kılık-kıyafet ve
alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel, anayasa ve kanunların değiştirilmesi
gibi sosyal tedbirler, ikinci dönemde (1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde
(1970-75) ağır sanayi hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme
ve pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı olarak
görünmektedir.
Osmanlılardan devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve
zorlayıcı sosyal, hukuki ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da
bozularak içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki gelişme
politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı olamamıştır. Bu dönemde
oluşturulan sığ pozitivist ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiili olarak
dışlayıcı kültürel politikaların zoraki ‘din–bilim’ ayrılığını ortadan
kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda toplumsal motivasyonu
daha da olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.
Bilim konusunda üretilen
çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde tutarlı bir bilimsel gelişme
sağlanamamasının sebepleri iyice araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden
bu yana Türkiye'nin neden hala bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuramadığı, ve
neden hala bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı da düşünen
insanlarımız tarafından ciddi bir biçimde araştırılması gereken
konulardır.
Cumhuriyet hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına
bakışı genel bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce
bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü onların bu ülke
içindeki resmi konumları hala karikatüristlerin, gazetecilerin, ve hatta futbol
taraftarlarının durumundan daha aşağıda sayılmaktadır. Bilim adamları da, -
Ortaçağda müslümanların Avrupalılara hediye ettiği ‘hakikat aşığı’ (lover of
truth) kavramından haberleri olmadığı için mi bilinmez - bazı ortak değerler
üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını düzeltecek
dayanışmalar yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı
olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir.
7. Diğer
Çabalar
Yirmi yıl kadar önce bazı müslüman yazarlar ‘Bilimin
İslamileştirilmesi’ başlığı altında bir program başlatmışlardı. Bu yazarlar, bu
güne kadar yapılmış bilimsel çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin
‘İslami açıdan’ (tabii aslında bu, bazı relativist ‘Batılı’ felsefecilerden
aktarma bir kavram sistemi üzerine kurulu kendi açıları olmaktadır) süzgeçten
geçirilmesini ve böylece bunların ‘İslamileştirilmesini’ savudular. Biz olaylara
yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, iyi niyetli görünseler veya olsalar
da, meseleleri ele alış biçimlerinin ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların,
müslümanların karşı karşıya bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm
getiremeyeceklerini görüyorduk. Bilindiği gibi bu proje yürürlüğe konulduğunda
bir kaç yıl içinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Diğer bir
teşebbüs, İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında müslümanlar arasında
bilimsel araştırmayı teşvik için bunun mistik temeller üzerine oturtulmasını
teklif eden Seyid Hüseyin Nasr'dan geldi[22]. Nasr, ilk dönem müslüman bilim
adamlarının, ve özellikle de simyacıların gizli bir takim ilimlere sahip olma
iştiyakı ile araştırmalar yaptıklarını öne sürüyordu.
Bize göre,
‘Bilimin İslamileştirilmesi’ programı da, bilimsel çalışmaların mistik temellere
dayandırılması programı da içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa
mahkumdu. Çünkü müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı olarak birçok
alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel araştırma geleneğini, ve daha
temelde araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır.
Bu motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları bozuk kavram
sistemini terkedip Kur’an’daki kavram sistemine yeniden sahip çıkmalarıyla
mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde gerçekleri daha açık ve net bir şekilde
görmeye başlayabilecekler, ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim
politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir.
Pervez
Hoodbhoy'un[23] yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz müslümanlarının yanlış
bilim anlayışı konusundaki eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak
öne sürdüğü yorumlardaki ciddi hataları da ele alamamız ve düşüncelerinin nasıl
temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya koymamız
gerekiyor.
Pervez Hoodbhoy'un ciddi hatalarından biri bilimin laik bir
etkinlik olduğunu öne sürmesidir[23, s. 17]. Bunun da temelinde İslam tarihinde
8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği konusundaki yanlış
değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki müslümanlar yaptıkları çalışmaları
laik bir motivasyonla değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir
gerçeklik ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir ‘insan olma’ anlayışı içinde
gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru olsa idi, Kuran'ın
tebliğinden sonra, daha laik bir anlayışa sahip(?) birçok insan topluluğunun
müslümanlardan çok daha göze çarpan bir bilimsel gelişme içinde olması
gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda müslümanlar - bu alanda diğer insanlara hiçbir
engelleme getirmemiş oldukları halde - rakipsiz denecek kadar üstün bir konum
içindeydiler.
Hoodbhoy, İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet
düzeyine kadar bir ‘bilim krizi’ içinde bulunduklarını ve bunun onları hayatın
birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını doğru bir şekilde tesbit
ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu bunalımın özünün incelendiğinde politik
bir nitelikte olduğu teşhisini koymaktadır[23, s. 21]. Dikkat edilirse bu teşhis
daha önce 19. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri
tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu güne kadar
başarılı bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın temelinde, - politik veya
ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal nitelikte bir problem olduğunu
görmekteyiz.
Sonuçta, günümüz müslümanlarının bilim konusundaki perişan
durumunu tesbit eden Hoodbhoy, çözümü ‘din–bilim’ ayırımının kabul edilerek laik
bir yaklaşımı müslümanların gelecekteki bilimsel atılımları için tek çıkar yol
olarak görmektedir. Yukarıda, böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik.
Sebeplerine gelince: Birincisi böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel
araştırmayı, genel olarak müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki
motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da önemlisi, böyle bir
kavramsal bölünme, Kur’an’daki bütünleyici ilm kavramı ve buna bağlı bir dizi
kavramın oluşturduğu yapıyla çelişmektedir.
Müslümanların böyle
çelişkili ve bozulmuş bir kavramsal yapılanma içinde bilim konusunda üstün bir
motivasyona ulaşabileceğini düşünmek saflık olur. Başka herhangi bir motivasyon
da dünyadaki modern bilim kültürü çerçevesindeki motivasyondan farksız olacaktır
ki bu da modern bilimin mevcut meselelerine yeni çözümler getiremeyecektir.
Mevcut bilim kültüründe esas motivasyonun kaynağı, hakikat aşkı değil, şöhret ve
üstünlük duygusudur. Aynı motivasyonlara sahip daha fazla bilim adamı, içinde
yaşadığımız adaletsiz dünyanın insanlarına daha iyi bir dünya
kazandırmayacaktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, çağdaş dünyanın
şartları, bazı istisnai durumlar dışında, tecrit edilmiş bilimsel faaliyetleri
desteklememektedir. Bilim adamları birbirleriyle geçmişte olduğundan daha yakın
temas halindedirler. Bu şartlarda müslüman bilim adamlarının, modern bilimin
özel problemleri yerine, gerçeklikle tam bir uyum halindeki bir kavram sistemi
içinde olmak kaydıyla bilimin en temel konularında araştırmalar yapmaları daha
faydalı olacaktır. Çünkü çağdaş kültürün hastalıklarının temelinde, eski
çağlardan devralınan ve şimdi ise bilimin gelişmesini engelleyen karmaşık bir
kavram sistemi bulunmaktadır.
8. Geleceğe Dönüş
Biz, müslümanların
bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Hoodbhoy'un, ne de onun
eleştirdiği müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların
hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun müslümanların bilim
motivasyonunu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü de ya sathi
birtakım etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni
eklemelerin yapılmasında görmektedirler. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya
sevkeden şey motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı
içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o
kavram sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki,
bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var
mıdır? Ne yazık ki, bozulmuş bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş
değildir, çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat
tarzları tarafından şekillenir. Bozulmuş bir kavram sisteminin düzeltilmesi,
bunun desteklediği hayat tarzı ile birlikte ele alınıp dikkatli bir şekilde
incelenerek yanlışların birer birer düzeltilmesiyle olabilir. Bunun da zahmetli
bir iş olduğunu kendi şahsi tecrübelerimizden söyleyebiliriz.
Bu
yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin tafsilatına
giremiyoruz. Bu konudaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ancak burada,
müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslam
medeniyetinin geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi
sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11. yüzyıldan itibaren terketmeye
başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu
geliştiremedikleri sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında
varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliyoruz: Eğer
müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden
dönüşü, yani "geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman insanlık tarihi
yeniden, ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içinde
bile, müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve
teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.
Referanslar
[1] Russell, B.
(1974). History of Western Philosophy.
[2] Sarton, G. (1927-48). Intoduction
to History of Science. 3 vol. 5 kısım. Baltimore. Williams and Wilkins.
[3]
Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge University
Press.
[4] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
[5] Bilim tarihçileri genel olarak Yunan medeniyetini, İyon ve Helen
medeniyeti olarak iki ayrı dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası
Milet olmak üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi olarak
da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski Mısır medeniyetinin
etkisi görülmektedir.
[6] Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de
Kur’an’daki kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefi alanda devam
ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan biri şudur:
"Elements of Scientific Creativity", AAAI Spring Symposium Series, 23-25 Mart
1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46.
[7] Bakınız:
Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.
[8]
Parantez içindeki rakamlar ilgili sure ve ayet numaralarını göstermektedir.
Örneğin (006.108) 6. surede 108. ayet demektir.
[9] Bu fizikçilerden biri de
Paul Davies'tir. Bakınız: Davies, P. (193). The Mind of God. Londra: Touchstone
Books.
[10] Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill,
Leiden.
[11] Bakınız: Hamidullah, M. (1966). İslam Peygamberi. Çev. M. Said
Mutlu. İrfan Yayınevi, Istanbul. s. 141. (Yazar bu bilgileri klasik İslam
kaynaklarından, İbni Sa'd, Süheyli ve İbni Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı
dönemde müslümanların Medine'de bir de okul açtıkları bilinmektedir.
[12]
Bakınız: Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[13] Bu
konularda şu kaynaklara başvurulabilir:
Sarton, G. (1927-48). Introduction to
History of Science. Williams and Wilkins. Baltimore.
Nasr, S.H. (1989).
Islamic Science. İnsan Yayınları. İstanbul.
Dögen, Ş. (1992). Müslüman İlim
Öncüleri Ansiklopedisi. (2 cilt). Istanbul. Y. Asya Yayınları.
Bayrakdar, M.
(1987). İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.
Bayrakdar, M. (1997). İslam Felsefesine Giriş. T.D. Vakfı Yayınları.
Ankara.
Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge U.
Press.
Akın, Ö. ve Desay, M. (1993). Beş Büyük Cebir Bilgini. MEB Yayınları.
Ankara.
Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[14]
Bakınız: Leicester, H.M. (1971). "The Historical Background of Chemistry".
Dover, New York. sayfa 66.
[15] A.g.e. sayfa 66.
[16] A.g.e. sayfa
71.
[15] Topdemir, H.G. (1991). "İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları". Bilim,
Felsefe, Tarih. Sayı 1, sayfa 187-190.
[16] Duhem, P. (1969). "To save the
phenomena." The University of Chicago press.
[17] Bakınız: Kocabaş, Ş.
(1997). İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul: İz Yayıncılık.
[18] Gazali "El
Munkiz min ed-Dalal" isimli kitabında felsefi bilimlerden sayılan mantik ve
matematiğin din ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığıni ifade etmektedir. Onun
iyi niyetle söylemiş olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış
anlamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz.
[19] İbni Rüşd. "Tahafut al
Tahafut". İngilizceye çev. Simon van Den Bergh (1978). Luzac, Londra.
[20]
İbni Rüşd. Kitab Fasl al Maqal. "On the Harmony Between Religion and
Philosophy". İngilizceye çev. G.F. Hourani(1976). Luzac, Londra.
[21] Turan,
O. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt I-II, s. 542.
[22] Nasr, S.H.
(1991). Islamic Science. Istanbul: İnsan Yayınları.
[23] Hoodbhoy, P. (1992).
İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
Gönderen Star Words zaman: 22:58 Bu yazıya verilen bağlantılar
Etiketler: BİLİM FELSEFESİ
Batı Bilim Anlayışında Gerçeklik Meselesi
Batı Bilim Anlayışında Gerçeklik Meselesi
Şakir
Kocabaş
Özet
Bu yazımızda Batı bilim anlayışında gerçeklik
kavramının yerini inceliyoruz. Bu incelememiz fizik bilimlerle sınırlı
tutulmuştur. Batıda özellikle son dört yüzyıl içinde gelişen bilim anlayışı ve
genel olarak bunu geriden izleyen bilim felsefesi yakından incelendiğinde dikkat
çekici bazı özellikler tesbit etmek mümkündür.
Geçtiğimiz yüzyılın
başından bugüne kadar geliştirilmiş olan bilim felsefelerinde bilimsel teori ve
hipotezlerin olaylarla sağlanabilirliği, yanlışlanabilirliği, sınanabilirliği,
ve teorilerin tarihsel gelişimi, rekabeti ve izafiliği gibi konular ele
alınmıştır. Ancak bunlardan hemen hiçbirinde bilimsel teorilerin dayandığı temel
kavramlar ve bunların teori içinde meydana getirdiği kavramsal yapılar
tafsilatlı bir şekilde ele alınmamıştır. Böyle bir kavramsal analizin eksikliği
yüzünden bilimle lisan ve gerçeklik arasındaki alaka daima karanlıkta kalmıştır.
Hatta diyebiliriz ki,modern felsefede ‘bilim ve gerçeklik’ konusunda hemen hemen
hiç birşey söylenmemiştir. Aslında bir açıdan bu duruma şaşmamak gerekir, çünkü
böyle bir soruşturma ve araştırma öncelikle ciddi bir kavramsal araştırma ve
soruşturmayı gerektirmektedir.
1. Giriş
İnsanlar kelimeler ve
bunların meydana getirdiği bir kavramlar örgüsü, yani bir lisan içinde düşünür.
Birbirinden farklı kavramsal yapılar, en genel manada birbirinden farklı
lisanlar demektir. Lisanları birbirinden farklı kavram yapılarına sahip
insanların olayları algılama şekilleri ve ölçüleri de farklı olacaktır. Burada
esas mesele, olayların doğru bir şekilde anlaşılmasıdır[*].
Fizik
bilimlerle gerçeklik arasındaki alakanın ne olduğu konusuna girmeden önce bilgi
ve gerçeklik arasındaki kavramsal alakaya bakmamız gerekiyor. Genel olarak
‘bilgi’ kelimesi lisanda kullanım açısından birbirinden farklı birkaç alandaki
önerme dizileri için kullanılmaktadır: mantık, matematik, gramer bilgisi; teorik
bilgiler, tecrübi bilgiler, tarih bilgisi gibi. Dikkat edilirse burada
saydığımız bilgi çeşitlerini iki ana sınıfta toplayabiliriz: Lisanla ilgili
bilgiler ve olaylarla ilgili bilgiler. Gerçekliğin anlaşılmasında, bilinmesinde
ve ifade edilmesinde her iki bilgi türünün de ayrı fakat önemli bir yeri
vardır.
---------
[*] ‘Kavram’ı, bir kelime ve bunun bir lisan içindeki
bütün kullanımları diye tarif edebiliriz.
Fizik bilimlerde gaye, tabiatta
gerçek olarak meydana gelen değişimleri bir lisan içinde ve belli bir kavram
sistemi üzerine kurulan ve ‘teori’ adını verdiğimiz lisan araçları kullanarak
incelemek, araştırmak ve teorinin ve içinde bulunduğu lisanın kavramlarıyla
ifadelendirmektir. Fizik bilimlerde incelenen olaylar deney, gözlem, ölçme ve
hesaplamaya dayanan metotlarla tesbit edilmeye çalışılır. Fakat, deney, gözlem,
ölçme ve hesaplamalar da teori çerçevesinde yapılır.
Teorilerin en
önemli fonksiyonlarından biri araştırma konularıyla ilgili meseleler üzerinde
bilim adamları arasında iletişimi sağlayan bir üst lisan olmalarıdır. Öyle ki,
bu lisanın gramerini bilmeyenler çoğu zaman iletişim çevresine alınmazlar.
Bilim adamları teoriyi kullanarak yaptıkları mantıksal çıkarım ve
matematiksel hesaplarla teori konusuna giren olaylar hakkında öngörülerde
(predictions) bulunurlar. Bu öngörülerin, gene teoriye göre yapılan deney,
gözlem ve ölçme sonuçlarıyla uyumlu olması bilim adamları tarafından teorinin
geçerli sayılması için yeterlidir.
Bilim adamları aynı zamanda bir
teorinin kapsamına giren olayları teoriyi kullanarak yaptıkları hesaplarla
açıklamak isterler. Teori konusuna giren olayların açıklamaları neticede
teorinin gramer yapısı içinde yer alan temel kabuller ve hipotezlere
dayandırılarak yapılır. Hipotezler genel olarak basit veya bileşik kurallar
şeklinde ifade edilir. Temel kabuller ise olgular şeklinde ifade edilir – mesela
ışık hızının boşlukta sabit olduğunun kabulü gibi.
Bir teori ne kadar az
hipotez ve kabulle, konusu içine giren en çok sayıda olayla ilgili öngörü ve
açıklama yapabilme imkanı sağlıyorsa bilim adamları tarafından o kadar ‘şık’ bir
teori olarak kabul edilir.
Fizik bilimlerin konusu tabiatta meydana gelen
değişimler olduğuna göre, bu bilimlerle gerçeklik arasında nasıl bir alaka
olmalıdır? Bu bilimlerde geliştirilen teorilerde kullandığımız kavramlar ve
bunların meydana getirdiği yapı ve daha geniş manada teorinin içinde yer aldığı
lisan, gerçekliği anlamamız açısından ne kadar uygundur? Teorileri gerçekliği
anlamada kullanılabilecek bir lisan aracı olarak görebilir miyiz? Yoksa teori
geliştirmenin amacı sadece, teoriyi kullanan bilim adamlarına bunun kapsamına
giren olaylar hakkında öngörüler ve açıklamalar yapabilme imkanı sağlaması
mıdır? Halen geçerli teori anlayışına göre bilim ve gerçeklik arasında ne gibi
bir alaka vardır?
Bu sorular aslında bilim felsefesinin en temel
sorularıdır, fakat bugünün Batı bilim felsefelerini bilim ve gerçeklik açısından
incelediğimizde temel bir özellik olarak şunu tesbit ediyoruz: Batı bilim
felsefelerinde bilim ve gerçeklik diye bir mesele görünmemektedir. Hatta
denilebilir ki,genel olarak Batı felsefelerinde gerçeklik kavramı temel bir
kavram olarak yer almamaktadır. Batı bilim anlayışı ve düşüncesinin bazı
istisnalar dışında büyük ölçüde eski Yunan düşüncesine dayandığı bilinmektedir.
Bilim felsefecisi Bechtel bunu şöyle ifade etmektedir:
“Milattan önce
beşinci ve dördüncü yüzyıllarda yaşamış üç Yunanlı felsefeci sonraki dönemde
Batı dünyasında bilim ve zihin felsefesi hakkındaki düşüncenin gündemini tesbit
etmiştir.” [Bechtel, 1998a, s. 5]
Bu üç felsefeci Sokrat (Socrates),
Eflatun (Plato) ve Aristo (Aristotle)’dur. Bu çerçevede Sokrat’ın çabaları
kavramların açık bir şekilde tarif edilmesi üzerine yoğunlaşmıştı. Ona göre
felsefi faaliyetin amacı kavramlarımızın herkes tarafından kabul edilebilir
doğru tariflerinin yapılmasıydı. Herhangi bir alanda bilgi kazanmamız da bu
alanda kullanılan kavramların tariflerinin geliştirilmesine bağlıydı [bakınız:
Bechtel, 1988a, s. 6.]. Sokrat, bir kavramı tarifini ortaya çıkarma işini o
kavramla çeşitli nesneler arasındaki muhtemel alakalar üzerine çeşitli sorular
sorarak yapıyordu.
Ancak Sokrat kavramların tarifini yaparken elinde
sağduyudan ve yaşadığı dönemdeki lisanın kurallarından başka herhangi bir kriter
yoktu. Dolayısıyla o, daha çok mücerret (soyut) kavramlarla nesneler arasındaki
alakalar üzerinde durmuştur. Halbuki lisanda en çok ihtiyaç duyulan çalışma
mücerret kavramlar arasındaki – mesela gerçeklikle bilgi ve bilgi ile adalet
kavramları arasındaki – alakalardır. Bazı sathi istisnalar dışında böyle bir
felsefi çalışmaya ne eski Yunan düşüncesinde ne de Batı düşüncesinde
rastlamıyoruz. Bunun yapılabilmesi için herşeyden önce güvenilir bir lisanın bir
kriter olarak elde bulunması gerekiyor.
Sokrat’ın öğrencisi Eflatun
kavramları, kendi başına ‘var olan’ fikirlerle (idea) veya formlarla
özdeşleştirerek esas olanın bunlar olduğunu öne sürdü. Onun öğrencisi Aristo ise
dikkatini dünyadaki varlıklar üzerinde yoğunlaştırarak bunların form ve maddeden
meydana geldiğini söylüyordu. Dünyadaki olaylar içinde maddenin değişimini ve
başka formlar kazandığını gaye ve sebeplerle açıklamaya çalışıyordu. Aristo’nun
varlık ve tabiat anlayışı onyedinci yüzyıla kadarki bilim anlayışının temelini
oluşturmuştur:
“Aristo’nun özellikle nesneler hakkındaki görüşleri 17nci
yüzyıla kadarki bilim anlayışının temeli olacak ve tabiat olaylarını tasvir edip
sınıflandırmayı sağlayacak kapsamlı bir yapı sağlamıştır. Ancak bu görüşler
tabiattaki dinamik süreçleri anlamamıza yarıyacak uygun bir yapı vermiyordu.
Esas ilgi odağı nesnelerin aslının ne olduğunu anlamak değil, fiziksel maddedeki
hareketlerin terimleriyle değişimin modellendirilmesi olan dinamik bir tabiat
anlayışının geliştirilmesi bilim devrimi sayesinde olmuştur.” [Bechtel, 1988a,
s. 9]
Burada Bechtel’in açık olarak ifade etmediği husus, eski Yunan
geleneğinde tabiatı anlamada sistematik deney, gözlem ve ölçmeye dayanan bir
araştırma metodunun gelişmediği ve bunun müslümanlar tarafından bilime
kazandırıldığıdır [Bakınız: Huff, 1993; Leicester, 1956]. Deneysel metot dışında
esas olarak Aristo’nun tabiat anlayışı üzerine kurulan modern bilim anlayışının
gayesi, gerçekliği araştırmak değil, varlıkların değişim süreçlerini
modellendirmektir.
Görüldüğü gibi, eski Yunan felsefi düşünce geleneğinde
‘gerçeklik’ bir temel kavram olarak yer almamaktadır. Bunun yerine en temel
kavram olarak ‘varlık’ kavramı benimsenmiş, diğer kavramlar da bunun etrafında
yapılanmıştır. Eski Yunan düşüncesinin müslümanlar tarafından Avrupa’ya
taşınmasından sonra Batı’da gelişmeye başlayan felsefi düşüncenin en önde gelen
temsilcilerinden biri şüphesiz Kant olmuştur diyebiliriz. Kant, felsefesini
Aristo gibi varlık kavramı etrafında sistemleştirmiştir öyle ki, en meşhur eseri
Critique of Pure Reason isimli kitabında gerçekliği ‘varlık’ kavramına göre
tarif etmektedir [bakınız: Kant, 1781/1993, s. 146].
Kant’ın
sistemleştirdiği kavramsal yapıyı bugün hemen hemen bütün Batı bilim ve zihin
felsefelerinin temellerinde görmek mümkündür[*]. Kant varlıkları algılamamızın,
zihnimizde gelişen kategoriler vasıtasıyla olduğunu söylemiştir. Bu kategoriler
varlıkların genel özelliklerini ve aralarındaki alakaları tesbit etmektedir.
Kant bu kategorilerin zihnimizde şemalaştırıldığını ve nesneleri bu şemalarla
algıladığımızı öne sürmüştür:
“Bir nesneyi algılayabilmemiz için zihnin
şemalaştırılmış kategorileri duyu verilerimize uygulaması gereklidir. … Bilgimiz
bu şekilde [zihnimizde] oluşturlumuş nesnelerle sınırlıdır. Kant, kategoriler
altına getirilmeyen saf duyu algılamasının ve bu duyu algılamasının kaynağı olan
nesnelerin (Kant bunlara kendi zatında nesneler demektedir) bizim tarafımızdan
bilinemeyeceğini öne sürmüştür. Bu yüzden nesnelerin kendi zatında gerçekte
nasıl olduklarını araştırmak anlamsızdır.” [Bechtel, 1988a, s.
14]
Böylece Kant’ın görüşleri, ‘gerçekliği hiçbir zaman idrak edemeyiz’
sonucunda düğümleniyor. İşte bu görüş günümüze kadar gelen bilim anlayışının da
temelini oluşturmaktadır. Bu anlayışın teorilerin geliştirilmesi açısından ne
gibi sonuçları olduğunu ilerki bölümlerde tafsilatıyla inceleyeceğiz. Fakat
burada hemen şöyle bir soru zihnimize takılmaktadır: Eğer gerçekliği idrak
etmeye çabalamak insanlar için anlamsız kabul edilirse, başka hangi varlık için
bu iş anlamlı olacaktır? Kant’ın kategorilerinde ve bugünkü Batı düşüncesinde ve
bilim anlayışında eksik olan işte bu gerçeklik kavramıdır.
-------
[*]
Kant’ın ‘şema’ fikri bile bugün yapay zekada bilgi temsilinde kullanılan önemli
bir metot olan ‘çerçeve’ (frame) yapılarının esasını teşkil
etmektedir.
Kant bir yandan nesnelerin gerçekte nasıl olduklarını
bilemeyeceğimizi söylerken öte yandan da klasik fiziğin bazı prensiplerinin
kesin doğru olduğunu bilebileceğimizi söylemektedir [Kant 1781/1993, s. 39].
Bugün klasik fiziğin prensiplerinin doğruluğunun kesin olmadığını biliyoruz. Bir
hükmün, prensibin veya ifadenin kesin doğru olması için gerçekliği ifade
ettiğinin bilinmesi gerekir. Gerçekliğin algılanması da ancak mükemmel, yani
kusursuz bir kavram sistemi içinde olabilir.
2. Avrupa’da Bilim
Geleneğinin Oluşması
Aristo ile en gelişmiş şeklini alan eski Yunan
düşüncesini Avrupa’ya taşıyan, Klasik Devir (9-12. Yüzyıl) müslüman bilginler de
– mesela Farabi, İbni Sina ve İbn Rüşd, bu düşünce sisteminden etkilenmişlerdir.
Eski Yunan düşüncesinin tesirleri sadece felsefi düşünce ile sınırlı kalmamış,
kelam ve akaid tartışmalarına kadar girmiştir. Bu etkilenmenin boyutlarını
görebilmek için vücud (varlık) kavramının, bu dönem müslüman bilginlerinin
eserlerindeki yerine bakmak yeterli olacaktır. Abbasiler döneminde (750-1254)
eski Yunan mirasına sahip çıkan müslümanların bundan etkilenmelerine bir açıdan
bakıldığında fazla şaşmamak gerekir, çünkü bu miras onlara oldukça gelişmiş
görünen sistematik bir düşünce geleneği sunmuştur.
Müslümanlar bu mirasa
sahip çıkarken, bunun sağladığı teknik ve sistematik düşünme imkanlarına
kavuştuklarını hesap etmişlerdir. Burada teknikten kasıt mantık ve geometrinin
sağladığı imkanlar; sistematik düşünme imkanlarından kasıt da bu mirasın
getirdiği kavram sistemidir. Fakat ne yazık ki,bunu yaparken farkında olmadan,
kendilerine gelen Kur’an ile kazandıkları kavram sisteminden de uzaklaştıklarını
görememişlerdir. Eski Yunan düşünce geleneğinin kavramsal yapıları müslüman
düşünürler ve kelamcılar tarafından Kur’an’daki kelimeler dokusuyla ciddi bir
şekilde karşılaştırılarak değerlendirilmemiştir. Bu durum, müslümanların ‘tabii
lisanında’ kavramsal bozulmalara yol açmıştır. Bu bozulmanın en çarpıcı
örneklerinden biri vücud (varlık) kavramının lisanlarında, Kitap’ta en temel
kavramlardan biri olan hakk (gerçeklik) kelimesinin yerine geçmiş olmasıdır. Bu
kavramsal bozulma Kitap’taki diğer birçok kelimenin de kullanım çerçevelerinin
dışına itilmesine yol açmıştır[*]. Halbuki bu kelimeler gerçekliğin tanınmasında
ve bilinmesinde en zengin ve en uygun kavramlar ağacını meydana
getirmektedir.
Müslümanların lisanında meydana gelen bu ciddi kavramsal
değişim sonunda onları dünyaya ve olaylara bakışlarında, gerçeklik (hakk)
kelimesi yerine varlık (vücud) merkezli bir kavramlar örgüsünün çerçevesi içine
sokmuştur. Bilgi ile gerçeklik arasındaki alakanın bu şekilde kopması İslam
medeniyetinde bilim ve felsefe çalışmalarının farz oluşunu[**] ve hatta
meşruiyetini hukuki temellerinden koparmış ve sonunda bu medeniyette araştırma
geleneğinin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Müslümanların bilimsel
araştırmalardan çekilmesi de onların mirasını devralan Avrupa’da yapılan
çalışmalarda bilim ve gerçeklik arasındaki alakanın tamamen ihmal edilmesine yol
açmıştır. Bu konunun ayrıca ve ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir.
İncelememizin sonuç bölümünde bilim ve gerçeklik konusuyla ilgili bazı ön
tesbitlerimizi ortaya koyacağız. Fakat şimdi, Avrupa’da bilim geleneğinin
oluşması konusuna devam edelim.
---------
[*] Bu kavramsal bozulma ve
sonuçları konusunda tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “Islam’da
Bilginin Temelleri”. Istanbul: Iz Yayıncılık.
[**] Son büyük müslüman bilim
felsefecisi ve aynı zamanda Maliki hukukçusu olan İbn Rüşd, bilim ve felsefenin
hukuki gerekliliğini Fasl el Makal isimli kitabında tafsilatlı bir şekilde
ortaya koymaktadır. Bakınız: Hourani (1976).
Batı düşüncesi, bilim
anlayışında müslümanlardan devralınan ve deneysel metoda dayanan araştırma
geleneği ile eski Yunan’dan gelen felsefi mirasın ve bunun kavramsal yapısının
büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Böylece, Avrupa’da geliştirilen bilim
felsefesi temelde varlık kavramı etrafında şekillenmiştir. Bugün bile geçerli
sayılan madde, atom ve parçacık kavramları bu yapı içinde yerini bulan
kavramlardır. İşte ‘varlık’ merkezli bu bilim anlayışı, Ptoleme’den (Batlamyus,
y. 90-168) Pierre Duhem’e (1861-1916), ve ondan da günümüze kadar gelen bir
bilimsel teori anlayışının da temelini oluşturmaktadır. Bu anlayışa göre,
bilimsel teorilerin içinde geliştirildiği lisanın gerçeklikle alakası önemli
değildir, yeter ki bu lisan içinde teoriye veya bunun modellerine göre yapılan
hesaplar gözlem sonuçlarıyla ‘sağlanıyor’ olsun. Bu meseleye açıklık kazandırmak
için incelememize Ptoleme’nin astronomi teorisinden başlamamız
gerekiyor.
Ptoleme’nin dünya merkezli astronomi modelinde gök
cisimlerinin yörünge hareketleri eksantrik ve episaykıl adı verilen karışık
geometrik eğrilerle gösterilmekteydi[*].
-------
[*] Eksantrik: bir eğri
parçası üzerinde gidip gelen; episaykıl: bir daire çemberine teğet olarak
yuvarlanan ikinci bir dairenin çemberi üzerindeki bir noktanın çizdiği
şekil.
Ptoleme teorisini öğrenen müslümanlar buna dayanarak yaptıkları
hesaplarda gök cisimlerinin hareketlerinin bu modelle yeterli bir doğrulukla ön
görülebileceğini tesbit etmişlerdi. Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin
gelişmesinde büyük rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın
matematikçi ve astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Ptoleme’un
astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabındaki verilerden
hangisinin daha güvenilir olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki
Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay
süren astronomik gözlemlerden sonra Ptoleme’nin yıldızların ve diğer gök
cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdiği bilgilerin gözlem
sonuçlarına daha uygun olduğunu tesbit etmişti.[Demirci, 1996, s. 128-129]
Fakat müslüman gökbilimciler çok geçmeden, gözlem sonuçlarına uysa da
gerçeğe uymadığı düşüncesiyle bu modele karşı çıktılar. Ptoleme’nin astronomi
modeline İslam bilginlerinden ilk ciddi tenkidler, Beyt-ül Hikme
astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla
da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan İbn Heysem (965-1051)
tarafından gelmişti[bakınız: Duhem, 1969, s. 26; Huff, 1993, s. 56].
Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek, içinde
Ptoleme’nin kullandığı eksantrik ve episaykıl gibi karışık eğriler olmayan yeni
bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı[Duhem, 1969, s. 29]. Fakat Ptoleme’nin
eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan
modeline en sistematik tenkid, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile Merakeş'te
astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (1126-1198)
tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Ptoleme modelinin ‘gerçeklere uymadığını’,
çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek fiziki bir
modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi
teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne
sürmüştür[Duhem, 1969, s. 30]. İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini
kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine
dayandırılmalıydı[*]:
“Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi
geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda
fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Ptoleme, astronominin
doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri
açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine
kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız...
Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur;
elimizdeki [Ptoleme modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir.”
[Duhem,1969, s.31]
Bilim felsefecisi Duhem ise farklı bir yaklaşımla
burada İbn Rüşd'ü, Ptoleme ve onun gibi düşünen Eski Yunan gökbilimcilerinin
yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış olmakla vasıflandırıyor ve bir
bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin ‘doğru’ olmasının gerekmediğini
söylüyor. Bilim adamı için, teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle
uyuşmasının – gene kendi ifadesiyle 'olayları kurtarmasının' – yeterli olduğunu
ifade ediyor[Duhem, 1969, s.31].
----
[*] İbn Rüşd burada Aristo’nun
fizik prensiplerini kasdetmektedir. Aristo’ya göre en mükemmel hareket dairesel
hareketti.
İbn Rüşd ise, Aristo’nun ‘Fizik’ kitabını iyi incelemiş bir
felsefeci olarak şunları söylüyor:
“Aristo mantığı, fiziği ve metafiziği
kurdu ve geliştirdi. Bunları o kurdu diyorum, çünkü bu bilimler üzerine ondan
önce yazılmış eserler bahsedilmeye değmez ve [Aristo’nun] yazdıkları yanında çok
sönük kalmaktadır. Bunları tamamlamıştır diyorum, çünkü ondan sonra ta günümüze
kadar, yani yaklaşık onbeş asırdır hiç kimse onun yazdıklarına ne bir ilave
yapabilmiş ne de onlarda önemli bir hata bulabilmiştir.” [Duhem, 1969, s.
29]
Duhem ise İbn Rüşd’den aktardığı bu sözlerin hemen öncesinde şöyle
demektedir:
“Bu konuda o [İbn Rüşd] Aristo’ya fanatik bir şekilde sadık
kalmaktaydı. Aristo’nun Fizik kitabı üzerine yaptığı yorumda şöyle demektedir:
…” [Duhem, 1969, s. 29]
Duhem’in burada göremediği şey, yalnız İbn
Rüşd’ün değil, ondan 800 yıl sonra bile bütün klasik ve modern fiziğin en temel
kavramlarının Aristo'nun Fizik kitabında tekrar tekrar tarif ettiği kavramlar
olmasıdır. Dolayısıyla, temel kavramlar açısından bugünkü fizikçileri de
Duhem’in deyimiyle ‘Aristo fanatiği’ olarak görmemiz mümkündür. Bugün fiziğin en
gelişmiş iki teorisinin – genel relativite ve kuantum teorisi –
birleştirilememesi de büyük ölçüde bu yüzdendir. Bu kavramların neler olduğu ve
bunların klasik ve modern fizikteki fonksiyonlarını Bölüm 4’te göreceğiz. Şimdi
tekrar İbn Rüşd’ün Ptoleme teorisi hakkında söylediklerine ve bunun yankılarına
dönelim.
İbn Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci
(1200’ler) olmak üzere batıda Endülüs’te ve doğuda Meraga rasathanesinde Tusi
(ö. 1274) gibi gökbilimciler tarafından İslam dünyasında yeni astronomi
çalışmalarının başlamasına yol açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde
ilk defa, bilim felsefecisi Lakatos’un deyimiyle bir ‘araştırma programı’nın
başlatılmasına öncülük etmiştir [bakınız: Huff, 1993, s. 54-61]. İbn Rüşd’ün
görüşleri onüçüncü yüzyıldan itibaren Avrupa’da da geniş yankı yapmış ve başta
skolastik felsfeci Thomas Aquinas (1225-74) olmak üzere özellikle İtalya’da
astronomi ve felsefeyle uğraşan birçok kişi tarafından benimsenmiştir[*] [Duhem,
1969, s. 41-60].
------
[*] Ptoleme astronomisi hakkında İbn Rüşd’ün
söylediği ‘zevahiri kurtarmak’ sözü uzun süre Latin felsefecilerin kitaplarında
salvare apparentias (görüntüyü kurtarmak) olarak yer almıştır. Bakınız: Duhem,
1969, s. 41-60.
Avrupa’daki bu kültürel atmosfer içinde yeni astronominin
kuruluşu, Tusi’nin çalışmalarını da incelemiş olduğu anlaşılan Kopernik
(Copernicus, 1473-1543) tarafından tamamlanmıştır [bakınız: Huff, 1993, s.
55-58]. İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı görüşleri olmasaydı, yeni astronominin
gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu düşünmek gerekiyor.
Özetle
Avrupa’da bilim geleneği, (1) eski Yunan düşüncesinden gelen temel kavramlar,
mantık ve geometri, (2) Müslümanların geliştirdiği cebir, geometri ve
trigonometri ile deney, gözlem ve ölçmeye dayanan araştırma geleneği üzerine
kurulup gelişmiştir.
Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki yukarıda
bahsettiğimiz görüşleri kendisinden sonraki bilim felsefecileri tarafından da
kabul görmüştür. Birazdan göreceğimiz gibi, ne mantıksal pozitivistler, ne
onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi felsefeciler Duhem'in bilimle
gerçeklik arasında bir alaka olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine ciddi
bir itirazda bulunmamışlardır. Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik
(verifiability) ve Popper'in yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile
Kuhn'un relativist ve Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu
bilim anlayışıyla çelişmemektedir.
Bu görüşler geçtiğimiz yüzyılda bilim
adamları tarafından da benimsenmiş ve yirminci yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu
bilim anlayışı üzerinde gelişmiştir. Fakat daha yirminci yüzyılın ilk yarısında,
halen fiziğin en gelişmiş ve en başarılı iki teorisi olan genel relativite
teorisiyle kuantum teorisinin, dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan
bütün çabalarına rağmen birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut
fizik teorilerinin üzerine kurulduğu lisanın temel kavramlarıyla gerçeklik
arasında ciddi bir uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir.
3. Batı
Bilim Felsefesi ve Gerçeklik
Modern Batı bilim felsefesinin gelişmesinde
İbn Rüşd’den sonra birçok Avrupa’lı felsefecinin katkısı olmuştur. Bunlar
arasında Bacon, Dekart (Descartes), Locke, Hume, Kant gibi önde gelen isimleri
sayabiliriz. Biz burada yirminci yüzyıl bilim felsefesinin gelişme seyrini Duhem
ve Mach gibi hem fizikçi ve hem de felsefeci iki isimden başlayıp mantıksal
pozitivistlerden Laudan’a kadar kısaca özetleyeceğiz.
Pozitivist olmadığı
halde pozitivizmin[*] öncülerinden sayılan Duhem’e göre teorinin ve genel olarak
bilimin amacı, sonuçta teoriyi kullanarak yapılan hesaplara dayanarak olaylara
uygun açıklama ve öngörüler yapmamızı sağlamasıdır [Duhem, 1969, s. 31]. Bu
anlayış günümüz teori ve bilim anlayışını da özet olarak ifade etmektedir. Duhem
bu görüşünü The Aim and Structure of Physical Theory (Fiziksel Teorinin Amacı ve
Yapısı) isimli kitabında altını çizerek şöyle ifade
etmektedir:
“Deneylerle uyum içinde olması bir fizik teorisinin doğru
sayılması için tek kriterdir.” [Duhem, 1991, s. 21]
Aslında hangi amaçla
geliştirilmiş olursa olsun bir teorinin doğruluğundan veya yanlışlığından
bahsetmek anlamsızdır. Teorilerin ancak geliştirildikleri amaç için uygun olup
olmadıklarından bahsedilebilir.
-----
[*] Pozitivizm adı felsefi bir
terim olarak ilk defa Fransız felsefecisi Comte tarafından
kullanılmıştır.
Duhem’in anlayışına göre teoriler belli bir çerçeve
içinde yapılan gözlem sonuçlarını matematiksel yapılar kullanarak yasalar
şeklinde özetleyen lisanlardır. Bu anlayış, birazdan göreceğimiz gibi, bilimsel
teorilere lisan içinde temel bir fonksiyon yüklemeye çalışan mantıksal
pozivistlerin teori anlayışından farklıdır.
Mantıksal pozitivizmin temel
prensiplerini ortaya koyan bir fizikçi ve bilim felsefecisi olarak kabul edilen
Mach’a göre bilim birtakım temel unsurlar ve bunların birbirleriyle bağıntıları
üzerine kurulur. Bu unsurların özellikleri başlangıçta bilinmez, fakat
keşfedilmesi gerekir. Mach’ın görüşleri mantıksal pozitivistlerin ilham kaynağı
olmuştur. Bilimin gerçeklikle alakası konusunda ciddi birşey söylememiş olmasına
karşılık, bizim açımızdan Mach’ın en önemli sözü bilimin her yanının araştırma
konusu yapılabilmesi ile ilgili olan sözüdür. Kendi çağının ‘donuk’ bilim
anlayışını değerlendirirken, zaman ve nesnel varlık (objective existence) gibi
kavramların tartışmasız kabul edilmesini eleştirmiştir. Mach’ın düşünceleri
sadece mantıksal pozitivistleri etkilemekle kalmamış, Wittgenstein’ın ilk dönem
felsefesini ve Einstein’ın fizik (uzay-zaman) anlayışını da
etkilemiştir.
Mantıksal Pozitivizm 1920’lerde Orta Avrupa’da (özellikle
‘Viyana Çevresi’ ile Avusturya’da) ortaya çıkmıştır. Mantıksal pozitivistler,
yeni fiziğin hayranları olarak bilimin mahiyetini ve onu güvenilir yapan
yönlerini araştırmayla işe başlamışlardır.
Pozitivistler bilimsel
teorileri, hatta teori geliştirme ve yenileme gibi bilimsel faaliyetleri formel
hale getirmek için sembolik mantığın sağladığı imkanları kullanmışlardır. Ancak
sembolik mantık dedüktif bir yapıya sahiptir ve bilim adamları teori
geliştirmede çoğu zaman dedüktif kalıplara uymazlar, soyutlama, analojik ve
ters-dedüktif (abductive) çıkarım gibi dedüktif olmayan düşünce yapılarını
kullanırlar. Bu yüzden bilimsel faaliyetleri ‘bilimsel buluşlar çerçevesi’ ve
bunların rasyonel olarak değerlendirildiği ‘hipotez sağlama çerçevesi’ olmak
üzere iki çerçeveye ayırdılar. Buluşlar çerçevesinin mantıksal olmayabileceğini
ve buluşlarla ilgili araştırmaların psikolojinin konusuna girdiğini kabul
ettiler.
Bu şekilde bütün dikkatlerini, bilimsel teorilerin eldeki
verilere dayanarak doğru sayılıp sayılmayacağına karar verebilecekleri hipotez
sağlama yordamlarına yoğunlaştırdılar. Mantıksal pozitivistlere göre bazı
hükümler tecrübeyle doğrudan doğruya sağlanabilir. Duyularımız bunların doğru
mu, yanlış mı olduğunu dolaysız olarak bize söyleyebilir. Pozitivistler bunlara
‘protokol cümleleri’ adını vermişlerdir. Gözlem hükümlerinin fiziksel dünyadaki
nesnelerin durumlarını anlattığını söylemişler ve böylece fiziksel
gözlemlenebilirliğe büyük önem vermişlerdir.
Mantıksal pozitivistler
için bilimin esas meselesi, tabiattaki olayları açıklama ve teoriyi kullanarak
yapılan öngörülerdir. Pozitivistlere göre bir olayın açıklanması, o olayı
anlatan bir ifadenin teorinin hipotezlerinden türetilmesidir. Bu yüzden
dedüksiyon (kıyas) pozitivistlerin açıklama anlayışında merkezi bir öneme
sahiptir. Pozitivistler daha sonra istatistiksel açıklamaları da bu şemaya ilave
etmişlerdir[*].
Mantıksal pozitivistlerin üzerinde durduğu diğer bir konu
ise teorilerin aksiyomatik hale getirilmesidir. Pozitivistler matematikteki
gibi, bilimsel teorilerin de bir dizi ilkel terimler ve aksiyomlar üzerine
kurulacak dedüktif yapılara çevrilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
----
[*] Bakınız: Carnap, R. (1971). “Logical Foundations of
Probability”. Chicago: The Chicago University Press.
Pozitivistler,
aksiyomatikleştirmenin bilim adamlarının teorik terimleri dikkatli kullanmaya
zorlayacağını ve bunun da bilimsel çalışmaya açıklık kazandıracağını
düşünüyorlardı. Bundan başka aksiyomatikleştirme bilimlerin birleşmesine de yol
açacaktı. Bütün bilimlerin birleştirilmesi ve tek bilim halinde toplanması
sonuçta ‘teori indirgeme’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Pozitivistlere göre
bilimlerin kat kat ve farklı disiplinler olması mevcut anlayışın
yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Mantıksal pozitivistlerin teori
indirgeme programı tamamen yanlış bir anlayışa dayanmaktadır. Aristo’dan
günümüze kadar gelen ve bilim adamlarınca halen revaçta olan teori anlayışına
göre, bir teorinin geçerli sayılabilmesi için teoriyi kullanarak yapılan
hesapların gözlem sonuçlarına uyması yeterlidir. Bilimin gerçeklikle alakasının
prensip olarak dışlandığı bir anlayış içinde tabiat hakkında birtakım hükümlere
dayanarak farklı alanlardaki teorilerin bir diğerine indirgenebileceğini
söylemek sadece bir spekülasyondur.
Bu şekilde mesela hücre
biyolojisinin fiziğe indirgenmeye çalışılması fiziğe birşey katmayacağı gibi,
biyolojideki muhtemel gelişmeleri de engellemektedir. Özellikle canlı hücresinin
sadece bir fiziksel sistem olarak görülmesi fiziğin en çok test edilmiş entropi
yasasına da aykırıdır. Çünkü bir canlı hücresi, diğer tabii fiziksel sistemlerin
aksine çevreyle etkileşimlerinde kendi içindeki düzenliliği koruyabilen hatta
bazan arttırabilen, yani entropisini azaltabilen bir sistemdir. Biyolojik
sistemlerde canlılığın ne olduğu tam olarak anlaşılmadan yapılacak bu tür
indirgeme çalışmaları anlamsız kalmaktadır. Canlı sistemlerin davranışları
cansız kimyasal sistemlerden farklı olarak ‘amaç’ ve ‘fonksiyon’ kavramlarından
bağımsız olarak tanımlanamaz ve fiziksel kavramlarla açıklanamaz.
Ayrıca
ve en önemlisi mevcut kavram sistemi içinde geliştirilmiş iki büyük fizik
teorisi bile birleştirilemezken biyolojik teorilerin bunlar üzerine nasıl
yerleştirileceği ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mantıksal pozitivistler ayrıca, Duhem’in aksine bilime ve dolayısıyla
bilimsel teorilere lisanda merkezi bir yer ayırmaya çalışmış, hatta bunun
dışında bilgi olarak öne sürülen ifadeleri anlamsız saymışlardır. Bu şekilde
teorilere, bunların sahip olmadığı yeni bir fonksiyon yüklemeye
çalışmışlardır.
Mantıksal pozitivizme ilk büyük eleştiri Viyana Çevresi
üyeleri ile temasta olan Felsefeci Karl Popper’dan geldi [bakınız: Bechtel,
1988b, s. 32]. Pozitivistler olumlu testlerin bir hipotezi destekleyeceğini
düşünüyorlardı. Popper, Hume’un genel bir hükmün doğruluğunun gözlemlerle
kanıtlanamayacağı sözüne benzer bir şekilde, pozitivistlerin bu kabulünün doğru
sayılamayacağını öne sürdü. Hiçbir sonlu sayıda deney bir hipotezin doğruluğunu
sağlayamaz. Popper bunun yerine klasik mantıkta ters kıyasa (modus tollens)
dayanan kendi çözümünü önerdi: yanlışlanabilirlik. Bu kriterden hareketle
hipotezlerin yanlışlanabilir olmasını, ve yanlışlanmadığı sürece de teyid
edilmiş (corraborated) sayılabileceğini önerdi.
Popper, kendi programını
‘tahminler ve çürütmeler’ (conjectures and refutations) olarak vasıflandırdı.
Buna göre bir bilim adamı dünya hakkında tahminler yapmalı sonra da bunların
yanlış olduğunu bulmaya çalışmalıydı. Bir hipotezin yanlış olduğu görülünce de
bu terkedilmeliydi. Bu şekilde bilimsel teoriler bilimsel olmayanlardan
yanlışlanabilirlik riski ile ayrılmalıydı. Ona göre, eğer bir teori doğru ise,
bazı şeylerin olamayacağını söylemesi gerekiyordu[*]. Bir teori ne kadar fazla
ihtimali dışlıyorsa o kadar güçlü, yani bilgi verici bir teoriydi.
Popper, mantıksal pozitivistlerin doğrulanabilirlik kriteri yerine
teorilerin ‘sınanabilirlik’ (testability) kriterini getiriyordu. Esas bilimsel
teoriler Einstein’in genel relativite teorisi gibi kritik testlerden
geçirilebilenlerdi. Buna karşılık Popper, Freud ve Adler’ci psikolojiyi bu tür
yanlışlanabilirlik testleri için uygun bulmuyor ve bu yüzden bunları bilimsel
teori olarak görmüyordu.
----------
* Bechtel (1988b, s. 34) Popper’in bu
konudaki görüşünü böyle özetliyor, fakat teorilerin doğruluğundan veya
yanlışlığından bahsetmek anlamsızdır.
Pozitivizm-sonrası bilim
felsefesinin gelişmesinde ilk etken Kuhn’un Structure of Scientific Revolutions
kitabı olmuştur[Kuhn, 1962]. Kuhn bilim tarihinde yaptığı çalışmalara dayanarak
bilimsel disiplinlerin gelişmesinde beş safhadan bahseder: (1) olgunlaşmamış
bilim, (2) normal, olgun bilim, (3) kriz bilimi, (4) devrimci bilim, (5) çözülüm
ve normal bilime dönüş [bakınız: Bechtel, 1988b, s. 52].
Normal bilim,
Kuhn’un tabiriyle bir ‘paradigma’ veya ‘teorik kafes’ oluşmasını gerektirir. Bir
paradigma basit bir model veya teoriden başka bu teori veya modelin nasıl
geliştirileceğini ve daha ileri araştırmalarda nasıl uygulanacağını da ihtiva
eder. Kuhn’a göre bir teorinin aksiyomatik yapıya kavuşturulabilir olması şart
değildir. Teori kendisinden gözlemlerin türetileceği bir aksiyomlar cümlesi de
değildir. Bir bilim adamının amacı da ne teorileri doğrulamak ne de
yanlışlamaktır, teoriyi tabiata uygun hale getirmektir[Bechtel, 1988b, s. 53].
Bilim adamının davranışı, bilimin gelişme safhalarına göre birbirinden
farklıdır. Normal bilimde teorik öngörüler ve gözlemler arasındaki farklar bilim
adamı tarafından teoriyi yanlışlama olarak görülmez, bilim adamının çözmesi
gereken yeni bilimsel problemler olarak görülür. Kuhn’a göre deneyler teoriyle
uyuşmadığında genellikle problem deneylere atfedilir, teoriye değil. Deneycinin
görevi teoriye uyan deney sonuçları elde etmektir.
Özet olarak Kuhn,
tarih içinde bilimin hangi safhalardan geçerek nasıl geliştiği üzerinde durmuş
fakat teorilerin dayandığı temel kavramlar, bunların bilim tarihi içinde nasıl
geliştiği ve bir kavramlar örgüsü meydana getirdiği, ve teorilerde bunların
nasıl iş gördüğü gibi konularla ilgilenmemiştir.
Kuhn’un paradigmaların
birbirinin yerini nasıl aldığı konusundaki görüşleri pozitivistler tarafından
eleştirilere uğradı. Fakat Feyerabend [1975] Kuhn’dan da ileri giderek,
pozitivist felsefenin iki özelliğine karşı çıktı: ‘tutarlılık şartı’ ile ‘anlam
değişmezliği şartı’. Tutarlılık, yeni teorinin mevcut teorilerle tutarlı
olmasıdır. Anlam değişmezliği ise aynı terimlerin anlamının teoriler arasında
değişmezliği prensibidir. Feyerabend bu iki prensibi bilim tarihinden örnekler
vererek reddetmektedir.
Feyerabend aynı zamanda, bilim adamlarının bir
teori yanlışlanana kadar onu kabul etmesi gerektiği anlayışını da reddeder. Ona
göre, bir teoriyi yanlışlayacak verileri bulabilmek için alternatif teoriler de
geliştirilmelidir.
Feyerabend’a göre bilim, çoğulcu bir araştırmanın
korunmasıyla mümkündür. Pozitivizmi ve Kuhn’cu anlayışı böylece reddettikten
sonra Feyerabend, bilime uygulanmak istenen katı metodolojik prensipleri inkar
eden ‘metodolojik anarşizm’ adını verdiği bir prensip geliştirdi. Ona göre,
önerilen bütün metodolojik kurallar bilimin gelişmesi sürecinde iyi bilim
adamları tarafından ihlal edilmiştir. Kendisini Popper’e yakın görmekle beraber,
yanlışlanmış teorilerin bile izlenmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre bilimin
gelişmesine en büyük katkıları yapanlar, ilkeleri çiğneyenlerdir. Feyerabend
aynı zamanda teoriler arasında seçim yapmak için rasyonel kriterler
geliştirilmesine de karşı çıkmıştır.
Diğer bir bilim felsefecisi Lakatos,
bilim tarihinden örnekleri dönem olarak alıp analiz ederek ve pozitivist bir
çerçevede bunları yeniden düzenleyerek rasyonel bir faaliyet olarak bilimin
nasıl geliştiğini göstermeye çalışmıştır[*]. Lakatos, Kuhn’un aksine bilimin
normal bilim safhasında sadece bir paradigma tarafından yönetildiğini kabul
etmez, bir paradigma içinde gelişmeler devam ederken, alternatif paradigmalar
arasındaki rekabet de devam eder.
Lakatos, Kuhn’un ‘paradigma’ kavramı
yerine ‘araştırma programı’ kavramını getirmiştir. Bir araştırma programı
içindeki farklı teorilerin ortak bir ‘çekirdeği’ ve bir de ‘koruyucu halkası’
vardır. Çekirdek, o araştırma programı devam ettiği sürece korunur, fakat
araştırıcılar araştırma sırasında buldukları verileri yorumlayabilmek için
koruyucu halka içindeki kabullerini değiştirebilirler. Bilim felsefesine
getirdiği bu kavramlar çerçevesinde bilim tarihindeki bazı araştırma
programlarının nasıl geliştiğini örneklerle anlatmaktadır [Lakatos, 1974, s.
138-154].
-----------
[*] Bakınız: Lakatos [1974]; Bechtel [1988b, s.
60].
Lakatos bir araştırma programının gelişimci olup olmadığını, onun
hem teorik hem de ampirik gelişme göstermesi şartına bağlar. Gelişme göstermeyen
araştırma programı Lakatos’a göre çözülüyor demektir, fakat bir araştırma
programının çözülüyor olduğuna karar vermek onun tamamen terkedilmesine yol
açmamalıdır. Bir program başlangıçta çok gelişmeci olabilir, sonra
duraklayabilir, sonra tekrar gelişebilir. Lakatos’a göre ümit vadeden yeni
araştırma programları başlangıçta bunlara gelişme fırsatı verilmesi için
desteklenmelidir.
Görüldüğü gibi Lakatos, bilim felsefesine ‘araştırma
programı’, ‘ortak çekirdek’ ve ‘koruyucu halka’ gibi bazı faydalı kavramları
kazandırmakla beraber, söyledikleri genel olarak tarihi gelişme içinde bilim
adamlarının davranışlarının bir modelinden ibaret kalmaktadır.
Son olarak
Laudan[1977], Kuhn ve Lakatos gibi bilim felsefecilerinin kuvvetli yanlarını
alan ve zayıf taraflarını giderecek bir bilimsel faaliyet anlayışı ortaya
koymaya çalışmıştır. Öncekiler gibi o da bilim adamının başlıca işinin problem
çözmek olduğunu kabul etmiştir[Bechtel, 1988b, s. 63.]. Fakat bize göre bu görüş
Kuhn tarafından ‘normal bilim’ adı verilen faaliyetler için sözkonusu olabilir.
Esas önemli olan, problem çözmek değil, problemleri tesbit etmek, hem de doğru
tesbit edebilmektir. Problem çözme ancak bundan sonra söz konusu olabilir. Bunun
için de iyi bir bilim adamının aynı zamanda iyi bir felsefeci olması
gerekmektedir. Burada ‘felsefe’ derken, metafiziği değil, kavramların gündelik
lisanda, ve mantık, matematik gibi formel lisanlarda fizik ve kozmoloji gibi
teorik lisanlarda nasıl kullanıldığını ve ne iş gördüğünü iyi bilmeyi
kastediyoruz.
Laudan, bilim felsefesine Lakatos’un ‘araştırma
programları’ kavramından sonra yeni bir kavram getirmiştir: ‘araştırma
geleneği’. Bunun, Lakatos’un araştırma programlarından farkı, bir dizi teoriyi
içine almakla beraber değişmez bir çekirdeği olmamasıdır. Araştırma geleneğini
bir arada tutan şey, tabiat ve dünya hakkındaki ortak kavramlar ve kabuller, ve
teorilerin nasıl geliştirileceği ve nasıl yenileneceğine dair metodolojik
kurallardır.
Laudan’ın bilim ve gerçeklik arasındaki alaka açısından
önemli sayılabilecek bazı görüşleri bulunmaktadır. Ona göre araştırma
geleneğinin karşılaşabileceği iki tür problem vardır: mevcut teorilerin ampirik
yetersizlikleri ve bu gelenek içindeki teorilerle ilgili kavramsal problemler.
Ampirik problemlerin çözümünde izlenecek yollar Kuhn ve Lakatos’un önerdiği
yollardır. Laudan’ın esas katkısı, bilimsel araştırmalarla ilgili kavramsal
problemleri önemli bir problem türü olarak görmesidir[Bechtel, 1988b, s.
63].
Laudan’a göre bilim adamının görevi hem ampirik hem de kavramsal
problemleri çözmektir. Bu çabada, birbirine rakip araştırma geleneklerinin
karşılaştırmasını yapabilmek de önem kazanmaktadır. Laudan da, Lakatos gibi,
araştırma geleneklerinin karşılaştırılmasında gelişmeciliği esas alır; ayrıca
gerektiğinde iki farklı araştırma geleneğinin bir arada yürütülmesini de uygun
görmektedir.
Laudan, gelişmeci görüşü kabul etmekle beraber, diğer birçok
felsefecinin aksine bilimin gerçeğe giderek yaklaştığı düşüncesini kabul etmez.
Laudan’a göre bilimsel araştırma için gerçekliğe ulaşmak bir amaç değildir,
gelişme yeterli bir amaçtır.
Bu değerlendirmelerden de gördüğümüz gibi,
Laudan’ın görüşleri bilimsel araştırmanın karakteri hakkında önemli şeyler
söylemekle beraber, bilimle gerçeklik arasındaki alaka konusunda Ptoleme’den
Duhem’e, ondan da günümüze kadar gelen anlayış dışında birşey söylememektedir.
Bize göre bilimsel araştırmanın en büyük meselesi, bilimle gerçeklik arasındaki
alakadır ve bu konuda ciddi hiçbir felsefi çalışma halen görülmemektedir.
Bilim felsefesi alanında son yıllardaki en önemli gelişme bilimsel
buluşların bilgisayar programları ile modellendirilmesi ve bilgisayarla bilim
felsefesi çalışmalarıdır. Bilimsel buluşlar üzerine 1970’lerin sonlarında BACON
[Langley, 1977] programıyla başlayan ilk çalışmalar 1980’lerde hızlanmış ve
STAHL [Zytkow & Simon, 1986], STAHLp [Rose & Langley, 1986] ve BR-3
[Kocabaş, 1991] gibi sistemlerle devam etmiştir. BACON programı klasik fizikte
iki değişkenli lineer, polinom ve hiperbolik fonksiyonlarla ifade edilen birçok
bağıntıyı bulabildiği gibi ideal gaz kanunu gibi çok değişkenli bağıntıları da
bulabilmektedir[*]. STAHL programı onsekizinci yüzyılda Alman kimyacısı Stahl’ın
flojiston teorisine dayanarak kimyasal bileşiklerin bileşenlerinin bulunmasını
modellendirmektedir. STAHLp ise önceki sisteme ilaveten Stahl’ın flojiston
teorisinden Lavazye’nin (Lavoisier) oksijen teorisine nasıl geçildiğini, yani
Kuhn’un tabiriyle bir paradigma değişikliğinin hangi şartlar içinde oluştuğunu
modellendirmektedir.
BR-3 programı ise 1930-60 yılları arasında parçacık
fiziğinde elementer parçacıkların kuantum özelliklerinin bulunuşunu
modellendirmektedir. Bu program, çalışması sırasında çelişki çözümleme yoluyla
teori yenileme ve teori geliştirmeyi de modellendirmektedir. Bu programın
genelleştirilmiş bir versiyonu Valdes-Perez [1996] tarafından
geliştirilmiştir.
--------
[*] Tafsilatlı bilgi için bakınız: Langley,
Simon, Bradshaw ve Zytkow (1987).
Bilimsel buluşların modellendirilmesi
çalışmaları, bilimsel araştırmanın safhaları konusunda bilim felsefecilerinin
dikkatinden kaçan birçok ayrıntıyı da ortaya çıkarmıştır[Kocabaş, 1996]. Bu
çalışmalar bilimsel araştırmanın bir düzineden fazla sayıda faaliyeti ihtiva
edebileceğini göstermiştir ki,bu faaliyetlerden bazıları şunlardır: bilimsel
problemlerin formüle edilmesi, problem seçimi, strateji ve metot seçilmesi,
deney planlaması, deney maddelerinin seçimi, deneylerin yürütülmesi, verilerin
toplanması, veri değerlendirme, hipotez oluşturma, hipotez yenileme, teori
yenilenmesi, teorik açıklamaların formüle edilmesi ve teori
geliştirme.
Bilimsel buluşlar üzerine yapılan çalışmalar son yıllarda
yeni buluşlar yapabilecek yardımcı sistemlerin geliştirilmesine yönelmiştir. Bu
tür çabalara iki örnek katalitik kimyada reaksiyon mekanizmalarını bulan MECHEM
[Valdes-Perez, 1995] ve astrofizikte nükleer reaksiyonları ve element
sentezlerinin mekanizmalarını bulan ASTRA (Kocabaş ve Langley, 1998) sistemidir.
Bu alanda başka yeni sistemler üzerinde çalışmalar da devam etmektedir.
Fakat bilgisayarlı bilim çalışmaları henüz kavramsal çalışmalara yeteri
kadar ciddi bir ölçüde yönelmemiştir. Bu alanda Thagard’ın [1988; 1992] bilim
tarihinde kavramsal dönüşümler üzerine yaptığı çalışmaları konumuz açısından
önemli bir başlangıç olarak görüyoruz. Thagard [1992] Conceptual Revolutions
kitabında bilim tarihinde geliştirilmiş bazı teorilerin ne tür kavramsal değişim
ve dönüşümlere uğradığını kimya, fizik, biyoloji, jeoloji ve psikoloji
tarihinden örneklerle anlatmaktadır. Thagard bu tür kavramsal dönüşümleri
modellendirmek için geliştirdiği ECHO programının bilgi gösterim ve çıkarım
metotlarını verdiği örnekler üzerinden anlatmaktadır. Bize göre bu çalışma bazı
önemli eksiklikleri bulunmasına rağmen şimdiye kadar bilim tarihinde kavramsal
değişimler üzerine yapılmış en tafsilatlı analizdir[*].
---
[*]
Thagard’ın çalışmalarıyla ilgili geniş bir değerlendirme yakında yayınlamayı
düşündüğümüz bir kitapta yer almaktadır.
Bu bölümde anlatılanları
özetleyecek olursak; mantıksal pozitivistler esas olarak teorilerin
geliştirilmesi için formel kurallar ortaya koymuşlardır. Pozitivizm sonrası
bilim felsefecilerinden Kuhn, bilimin tarih içinde nasıl geliştiğini ve yeni
teorilerin hangi şartlarda kabul gördüğünü incelemiştir. Feyerabend, kuralcı
yaklaşımlara karşı çıkarak, bilimin bütün kavram ve kurumlarının eleştiriye açık
tutulması gerektiğini savunmuştur. Lakatos ve Laudan ise araştırma programları
ve araştırma geleneği çerçevesinde bilimin sosyolojik gelişme ve değişim
şartlarını incelemişlerdir. Görüldüğü gibi, yirminci yüzyıl bilim felsefecileri
esas olarak teorilerin hangi şartlarda nasıl geliştiği konusu ile
ilgilenmişlerdir.
Modern bilim felsefesinde kavramsal meseleler
‘ontoloji’ başlığı altında hapsedilip bir kenara itilmiş görünmektedir. Halbuki
teorilerin kavramsal yapıları çok önemlidir, çünkü bir teoriyi kabul etmek demek
onun kavramlarını ve bunların bağlı olduğu yapıyı da kabul etmek demektir.
Mesela genel relativite teorisi kabul edildiği zaman, bunun dayandığı geometrik
kavramlar, uzay-zaman ve süreklilik gibi kavramlar da kabul edilmiş demektir.
Teoriler üzerinde tartışılırken bunların kavramsal yapıları nedense ortaya
konmamakta ve tartışmalar, bu teoriler kullanılarak yapılan öngörüler ve
açıklamalar üzerinde toplanmaktadır.
Kavramsal analizin önemini şöyle
basit bir örnek üzerinden açıklayabiliriz: Newton’dan günümüze kadar
geliştirilen fizik teorileri gündelik lisandan alınan zaman, ağırlık (kütle),
uzunluk, hareket gibi kavramlarla nokta, doğru, eğri ve süreklilik gibi
geometrik kavramların karışımı bir yapı üzerine kurulmuştur. Fizik ders
kitaplarında Newton mekaniğinin üç temel fiziksel kavram - zaman, uzunluk ve
kütle - üzerine kurulduğu, diğer bütün kavramların - hız, ivme, kuvvet, moment,
iş, güç, v.s.- bu üç kavramdan türetildiği söylenir. Fakat bu şekilde bir
vasıflandırma Newton mekaniğinin dayandığı geometrik uzay ve zaman anlayışını
gözardı ettiği için eksik bir vasıflandırmadır. Halbuki bu teori hiçbir şekilde
üzerine kurulduğu uzay ve zaman anlayışından bağımsız olarak düşünülemez, çünkü
bu anlayıştan tecrit edildiği takdirde bir fizik teorisi olmaktan çıkar ve
olaylarla hiçbir alakası olmayan anlamsız bir formel sisteme
dönüşür.
Bize göre bilim felsefecisinin esas görevi bilimin gelişmesiyle
ilgili özet tasvirler geliştirmek yerine, mevcut teorilerin temel kavramlarını
ortaya koymak, teorilerde bunların hangi yapılar içinde birbirine bağlandığını
araştırmak ve açık bir şekilde ifade etmek olmalıdır. Bilim adamlarından pek azı
araştırma yaptıkları bilim dalının felsefi meseleleriyle uğraşacak zamana ve
motivasyona sahiptir. Bilim felsefecisinin görevi sadece bilim adamlarının
rasyonel bir çerçevede nasıl davrandıklarını birtakım özetleyici kavramlarla
anlatmak olmamalıdır. Eğer İbn Rüşd de bir felsefeci olarak çağının
gökbilimcilerinin yaptığı çalışmaları ve kullandıkları fiziksel ve geometrik
araçları ve metotları tasvir etmekle yetinseydi, modern astronominin ve buna
bağlı olarak bilimin gelişmesi çok daha uzun zaman alabilirdi.
4. Modern
Fizik ve Gerçeklik
Modern fiziğin hemen hemen bütün konuları yirminci
yüzyılın başlarında geliştirilen iki büyük teori üzerine kurulmuştur. Bunlardan
ilki Einstein’ın genel relativite teorisi, diğeri ise Bohr, Heisenberg,
Schrödinger, Pauli ve Dirac gibi fizikçilerin geliştirdiği kuantum teorisidir.
Genel relativite teorisi o zaman bilinen iki temel kuvvetten biri olan
gravitasyonla ilgili olayları, kuantum teorisi ise elektromanyetik etkileşimleri
açıklamak için geliştirilmişti. Kuantum teorisi daha sonra zayıf ve güçlü
çekirdek etkileşimlerini de kapsayacak sekilde genişletildi.
İki teori
birbirinden çok farklı alanlardaki fiziksel olayları açıklamak için
geliştirildiklerinden genel olarak bunların birbirinden tamamen farklı kavramlar
üzerine kurulmuş teoriler olduğu zannedilir. Halbuki bu iki teori en temelde
2400 yıl kadar önce Aristo’nun Fizik kitabında tarif ettiği ortak kavramlara
sahiptir. Bu kavramlardan bazıları şunlardır: zaman, uzunluk, hareket,
süreklilik, sonsuzluk, ve sonsuz bölünebilirlik[*]. Aristo’nun kavram tarifleri
Öklid geometrisinin nokta kavramıyla birleştirildiğine günümüz fizik
teorilerinin temel kavramları - sonsuz bölünebilir uzay ve zaman, noktasal kütle
- tarif ve tesbit edilmiş olmaktadır.
Bu kavramlardan bazıları - mesela
süreklilik, sonsuz bölünebilirlik ve nokta kavramları - fizik teorilerinde
kullanılan matematiksel yapıların da temel kavramlarıdır. Newton’dan günümüze
fizik teorilerinin matematiksel yapısı ağırlıklı olarak diferansiyel denklemler
üzerine kurulmuştur. Fiziksel sistemler genellikle diferansiyel denklemlerle
modellendirilir. Kuantum teorisinde Schrödinger’in dalga denklemi ve genel
relativite teorisinde Einstein’in alan denklemleri diferansiyel denklemlerdir.
Diferansiyel hesap da süreklilik kavramı üzerine kurulmuştur.
Aşağıda da
göreceğimiz gibi, yüzyıllardır hemen hemen hiç tartışmasız bir şekilde kabul
edilmiş bu kavramlar üzerine kurulan fizik teorilerinin en gelişmiş ikisi olan
kuantum teorisi ve genel relativite teorisini birleştirmeye çalışan fizikçiler
yetmiş yıldır bu temel kavramlar yüzünden ciddi problemlerle karşı karşıya
bulunmaktadır.
-------
[*] Bu kavramların tarifleri için bakınız:
Aristotle, Physics, Kitap VI, Bölüm 2. Bu bölümde Aristo’nun fizikle ilgili
kavramlar hakkındaki önermelerinden bazıları şunlardır: Hareket süreklidir.
Zaman süreklidir. Hareket zaman işgal eder. Mesafe sonsuz bölünebilir. Zaman
sonsuz bölünebilir. Sonsuzluk iki türdür: Sonsuz küçük ve sonsuz büyük. Zaman ve
uzunluk bu iki türden sonsuzdur.
Bu açıklamalardan sonra şimdi
Heisenberg, Feynman, Deutsch, Weinberg ve Penrose gibi yirminci yüzyılın bazı
tanınmış fizikçilerinin konumuzla alakalı görüşlerini özet olarak
değerlendirmeye geçebiliriz.
Heisenberg
Yirminci yüzyılın en önde
gelen fizikçikerinden ve kuantum mekaniğinin kurucularından biri Werner
Heisenberg’dir. Heisenberg klasik ve modern felsefeyi iyi bilen ender
fizikçilerden biriydi. Eski Yunan felsefecilerinden Kant’a, mantıksal
pozitivistlerden Wittgenstein’a kadar geniş bir felsefi perspektife sahip
olduğunu ‘Fizik ve Felsefe’ (Physics and Philosophy) isimli eserinde görmek
mümkündür. Bu hatırlatmadan sonra şimdi Heisenberg’in bilim ve gerçeklik
konusundaki düşüncelerine geçebiliriz.
Heisenberg, atom altı olaylar
üzerine yapılan deneylerde elde edilen sonuçları Bohr’la nasıl uzun uzun
tartıştıklarını bu kitabında anlatmaktadır. Bu müzakerelerin sonundaki duygu ve
düşünceleriyle ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Bohr’la yaptığımız
ve gece geç saatlere kadar süren ve sonunda ümitsizlikle biten tartışmaları
hatırlıyorum. Bu tartışmaların sonunda yürüyüş için yakındaki bir parka
gittiğimde kendi kendime tekrar tekrar şu soruyu sorduğumu da: Tabiat bu atomik
deneylerde göründüğü gibi saçma (absurd) olabilir mi?” [Heisenberg, 1971,
s.43]
Görüldüğü gibi, Aristo’nun formüle ettiği temel kavramlar üzerine
kurulmuş bir fizik lisanı çerçevesinde olaylara bakan Heisenberg’in geldiği
yerde karşılaştığı soru tabiatın saçma (absurd) olup olmadığı sorusudur. Bu
meselenin çözümü için iki yol düşündüklerini söylüyor: Bunlardan birincisi,
fizikte kullanılan matematik yapıların yeterli olup olmadığını sorgulamak.
İkincisi ise dalga-parçaçık ikiliğini kabul etmek.
İkinci çözüm 1927
yılından beri kuantum mekaniğinde birçok fizikçi tarafından kabul edilmektedir.
Fakat burada şu soru sorulabilir: Heisenberg de dahil bu fizikçiler dalga ve
parçacık kavramlarının kullanımına sınır çizildiği sürece bunların birbiriyle
tutarlı olduğunu söylemektense bu iki kavram yerine çelişkiyi ortadan
kaldırabilecek bir kavram getirmeyi düşündüler mi acaba? Birazdan göreceğimiz
gibi bazı meşhur fizikçiler bunu yapmaya çalıştılar, fakat başaramadılar, çünkü
bu iş, hem dalga hem de parçacık kavramı üzerine kurulmuş geniş bir matematiksel
yapılar külliyatını bir kenara bırakıp yeni matematik yapılar icad etmeyi
gerektiriyordu. Buradan da görüyoruz ki, matematik yapılar fiziğe ifade gücü
kazandırabildiği gibi, bu yapıların kendisinden kaynaklanan sınırlamaları da
beraberinde getirebilmektedir.
Heisenberg fizikçilerin mevcut matematik
kataloğunu nasıl devrettiklerini şu şekilde ifade ediyor:
“Fizikçiler
şimdi bütün elementer parçacıkların ve bunların özelliklerinin matematiksel
olarak türetilebileceği temel bir maddesel hareket kanunu bulmaya
çalışmaktadırlar.” [Heisenberg, 1971, s. 60]
Fakat, aradan geçen zaman
içinde hala elementer parçacıkların kütlelerinin ve öteki kuantum özelliklerinin
matematiksel olarak türetilebileceği hiçbir formül bulunamamıştır. İşte bu
yüzden son onbeş yılda, giderek artan sayıda fizikçi yeni kavramlar ve yeni
matematiksel yapılar kullanarak bu meseleyi çözmeye çalışmaktadır. Fakat bu
kavramların ve matematiksel yapıların ne kadar ‘yeni’ olduğu ayrı bir soru
olarak kalmaktadır.
Heisenberg kuantum fiziğindeki kavramsal çelişkinin
çözümünü Heraklit’in (Heraclitus) ‘oluş’ kavramında ve zıtların birliği
prensibinde görmektedir:
“Burada şunu söyleyebiliriz ki,modern fizik bir
bakıma Heraklit’in doktrinlerine çok yakındır.” [Heisenberg, 1971, s.
61]
Heisenberg, burada Heraklit’in ‘ateş’ kavramı ile fizikteki enerji
kavramı arasında benzerlik kurarak, enerji ile madde arasındaki dönüşümleri bu
felsefecinin ‘oluş’ kavramına kadar dayandırmaktadır. Burada bizim açımızdan
önemli olan husus şudur: Heisenberg gibi teorik fizikçiler, teoriyle ilgili
kavramsal bir problemle karşılaştıklarında meseleyi kendi ‘tabii lisanları’
içindeki kaynaklardan bulabilecekleri ‘yeni’ kavramlarla çözmeye
çalışmaktadırlar.
Heisenberg daha sonra Wittgenstein’ın Tractatus’unda
öngördüğü, olguları (facts) esas alan bir dünya anlayışı ile karşımıza
çıkıyor:
“Dünya böylece, farklı türden bağlantıların değiştiği veya
çakıştığı veya birleşerek bütünün dokusunu belirlediği karmaşık bir olaylar
dokusu olarak görünmektedir. … Fakat bu şekilde tam bir açıklığa kavuşsak bile
bu kavramlar dizisinin gerçekliği tasvir ettiği bilinemez.” [Heisenberg, 1971,
s. 96]
Fakat sözünün son cümlesinde görüldüğü gibi, Tractatus’taki olgu
esaslı dünya anlayışı da gene, olguların tasvirinde kullanılan kavramların
gerçekliği hangi güvenirlikle tasvir edebileceği sorusuna takılmaktadır. Bizce
burada önemli olan husus Heisenberg’in, dünyayı ne şekilde tasvir edersek edelim
– olgular, olaylar, bağıntılar, vs. – sonunda bunları bir kavramlar örgüsü ile
tasvir etmek zorunda olduğumuzu ifade etmiş olmasıdır.
Heisenberg,
relativite teorisinin Newton mekaniğinin uzay-zaman kavramını nasıl
değiştirdiğini anlatıyor ve bundaki ‘uzaktan etki’ yerine ‘noktadan noktaya
etki’ kavramını getirdiğini söylüyor. Bunun için de en uygun yapının
diferansiyel denklemler olduğunu ifade ediyor. Relativite teorisi diferansiyel
denklemlerle sınırsız kesinlikte hesaplamaya imkan veren bir yapıya kavuşmuş
oluyordu. Öte yandan, kuantum teorisindeki belirsizlik prensibi eşzamanlı
(simultaneous) olarak pozisyon ve momentin – veya zaman ve enerjinin – hassas
olarak ölçülebilmesine bir sınır koymaktaydı. Bu durumun ise relativite ve
kuantum teorilerinin birleştirilmesinde matematiksel çelişkilere yol açacağını
söylemektedir[*]
------
[*] Heisenberg, 1971, s.
140-141.
Heisenberg, kitabının onuncu bölümünde fizikte lisan ve
gerçeklik konusuna gelerek, yeni fizikle birlikte gelen durumun, yani kuantum
mekaniğinin sonuçlarının ifadesinde mevcut matematiksel lisanın yetersiz
kaldığına işaret ediyor:
“Bu aynı zamanda belki şu demektir: Yeni durum
hakkında konuşabileceğimiz doğru bir lisanı henüz bulmuş değiliz.” [Heisenberg,
1971, s. 145]
Fizikçilerin birçok hesaplamayı yapmalarına imkan veren
matematiğin dili ile gündelik lisan arasında geçişin sağlanmasının fizikçilerin
vazifesi olduğunu belirtiyor:
“Fizikçi … kendi çıkardığı sonuçları
fizikçi olmayan kişilere de anlatmak zorundadır, aksi halde herkesin anlayacağı
tabii lisanda bazı açıklamalar verilmediği takdirde bu insanları ikna etmek
mümkün olmaz.” [Heisenberg, 1971, s. 145-146]
Heisenberg, sonuçta
kavramları ne kadar muğlak olursa olsun bilginin gelişmesinde herşeye rağmen
tabii lisanın, kavramları kesin olan matematik lisanınkinden daha önemli bir rol
oynadığını söylüyor:
“Dahası, modern fiziğin gelişmesinin ve analizinin
en önemli hususiyetlerinden biri, kavramları kesin tarif edilmemiş olsa da
bilginin gelişmesinde tabii lisanın kavramlarının, bilim lisanının bazı
olaylardan idealleştirme yoluyla türetilen kesin trerimlerinden daha güvenilir
olduğunun anlaşılmasıdır. … Fakat [bilim lisanında yapılan] bu idealleştirme ve
kesin tarifler sürecinde gerçeklikle doğrudan bağlantı kaybolmaktadır.”
[Heisenberg, 1971, s. 171]
Heisenberg’in bilim lisanı ile tabii lisan
arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bu tesbiti bizce çok önemlidir. Çünkü bilim
adamları tarafından lisan aracı olarak geliştirilen teorilerin temel kavramları
da tabii lisana dayanmaktadır.
Son söz olarak Heisenberg önemli bir
tesbitte bulunarak bilginin sonuçta mutlaka, gerçeklikle temas halinde
olduğundan emin olabileceğimiz tek merci olan tabii lisana dayandırılması
gerektiğini belirtiyor:
“Biliyoruz ki, her anlayış sonunda tabii lisana
dayandırılmalıdır, çünkü sadece onda gerçeklikle temas halinde olduğumuzdan emin
olabiliriz.” [Heisenberg, 1971, s. 172]
Fakat biz burada bir adım daha
öteye giderek tabii lisanın kavramlarının nereden geldiğinin de araştırılması
gerektiğini söylüyoruz. Böyle bir araştırma veya soruşturmanın bilim ve
gerçeklik arasındaki alaka açısından son derece önemli olduğunu düşünüyoruz.
Feynman
Geçtiğimiz yüzyılın tanınmış teorik fizikçilerinden ve
kuantum elektrodinamiğinin kurucularından olan Richard Feynman, teorilerin esas
fonksiyonunun, teorinin öngörüleriyle deney veya gözlem sonuçlarının uyuşması
olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
“[Fizikçiler] şunu öğrendiler ki,
esas mesele bir teoriyi beğenmek veye beğenmemek değildir. Önemli olan teorinin
deneylerle uygun öngörüler yapmamızı sağlayıp sağlamadığıdır.” [Feynman, 1990,
s. 10]
Burada Feynman, Ptoleme’den günümüze kadar gelen ve Duhem
tarafından da desteklenen ‘olayları kurtarmak’ (saving the phenomena)
anlayışının takipçisi olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Kuantum
mekaniğinin sağduyu ile ters düşen, anlaşılmaz yapısı konusunda da şunları
söylemektedir:
“Benim kendi örencilerim de [kuantum teorisini] anlamaz.
Bunun sebebi, ben de onu anlamıyorum. Kimse de anlamıyor.” [Feynman,1990, s.
9]
Feynman daha sonra da bu teorinin anlaşılmaz yapısının, tabiatın
kendisinden kaynaklandığını, hatta daha da ötesi, tabiatın saçma/abes olduğunu
söylemektedir:
“Kuantum elektrodinamiği teorisi sağduyu açısından
Tabiat’ı saçma olarak tasvir eder. Ancak deneylerle de tam bir uyum içindedir.
Bu yüzden de umarım Tabiat’ı olduğu gibi – yani saçma olarak kabul edersiniz.”
[Feynman, 1990, s. 10]
Ve devam ederek tabiatın neden böyle anlaşılmaz
davrandığını açıklayabilecek bir teori bulunmadığını ifade
ediyor:
“Tekrar edelim, biz Tabiatın neden böyle acayip bir şekilde
davrandığıyla uğraşmayacağız, bunu açıklayabilecek iyi bir teori yoktur.” .”
[Feynman, 1990, s. 12]
Bu ifadelerden görüldüğü gibi Feynman, deneylerle
büyük bir uyum içindeki kuantum teorisinin değil, bunun yerine tabiatın saçma
olduğunun kabul edilmesini tercih etmektedir. Çünkü, mevcut matematik yapıları
kullanarak, deneylerle uyumlu ve anlaşılabilir yeni bir teori geliştirmenin
imkansızlığı karşısında tabiatın saçma olduğunu kabul etmek ona daha makul
gelmektedir.
Genel relativite ve kuantum teorisi çoğu zaman büyük bir
hassasiyet sınırı içinde deney ve gözlem sonuçlarıyla uyumlu olduğundan, bu
teorilerin üzerine kurulduğu lisanın gerçekliği bilmek için uygun olup olmadığı
sorusu uzun süre birçok bilim adamı tarafından pek dikkate alınmamıştır. Çünkü
teoriye göre tarif edilen olaylarla uyuşmazlık durumlarında – aynı Ptoleme’nin
astronomi modeline yeni eğriler eklenmesinde olduğu gibi – matematik hiyleler
‘olayları kurtarmaktadır’. Çağdaş fizikçiler arasında en açık sözlülerinden biri
olan Feynman kuantum mekaniğinde karşılaşılan böyle bir problemi nasıl
hallettiklerini şöyle açıklamaktadır:
“Dirac’ın teorisi elektronun
manyetik momentinin – bu küçüçük bir mıknatısın kuvveti gibi birşeydir –
büyüklüğünün belli birimler cinsinden tam 1 olduğunu söylüyordu. Sonra 1948’de
yapılan deneylerde bu sayının 1.00118’e yakın olduğu bulunmuştu. … Fakat bu
değer [teoriye göre] yapılan hesaplarda 1.00118 yerine sonsuz çıkıyordu ki, bu
deneysel değere hiç uymuyordu! Efendim, kuantum teorisinde hesapların nasıl
yapılacağı meselesi, Julian Schwinger, Sin-Itiro Tomanaga ve benim tarafından
1948’de halledildi. Schwinger bu yeni ‘üç kağıt oyunuyla’ ilk hesaplamayı
yaptığında teorik değeri 1.00116 olarak çıkarttı ki,bu sayı deneysel değere
oldukça yakındı …” [Feynman, 1990, s. 6-7]
Aslında Feynman’ın
anlattıkları günümüz bilim (fizik) anlayışı içinde gayet normal sayılması
gereken işlerden. Çünkü zaten mevcut bilim anlayışının daha en baştan gerçekliği
bilmek gibi bir amacı yoktur. Esas anlaşılmaz olan husus, bazı fizikçilerin gene
bu bilim anlayışı içinde geliştirilmiş olan teorileri kullanarak yaptıkları
hesaplarla gözlem sonuçları arasında tezatlar ortaya çıktığında bundan ‘tabiat
anlamsızdır’ şeklinde bir sonuç çıkarmalarıdır.
Deutsch
Son
yıllarda gerçeklik meselesiyle ilgilenen çağdaş kuantum fizikçilerinden biri de
David Deutsch’tur. Royal Society üyesi bu fizikçi ilk felsefi eseri The Fabric
of Reality (Gerçekliğin Dokusu) kitabında gerçeklik kavramıyla ilgili
görüşlerini ortaya koymaktadır. Bu meselenin çözümünü eninde sonunda gündelik
lisanda gören meslekdaşı Heisenberg’in aksine Deutsch, kuantum teorisinin ‘çoklu
dünyalar’ yorumundan işe başlamaktadır.
Deutsch kitabında ‘gerçekliğin
dokusunun’ parçacık fizikçilerinin kurmaya çalıştığı ‘herşeyin teorisi’ (theory
of everything) gibi teorilerle değil, merkezinde kuantum teorisi olan ve evrim
teorisi, epistemoloji, ve hesaplama teorisinin oluşturduğu dört kollu bir
yaklaşımla anlaşılabileceğini öne sürüyor[Deutsch, 1997, s.18]. Kuantum
fiziğinin çoklu evrenler yorumunu benimseyen yazar bütün fiziksel gerçekliğin,
çok sayıda (en az 1012 kadar) paralel evreni içerdiğini kabul
etmektedir[Deutsch, 1997, s.54].
Deutsch, çift yarık deneyinde
fotonların davranışını kuantum mekaniğinin çoklu dünyalar yorumuna göre ‘gölge’
fotonlarla açıklamaktadır:
“İşte böylece ekranda 1012 kadar (yani bir
trilyon) mümkün delik-yer vardır. Bu yüzden de her sahici fotona eşlik eden en
az bir trilyon gölge foton olmalıdır.” [Deutsch, 1997, s. 44]
Yani çift
yarık deneyi gibi, tabii lisanda bir iki kısa cümleyle ifade edilen bir deneyi
açıklamak için çoklu evren yorumuna göre en az 1012 gölge evren varsayımında
bulunmak gerekiyor. Feynman’ın bu deneyle ilgili açıklaması ise fotonların çift
yarıktan geçmeden önce etrafı, c ışık hızından çok daha büyük bir hızla
‘yokladığı’ varsayımına dayanıyordu. Yukarıda bahsedildiği üzere, Bohr ve
Heisenberg gibi fizikçilerin savunduğu başka bir anlayışa göre ise fotonların
çift yarık deneyinde hem dalga hem de parçacık şeklinde davrandığı kabul
edilmektedir.
Bize göre çift yarık deneyinin ve diğer bazı optik
deneylerin açıklanabilmesi için yeni temel kavramlara, ve dolayısıyla yeni bir
lisana ihtiyaç vardır. Bu yeni kavramlarla ışık, dalga veya parçacık olarak
değil bunlardan daha genel bir şekilde ifade edilecektir. Bu kavramlar ayrıca
bizi, basit bir olayı trilyonlarca gölge fotonlarla veya öteki tutarsız
kavramlarla açıklamaktan kurtaracaktır.
Deutsch, kitabının sonlarına
doğru dört teorinin – kuantum teorisi, evrim teorisi, epistemoloji ve
hesaplanabilirlik teorisi – herbirinin ‘doğru teoriler’ olmasına rağmen[*],
kendilerine yöneltilen eleştirilerle başa çıkamadığını kabul ediyor ve vakit
geçirmeden bu dört teoriyi birleştirmek gerektiğini söylüyor [Deutsch, 1997, s.
342]. Evrimci epistemolojinin tafsilatlı bir tenkidi Thagard [1988, s. 102-111]
tarafından verilmektedir. Thagard kitabının bu bölümünde teorilerin gelişmesinin
evrimci kavramlarla açıklanmasının nasıl ciddi yanlışlıklara yol açacağını her
bir kavram için karşılaştırmalı örneklerle anlatmaktadır.
------
[*]
Bunlara ‘doğru’ denilemeyeceği bir yana, bazılarına ‘teori’ bile demek doğru
değildir. Mesela, ‘evrim teorisi’, teorilerde olması gereken özelliklere sahip
değildir. Bu yüzden buna ‘senaryo’ demek daha uygundur (bakınız: A. Y. Özemre
(1999). “Kur’an-ı Kerim ve tabiat ilimleri: Tenkidi bir yaklaşım”. İstanbul:
Furkan Yayınları, s. 39-40). Evrimci epistemolji sadece metafizik bir sistem,
hesaplanabilirlik teorisi ise sadece matematiksel bir teoridir.
Özet
olarak ifade edecek olursak, Deutsch şu hususlar açısından eleştirilebilir:
Mevcut bilim anlayışında teori geliştirmenin amaçları arasında gerçekliği
anlamak diye bir amaç olmadığı ve kendisi de aynı bilim anlayışının temel
kavramlarını hiçbir şekilde tartışmadığı halde, dört teoriyle ‘gerçekliğin
dokusu’nun anlaşılacağını iddia etmektedir. Ayrıca bu dörtlü yaklaşımı meydana
getiren ‘teorilerin’ her biri tartışmalıdır, dördü bir araya getirilince bu
tartışmaların ortadan kalkacağını düşünmek ne dereceye kadar doğru olur,
bilinmez. Deutsch ayrıca ‘teori’ kelimesini fizik teorileri ile matematiksel
yapıları, hatta metafizik sistemleri ve senaryoları birbirine karıştıracak
şekilde yanlış kullanmaktadır.
Weinberg
Çağdaş fizikçilerden
Steven Weinberg, Dreams of a Final Theory (Son Teori Hayalleri) kitabının bir
bölümünde fizikle felsefe arasındaki alakayı ele alıyor ve felsefecilerin fiziğe
pek fazla şey kazandırmadığını söylüyor:
“Sadece şunu diyorum ki,felsefi
prensipler genel olarak bize doğru ilk kavramları vermemişlerdir. Son teori
peşinde koşan fizikçiler atmacadan çok avcı köpekleri gibidirler; yerde etrafı
koklayarak tabiat kanunlarında bulacağımız güzelliklerin izlerini ararlar.
Felsefenin tepelerinden ise gerçeğe giden yolu görememekteyiz.” [Weinberg, 1993,
s. 167]
Burada felsefecilerin doğru ilk kavramları vermediğini söyleyen
Weinberg’in, fiziğin halen geçerli sayılan temel kavramlarının Aristo gibi bir
felsefeci tarafından formüle edilmiş olduğunu göz önüne almadığı anlaşılıyor.
Weinberg daha sonra pozitivistlerin, bilimsel teorilerin gözlemlere
karşı test edilmesi ve teorinin her noktada gözlenebilen büyüklüklere işaret
etmesi gerektiği prensibini eleştiriyor ve bilim tarihinden bu prensibe
uyulmadan geliştirilen teorilere örnekler veriyor:
“Pozitivistlerin
parçacıkların yeri ve momentleri gibi konular üzerinde dikkatleri toplaması
kuantum teorisinin ‘gerçekçi’ yorumunu engellemiştir, ki bu yoruma göre dalga
fonksiyonu fiziksel gerçekliği temsil etmektedir. Pozitivizm aynı şekilde
sonsuzluklar meselesinin de bulandırılmasında rol oynamıştır. Yukarıda
gördüğümüz gibi 1930’da Oppenheimer, kuantum elektro-dinamiği olarak bilinen
fotonlar ve elektronlar teorisi bazı saçma sonuçlara yol açmıştı: [bu teoriye
göre] fotonların bir elektron tarafından absorplanması ve yayılması atoma sonsuz
büyüklükte enerji kazandırıyordu.” [Weinberg, 1993, s. 181]
Weinberg’in,
dalga fonksiyonunun fiziksel gerçekliği temsil ettiği sözü anlamsızdır, çünkü
‘fiziksel gerçeklik’ sözü anlamsızdır. Böyle bir ifade ancak gerçekliği bir
bütün olarak anlamamızı sağlayacak kavramlara sahip bir lisanda anlamlı
olabilirdi. Mevcut bilim anlayışında fizik teorileri gerçekliği temsil etmek
gibi bir amaç için geliştirilmezler[*].Çünkü teoriler bilim adamları tarafından
konularıyla ilgili olayları tutarlı bir şekilde açıklamak veya onlar hakkında
öngörülerde bulunmak için bir lisan aracı olarak geliştirilirler. Eğer teoriyi
kullanarak yapılan hesaplarla gene teoriye göre yapılan gözlemler arasında
çelişkiler ortaya çıkarsa, teoride bazı değişiklikler yapılarak hesaplar gözlem
sonuçlarına uydurulur. Zaten Weinberg’in bahsettiği türden sonsuzlukların
kuantum mekanikçileri tarafından nasıl ‘halledildiği’ de bu prensibin pratikte
uygulanmasının örneklerinden biridir.
-------
[*] Aslında hiçbir bilim
anlayışında teorilerin böyle bir fonksiyonu olamaz.
Weinberg, Phillip
Johnson’un evrim teorisiyle ilgili olarak söylediği ‘evrimin ilahi bir plana
bağlı olarak işlemediği hakkında hiçbir ciddi kanıt bulunmadığı’ iddiasını
eleştirerek bilimin ilerlemesinin ancak, tabiat olaylarına ilahi hiçbir müdahale
olmadığı kabulüyle olacağını söylüyor:
“Fakat herhangi bir bilimin
ilerleyebilmesi için tek yol [tabiata] hiçbir ilahi müdahalenin yapılmadığını
kabul etmek ve bu kabulle nereye kadar gidilebileceğini görmektir.” [Weinberg,
1993, s. 247]
Biz deriz ki: bilimin ilerlemesi için ilahi müdahaleyi
inkar etmek gerekmez. Burada önemli olan, ilahi müdahale oluyorsa bunun nasıl
olabileceğini araştırmaktır. Tanrı yaratılışı, tabiatta gördüğümüz nizam ve
simetriyi sağlayacak şekilde başlatmış olsa, ve bu nizam belli bir şekilde devam
ediyor olsa, bizim fizik teorilerimiz en mükemmel halde ancak bu düzenliliğin
temel yapısını anlamamıza yardımcı olabilir. Mükemmel bir fizik bilgisine sahip
olsaydık, Tanrı’nın bu nizama nerede ve ne zaman müdahale ettiğini ancak böyle
bir müdahele olduktan sonra bilebilirdik. Çünkü her ilahi müdahale, mevcut nizam
içinde olamayacak olayları gerçekleştirmek veya olacak olayları engellemek için
yapılır. Fakat mükemmel bir fizik bilgisine gerçeklik kavramından uzaklaşmış bir
bilim ve lisan anlayışı içinde kurulmuş teorileri kullanarak ulaşmak asla mümkün
olmayacaktır.
Ayrıca, Weinberg’in kabulünün aksine, eğer Tanrı’nın
gerçekten tabiat olaylarına yukarıda ifade ettiğimiz şekilde dilediği zaman ve
mekanda müdahale ettiği doğru ise[*], o zaman Weinberg’in bilim anlayışı içinde
bu tür olayları açıklamamız hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Hatta mevcut
nizamı, sadece ilahi müdahale olmadığı durumlarda açıklamak için geliştirdiğimiz
teorileri kullanarak ilahi müdahale ile gerçekleşen olayları da açıklamaya
kalktığımızda birçok çelişkiyle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu çelişkileri
ortadan kaldırmak için teorimize yeni hipotezler eklemek, yani olayları
kurtarmaya çalışmak bizi gerçekliğe yaklaştırmaycaktır. Demek oluyor ki,
Weinberg’in bilimin ilerlemesi için öne sürdüğü prensibe fazla güvenmemek
gerekiyor.
-----
[*] Tabiat olaylarına ilahi müdahale konusunda
tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “İslam’da Bilginin
Temelleri”. Istanbul: İz Yayıncılık.
Weinberg, ilahi müdahale kabulüne
başvurmadan fizik bilimlerde ve biyolojide ne kadar ileri gidildiğine işaret
ediyor:
“Bence gerek fizik ve gerek biyolojik bilimlerde dünyayı açıklama
yolunda, ilahi müdahaleyi işin içine katmadan bu kadar ileri gidebilmiş olmamız
büyük bir buluştur.” [Weinberg, 1993, s. 248]
Fizikte yanlış bir kavram
sistemi içinde ne kadar ileri gidilmiş olduğunu aslında, iki gelişmiş fizik
teorisini birleştirebilmek için büyük çabalar içinde string teorilerini
geliştirmeye çalışan fizikçilere sormak lazımdır. Ayrıca, fizikte bugüne kadar
geliştirilen iki teoriden en güvenileni olan kuantum teorisinin basit bir optik
deneyini birbiriyle tenakuz içindeki iki kavramı kullanan bir modelle veya 1012
paralel dünyalar varsayımı ile nasıl ‘açıkladığı’ üzerinde de durmak gerek.
Fizikle gerçeklik arasındaki alakanın bilinmediği bir dünyada fizik bilimleri
sadece birer teknik sanat olarak görmek bile mümkündür.
Aslında yukarıda
‘fiziksel gerçeklikle’ ilgili olarak söylediklerine Weinberg’in kendisi de pek
inanmamaktadır. Mevcut bilim anlayışının insanları ‘fiziksel gerçeklikten’ nasıl
uzaklaştırdığını The First Three Minutes (İlk Üç Dakika) isimli kitabından
naklettiği şu sözleriyle kendisi kabul ve tasdik etmiş
bulunmaktadır:
“Evren ne kadar fazla anlaşılabilir görünüyorsa, o kadar
da anlamsız görünmektedir.” [Weinberg, 1993, s. 255]
Bu sözler bize daha
önce Feynman’ın söylediği, tabiatın saçma olduğu sözünü hatırlatıyor. Evrenin
anlamsız (pointless) olduğunu söylemekle saçma (absurd) olduğunu söylemek
arasında pek fazla fark olmasa gerek. Eğer evren anlamsızsa, onu daha fazla
araştırmanın amacı ne olabilir? Herhalde gerçekliği bilmek ve tanımak
değil.
Şimdi sormak gerekiyor: Bütün bunlara rağmen bazı fizikçiler
‘fiziksel varlık’ (physical existence) veya ‘fiziksel oluş’ (physical being)
terimleri yerine neden ısrarla ‘fiziksel gerçeklik’ terimini kullanmak isterler?
Acaba ‘gerçeklik’ kelimesi varlıklar ve olaylar arasında anlaşılabilir
bağlantılar olması gerektiği düşüncesini taşıdığı için mi? O zaman evrenin
anlamsız olduğu sonucuna götüren bir araştırmanın gerçeklikle alakası ne
olabilir?
Penrose
Diğer bir meşhur fizikçi Roger Penrose, Shadows
of the Mind kitabında kuantum fiziği ve gerçeklik konusunda bazı tesbitlerde
bulunmaktadır. Fakat önce onun kuantum teorisiyle ilgili bazı meselelere nasıl
baktığını görelim. Penrose bu teoriyle ilgili paradokslar hakkında şunları
söylemektedir:
“Kuantum teorisi küçük ölçeklerde fiziksel gerçekliğin
mükemmel bir tasvirini vermektedir, fakat birçok sırrı da içinde taşımaktadır.
Şüphe yok ki,bu teorinin işleyişinden memnun olmak çok zordur, özellikle de
dünyamız için öngördüğü ‘fiziksel gerçeklik’ türüne – veya bunun olmayışına –
bir mana vermek çok zordur.” [Penrose, 1993, s. 237]
Tekrar etmemiz
gerekiyor ki, herhangi bir teorinin fiziksel gerçekliği tasvir ettiğini söylemek
anlamsızdır. Teoriler kendi başlarına hiçbir şeyi tasvir etmezler, ancak bir
lisan içinde kullanıldıkları zaman bunlardan anlamlı veya anlamsız sonuçlar
çıkartılabilir. Başlangıçta gerçekliği anlamamıza veya bilmemize yardımcı olsun
diye geliştirilmemiş bir teori bu amaçla kullanılmak istendiğinde tabiidir ki
anlamsız sonuçlara götürecektir. Kuantum teorisi böyle bir amaca hizmet etsin
diye geliştirilmiş olsaydı daha en başından bu teorinin tam bir kavramsal
analizi yapılarak, kavramlarını kullandığı lisanın bu iş için uygun olup
olmadığı araştırılırdı.
Penrose kuantum teorisini iki operatör cinsinden
özetliyor ve bu teorinin konusu içine giren bazı olayları bunlarlar açıklamaya
çalışıyor. Açıklamaya çalıştığı olaylardan biri ışığın yarı geçirgen, yani
üzerine gönderilen ışığın yarısını geçiren, yarısını da yansıtan bir ayna
üzerine gönderildiği zamanki davranışıyla alakalı. Kuantum teorisine göre yarı
geçirgen bir aynaya gönderilen tek foton süperpoze bir yansıma ve geçiş durumuna
girmektedir[Penrose, 1993, s. 260]. Penrose burada diğer birçok kuantum
fizikçisi gibi fotonların tek olarak hareket ettiği ön kabulü içinde
düşünmektedir:
“… kuantum mekaniğinde fotonun aynı anda bu acayip
karmaşık süperpozisyonda iki şeyi birden yaptığına inanmaya çalışmamız
gerekiyor.” [Penrose, 1993, s. 261]
Bunu kabul etmek fizikçilere çok zor
gelmektedir, çünkü maddenin en küçük parçacıklarının çiftler halinde hareket
ediyor olabileceklerine dair eski Yunan düşüncesinden ‘tabii lisana’ geçmiş
hiçbir kavram yoktur. Penrose, kitabının bir sonraki bölümünde kuantum teorisi
ve ‘fiziki dünya’ arasındaki alakayı inceliyor ve önce şöyle bir tesbitte
bulunuyor:
“Kuantum seviyesinde fiziki dünyamızın davranışı
alışkanlıklarımıza tamamen karşıdır ve bildiğimiz seviyedeki tecrübelerimizin
‘klasik’ davranışından birçok yönden çok farklıdır.” [Penrose, 1993, s.
307]
Buradaki ‘alışkanlığımıza karşı’ (counter intuitive) sözü üzerinde
durmak yerinde olacaktır. Fiziksel dünya hakkındaki bu ‘alışkanlık’ lisanımıza
nereden gelmiştir? Kendi tecrübelerimizden mi, yoksa 2400 yıl önce formüle
edilmiş bazı tariflerin gerçeği anlattığını gibi kabul ettiğimizden mi? Maddenin
en küçük parçasının mutlaka tek olması gerektiği sonucunu hangi kitaptan
çıkardık veya buna hangi tecrübe ile ulaştık? Uzay ve zamanın sonsuz bölünebilir
olduğunu neden tartışmadan kabul ettik? Bunları söyleyen eski felsefecilerin
fizik dünyayı herkesten daha iyi bildiklerini mi düşündük?
Öte yandan
fotonların aslında çiftler halinde hareket ediyor olabileceğini neden
düşünemiyoruz? Halbuki belli enerji seviyesinin üzerindeki ‘tek’ fotondan
elektron-pozitron çiftinin oluştuğunu da Dirac söylemiş ve daha sonra bu birçok
deneyle de tesbit edilmişti.
5. Herşeyin Teorisi mi? Hiçbirşeyin Teorisi
mi?
Mantıksal pozitivistlerin yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Batı
bilim anlayışına yerleştirmeye çalıştıkları ‘bilimlerin birleştirilmesi’
(unification of science) programı pozitivist felsefeye temayüllü bilim adamları
tarafından benimsenmişti. Mantıksal pozitivistler ‘bilimlerin
birleştirilmesi’nden esas olarak biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimlerin, fizik
teorileri üzerine kurulabilir olduğunu anlıyorlardı. Ancak böyle bir programın
başarılı olabilmesi iki dev engelle karşılaşıyordu. Bunlardan birincisi fiziğin
en gelişmiş iki teorisinin – kuantum mekaniği ve genel relativite teoerisinin –
birleştirilmesiydi. İkincisi ise biyolojiden başlamak üzere diğer bilimler
içinde geliştirilmiş olan teorilerin bir fizik teorisine nasıl indirgenebileceği
idi.
Kuantum teorisiyle genel relativite teorisinin, dünyanın en meşhur
fizikçilerinin yetmiş yıldan fazla bir zamandır süren bütün çabalarına rağmen
birleştirilememesi birçok fizikçiyi yeni teorik arayışlara sevketmektedir. Bu
arayışların başlangıç noktası iki teorinin de, üzerinde yeniden kurulabileceği
bir mikro uzay-zaman veya mikro gravite teorisi geliştirmektir. Böyle bir
çalışmada en büyük zorluk genel relativite ve özellikle de kuantum teorisinde
açıklanabilen her olayın yeni teoride de açıklanabilmesi için yeni matematiksel
yapılar geliştirilmesidir. Bu da iki teorinin bütün hesaplarının yeni teoride de
eşdeğer olarak yapılabilmesi için lüzumlu sayılmaktadır. Çalışmalar esas olarak
iki ana kolda ilerlemektedir: ‘string’ (tel) teorileri ve ‘spinor’ uzaylarına
dayanan teoriler[*].
----
[*] ‘String teorisi’ terimi Türkçe’ye yanlış bir
şekilde ‘sicim teorisi’ diye çevrilmektedir. Aslında doğrusu ‘tel teorisi’dir,
çünkü bu teoriyi geliştiren fizikçiler ‘string’ kelimesini titreşim enerjisi
taşıyan bir telin - özellikle bir müzik aletinin telinin - fiziki özelliğinden
örnek olarak almışlardır.
String teorisini geliştirme çalışmalarına
aktif olarak katılan fizikçilerden biri Brian Greene’dir. Greene [1999, s.
136-138] string teorileriyle ilgili ilk çalışmaların kuantum fiziğinde bazı
problemlerin çözümünün araştırılmasıyla başladığını, daha sonra bu çalışmaların
kuantum teorisiyle genel relativite teorisinin birleştirilebileceği ‘derin’ bir
teorik yapı oluşturma amacına yöneldiğini belirterek bu iki teorinin de tabiatı
anlamada yetersiz kaldığını hatırlatıyor. Greene, genel relativite ve kuantum
mekaniğinin bazı fizik problemleri üzerinde nasıl çelişkili sonuçlar verdiğini
şöyle ifade ediyor:
“Çok küçük ölçülerde, kuantum mekaniğinin temel
özelliği – belirsizlik prensibi – ile genel relativitenin temel özelliği –
uzayın (ve uzay-zamanın) sürekli geometrik modeli – birbiriyle doğrudan çatışma
içindedir. Pratik olarak bu çatışma kendisini çok somut bir şekilde
göstermektedir. Genel relativite ve kuantum mekaniğinin eşitliklerini
birleştiren hesaplar hep aynı komik sonucu vermektedir: sonsuzluk.” [Greene,
1999, s. 129]
Greene standart teorinin, gravitasyonu kuantum teorisiyle
bütünleştirememesinin yanında diğer bir yetersizliğine daha işaret
ediyor[Greene, 1999, s.142]: Elementer parçacıkların kütleleri ve özelliklerinin
bu teoriyle açıklanamaması. Bu durumda parçacıkların kütleleri ve özellikleri
sanki rasgele dağıtılmış görünmektedir, çünkü standart teori bu parçacıkları ve
özelliklerini deneysel veri (input) olarak almaktadır.
Greene string
teorilerinin genel relativite ve kuantum mekaniğini birleştirebilecek bir temel
oluşturacağına inanıyor, fakat bu teorileri geliştirmenin çok büyük engellerle
karşılaştığını itiraf ediyor. Pauli, Heisenberg, Dirac ve Feynman gibi
fizikçilerin bu konu üzerinde uzun süre çalıştıklarını fakat ‘nokta-parçacık’
yerine tabiatın en küçük bileşenlerinin dalgalı kürecikler olduğu kabul
edildiğinde fiziğin bazı temel ilkeleriyle çelişen sonuçlar ortaya çıktığı için
bu işten vaz geçtiklerini söylüyor [Greene, 1999, s. 157-158].
Fakat
sonuç ne olursa olsun, ‘fiziksel gerçekliğin’ bileşenleri nokta olamaz, çünkü
‘nokta’ fiziksel bir kavram değil geometrik bir kavramdır. Geometri ise, fiziki
dünyada mekanın sadece mücerret bir temsili üzerinde hesap yapmamızı sağlayan
bir lisan aracıdır. Bir nokta hiçbir varlık ve bilgiyi temsil edemez, çünkü
tarife göre boyutsuzdur. Bu yüzden ‘nokta-parçacık’ kavramı hernekadar
hesaplamalara uygun bir kavram olsa da ve ‘olayları kurtarmaya’ yarasa da
fizikte sadece bir hayalden ibarettir.
Tabii ki burada bir tek kavramı
değiştirmek meseleyi halletmeye yetmeyecektir. Daha önce bilim felsefecileri
Aristo’nun tarif ettiği uzay, zaman ve hareket kavramlarını tartışıp alternatif
kavram sistemleri geliştirmiş olsalardı, fizikte geri dönülmez bir yere gelmeden
önce alternatif yaklaşımlar ve teoriler geliştirilebilirdi.
Greene daha
sonra aynı konuya tekrar dönerek boyutsuz ‘nokta’ kavramıyla, hatta tek boyutlu
‘tel’ veya iki boyutlu fakat kalınlığı olmayan ‘zar’ kavramıyla kütle ve enerji
kavramlarının bir araya getirilerek ‘gerçek dünyanın’ anlaşılmasının mümkün olup
olmadığını sorgulamaktadır [Greene, 1999, s. 165].
Biz deriz ki; tek
boyutlu string (tel) kavramı da aynı şekilde, gerçek dünya ile alakası olmayan
geometrik bir kavramdan başka birşey değildir. Greene, string teoricilerinin
şimdi artık iki boyutlu disk şeklindeki yapı taşlarından, üç boyutlu kabarcık
şeklindeki yapı taşlarına kadar, hatta daha başkalarını da düşündüklerini ifade
ediyor. Tekrar edecek olursak: nasıl boyutsuz noktanın gerçek dünyada bir yeri
yoksa, tek boyutlu tellerin, hatta iki boyutlu disklerin de gerçek dünyada yeri
yoktur. Yeri olmayan yani mekanı olmayan, bir ‘şey’ bile, yani bir ‘varlık’ bile
değildir. Olmayan birşeyin de ne kütlesinden ne de enerjisinden
bahsedilebilir.
Greene bütün bu zorluklara rağmen string teorilerinin
geleceğinden çok ümitli görünmektedir. Bize göre fiziğin bugüne kadar ihmal
edilmiş temel kavramların hepsi gözden geçirilmedikçe string teorileri de
öncekiler gibi olayları kurtarmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir, çünkü
bu çabalarda eksik olan en önemli husus fizikle gerçeklik arasındaki alakanın
kaybedilmiş olmasıdır.
String teorileri üzerine aktif olarak çalışan
fizikçilerden biri de Edward Witten’dir. Witten aynı zamanda parçacık fiziğinin
önde gelen isimlerinden ve kuantum kromodinamiğine de önemli katkıları olmuş bir
fizikçidir. Witten fiziğin en gelişmiş iki büyük teorisinin birleştirilmesindeki
engelleri hatırlatarak bu tür çabaların çeşitli türden sonsuzluklara yol
açtığını söylüyor [bakınız: Davies & Brown, 1997, s. 90]. Bu tür
sonsuzlukların, noktasal kütle üzerinden yapılan hesaplarda alan denklemlerinin
çözümünü sırasında nasıl ortaya çıktığına temas ederek devam ediyor:
“…
elektron gibi bir parçacığı alıp bunu bir nokta-cisim olarak düşünür ve onun
elektrik ve gravitasyon alanlarını da buna göre alırsanız, elektrik alanında ve
gravitasyon alanında sonsuz enerji olduğunu bulursunuz.” [Davies & Brown,
1997, s. 92]
Ve elektron, graviton, foton, nötrino ve diğer parçacıkların
string modelini elementer bir telin harmoniklerine benzetiyor. Yani, Witten
burada elementer parçacıkları ‘string’ kavramı üzerinden tarif etmeye çalışıyor.
‘String’ler çeşitli enerji düzeylerinde titreşebildiklerinden, her kadarlı
(quantized) enerji seviyesine bir parçacık tekabül ettirmek mümkündür demek
istiyor. Witten, birbiriyle çelişen teorilerin birleştirilmesinin esaslı
gelişmelere yol açtığından bahsediyor ve buna örnek olarak, Einstein’ın özel
relativite teorisinin dönemin en gelişmiş iki teorisi olan Maxwell’in elektrik
teorisi ile Newton mekaniğini birleştirme çabasından; genel relativite
teorisinin de özel relativiteyle Newton’cu çekim teorisini birleştirme
çabasından ortaya çıkmasını gösteriyor.
Fakat bize göre burada gözden
kaçırılan husus şudur: kuantum teorisi de genel relativite teorisi de önceki
teorilerin kullandığı bazı temel kavramları kullanmaktadır. Geliştirilecek yeni
teoride ise bu kavramların yerine yeni kavramlar gerekmektedir. Diğer bir
ifadeyle, yeni teorinin kavram ağacının kökten değiştirilmesi gerekmektedir.
Witten devam ederek fizikçi olmanın amacı ile ilgili önemli tesbitlerde
bulunuyor:
“Fizikçi olmanın amacı sadece bazı şeylerin nasıl
hesaplandığını öğrenmek değildir, amaç dünyanın nasıl işlediğinin prensiplerini
anlamaktır. … fizik esas olarak yeni kavramlar keşfetmekle alakalıdır. … Bu
problem daha uzun yıllar çözümsüz kalabilir.” [Davies & Brown, 1997, s.
98]
Bu tesbitler çok önemli, ama ‘kavramlar keşfetmek’ yerine ‘kavramlar
icad etmek’ demesi daha doğru olurdu. Gerçekliğin bir ‘Referans Kitabı’ olsaydı
eğer, ancak o zaman bu kitaptan kavramlar keşfetmekten söz edilebilirdi.
String teorileri üzerinde araştırmaları değerlendiren fizikçilerden biri
de yukarıda bazı görüşlerini ele aldığımız Weinberg’dir. Bu fizikçi, Dreams of a
Final Theory (Son Teori Hayalleri) isimli kitabının bir bölümünü geleceğin ‘son
teorisi’nin hangi özelliklere sahip olacağı konusunda bazı tahminlerde bulunuyor
ve bu yeni teoride kuantum mekaniğinin değişmeden kalacağını söylüyor [Weinberg,
1993, s. 211]. Kuantum teorilerinde sonsuzluğun nokta-parçacık kavramından
kaynaklandığını ve bu problemin uygun bir şekilde formüle edilecek string
teorilerinde olmayacağını söylüyor [Weinberg, 1993, s. 216]. Daha ilerde fiziğin
amacını şöyle tarif ediyor:
“Gene tekrar ediyorum: en temel düzeyde
fiziğin gayesi sadece dünyayı tasvir etmek değil, fakat onun neden böyle
olduğunu açıklamaktır.” [Weinberg, 1993, s. 219]
Weinberg daha önce
gördüğümüz gibi, dünya hakkındaki bilgilerimiz arttıkça onun daha fazla anlamsız
(pointless) göründüğünü söylemişti. Acaba dünyanın neden böyle – yani
anlamsız(?) olduğunu açıklamak fiziğin en temel amacı olabilir mi?
String
teorisini geliştiren fizikçilerin yaptıkları çalışmaları yakından izleyen diğer
bir fizikçi David Peat, bu teori geliştirildiği zaman sadece elementer
parçacıklara bakış açısını değiştirmekle kalmayıp bunun fizikte halen kullanılan
matematiksel lisanı da tamamen değiştireceğini söylüyor. Boyutsuz nokta ve
sonsuz bölünebilirlik olarak tarif edilmiş olan süreklilik kavramının artık terk
edilmesinin söz konusu olduğunu açıkça ifade ediyor[Peat, 1997, s. 4-5]. Fakat
yeni matematiksel lisanın hangi kavramlara dayanarak kurulacağını açıkça ifade
etmiyor.
Son olarak, yeni teori geliştirme çalışmalarına aktif olarak
katılan başka bir fizikçi Roger Penrose ‘string’ teorileri çerçevesinde çalışan
fizikçilerden farklı bir yol izlemektedir. Penrose yeni teoriyi geliştirme işine
ötekiler gibi kuantum teorisinden değil, genel relativite teorisinin uzay-zaman
geometrisinden başlamıştır. Genel relativite teorisi reel sayılar uzayı üzerine
kurulmuştu; Penrose ise her iki teorinin üzerinde kurulabileceği, bir kompleks
sayılar geometrisi ve buna dayanan bir uzay-zaman anlayışı - twistor uzayı-
geliştirmeye çalışmaktadır. Penrose, teorisini geliştirmek için beş safhalı bir
araştırma programı hazırlamıştır. İlk safhalarda elementer parçacıklar ve
bunların özellikleri bu twistor uzayı cinsinden açıklanmaya ve bunlarla ilgili
kavramsal problemler çözülmeye çalışılacaktır. Son safhalarda ise genel
relativite ve kuantum teorisini birleştirecek bir kuantum gravitesi teorisi
geliştirilecektir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan, yeni teorilerin
geliştirilmesinde meselenin kavramsal yönü artık iyice idrak edilmiş olmaktadır.
Ancak bize göre, bunu başaracak fizikçilerin sadece fizik ve matematik değil,
felsefe de bilmeleri gerekiyor. Ayrıca artık bilim felsefecilerinin de yeni
fiziğin gelişmesine yardımcı olmaları gerekmektedir.
Fizikte bugüne
kadar tam olarak açıklanamamış bazı olayları hatırlayalım: Işık dalga mı
parçaçık mı? Işık hızı neden c? Işığın kırılması, saçılması ve yansıması. Işığın
kısmi yansıması. Elementer parçacıkların kütleleri. Bazı fiziksel
sabitler.
Bize göre geleceğin teorisini geliştirme çalışmaları şu temel
meselelerin önce kavramsal olarak açıklanmasını hedef almalıdır: Işık bildiğimiz
türden dalga veya parçacık olmadığına göre nedir? Işığın hareketi ile
parçacıkların hareketi arasındaki kategorik fark nereden kaynaklanıyor? Mekan ve
zaman sürekli midir, yoksa kesikli midir? Elementer parçacıkların kütleleri
arasında mutlaka bir bağıntı olmalıdır, bu nasıl ortaya çıkarılabilir? Kütle ile
enerji arasında daha temel bir bağıntı var mıdır? İşte bu sorulara kavramsal
olarak cevap veremeyen bir teori hangi matematik yapıları kullanırsa kullansın
yetersiz kalmaya mahkumdur.
6. Sonuç
Bu incelememizde çeşitli
bilim adamı ve bilim felsefecilerinin görüşleri ışığında günümüz bilim
anlayışında bilim ve gerçeklik arasındaki alakayı araştırdık. İncelememizi fizik
bilimlerle sınırlı tuttuk. Önce Batı bilim anlayışının, eski Yunan düşüncesinden
gelen temel kavramlar, mantık ve geometri ile Ortaçağ’da Müslümanlar tarafından
geliştirilen cebir, analitik geometri ve trigonometri ile deney, gözlem ve
ölçmeye dayanan araştırma geleneği üzerine kurulduğunu anlattık.
Sonra,
yirminci yüzyıl Batı bilim felsefelerini kısaca gözden geçirdik. Bu felsefeleri
kavramsal açıdan değerlendirdik. Daha sonra bazı çağdaş fizikçilerin bilim,
lisan ve gerçeklikle alakalı görüşlerini özet olarak gördük ve değerlendirdik.
Son olarak da fiziğin en gelişmiş iki teorisi olan genel relativite ve kuantum
teorisinin fizikçiler tarafından ‘herşeyin teorisi’ olacak şekilde
birleştirilmesi çalışmaları sırasında karşılaşılan bazı güçlükleri aktardık.
Bu çalışmamızın amacı bilim tarihinde eski Yunan medeniyetinden İslam
medeniyetine kadar ve oradan da günümüze kadar önce Avrupa’da sonra da bütün
dünyada yapılan bilim faaliyetlerini küçümsemek veya değersiz göstermek
değildir. Böyle bir düşünce söz konusu olamaz, çünkü biz de bilimsel araştırma
faaliyeti içinde bulunuyoruz. Fakat mevcut bilim anlayışının bir alternatifinin
de mutlaka geliştirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Çünkü gerçeklik kavramından
yoksun olan bu anlayış olayları bir bütün halinde görmekten de uzaklaşmıştır.
Bunun dramatik sonuçları bazı bilim ve teknoloji alanlarında kendini
göstermektedir. Bu anlayış içinde geliştirilen bir çok buluş kolaylıkla çevreye
ve insanlara geri dönüşü olmayan zararlar verecek şekilde kullanılabilmektedir.
Buna bir örnek olarak kimyasal ilaç sanayiini gösterebiliriz. Bu alandaki
bilimsel araştırmalar - patent çıkarları yüzünden - bitkisel ilaç teknolojisinin
gelişmesini engellemektedir. Bunun sonucunda ilaç yan etkileri tam olarak
araştırılmadan yeni ilaçlar piyasaya sürülebilmektedir. Diğer bir örnek, genetik
araştırmaların ticari amaçlarla, mevcut bitki türlerinin genetik olarak
değiştirilmiş yeni cinslerininin tohumlarını hızla tabii çevreye katmasıdır.
Laboratuvarlarda genetik değişikliğe uğratılmış bu bitkiler, bakterilerden
böceklere, kuşlardan diğer hayvanlara ve insanlara kadar binlerce değişik canlı
türünün içinde yer aldığı ekolojik çevrimleri nasıl etkileyeceği araştırılmadan,
hatta düşünülmeden çevreye sokulmaktadır.
Bu hatırlatmadan sonra
çalışmamızda esas dikkat çekmek istediğimiz hususları şöyle özetleyebiliriz:
Ptoleme’den günümüze kadar gelen bir lisanın kavramları üzerine kurulmuş
klasik ve modern bilim anlayışına göre teoriler, bilim adamlarına gerçekliği
anlamada kullanacakları bir araç olarak geliştirilmezler. Bir fizik teorisinde
aranacak esas özellik, teoriyi kullanarak yapılan hesapların gene teoriye göre
yapılan gözlemlerden elde edilen sonuçlarla uyumlu olmasıdır. Mevcut bilim
anlayışında bilimle gerçeklik arasındaki alaka ihmal edildiği veya dikkate
alınmadığı için ciddi felsefi ve teorik meseleler ortaya
çıkmaktadır.
Felsefi meseleler, özellikle pozitivist bilim felsefecileri
ve bazı bilim adamları tarafından bilime ve bilimsel teorilere, mevcut bilim
anlayışının teori geliştirmedeki amaçlarına zıt fonksiyonlar yüklemeye
çalışmasından ortaya çıkmaktadır. Bu tür yanlışlıklardan biri, bilimi ve fizik
teorilerini gerçekliğin tasviri olarak göstermek, diğeri ise bunları lisanın
temeli olarak görmektir.
Teorik meseleler ise, bazı kritik fiziksel
olayların mevcut teoriler kullanılarak tam olarak açıklanamaması ve şimdiye
kadar geliştirilmiş en güvenilir iki fizik teorisinin - genel relativite ve
kuantum teorisi - birleştirilememesi şeklinde kendini göstermektedir. Teorik
meselelerin temelinde Aristo’nun yaklaşık 2400 sene kadar önce formüle ettiği ve
günümüze kadar fizik teorilerinde kullanılan bazı kavramların ve bunların
meydana getirdiği kavramsal yapının bulunduğu anlaşılmaktadır.
Fizikçiler
şimdi, daha önce karşılaştıkları teorik problemlerden çok farklı, temel
kavramsal meselelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Teorik problemler,
örneklerini gördüğümüz gibi, teoriye yeni hipotezler eklenerek veya yeni
hesaplama teknikleri geliştirilerek çözüme kavuşturuluyordu. Fakat mevcut fizik
teorilerinin ortak olarak kullandığı temel kavramlardan ve bu kavramlar üzerinde
geliştirilmiş matematik yapılardan kaynaklanan problemler çok daha köklü
çözümlere ihtiyaç göstermektedir.
Şimdiki halde ‘herşeyin teorisi’ni
geliştirme çabalarının başarılı olacağı şüphelidir, çünkü bu çalışmalar mevcut
teorilerin tam bir kavramsal yapı analizine dayanmamaktadır. Birleştirilmeye
çalışılan iki teorinin henüz tam bir kavram ağacı bile çıkarılmamıştır. Ayrıca,
kavramsal yapı analizi bu işin daha başlangıcı olacaktır. Mevcut bilim
anlayışının üzerine kurulduğu ‘tabii lisan’, temel kavramlarını eski Yunan
düşüncesinden, hatta mitolojisinden almaktadır. Esas araştırılması gereken
mesele, bu teorilerin ve bilim anlayışının üzerine kurulduğu ‘tabii lisanın’ bu
meseleleri çözmek için gerekli kavramlara sahip olup olmadığıdır.
Referanslar
Bechtel, W. (1988a). Philosophy of Mind: An overview
for cognitive science. N.J.: Lawrence Erlbaum Associates.
Bechtel, W.
(1988b). “Philosophy of Science: An overview for cognitive science”. New Jersey:
Lawrence Erlbaum Associates Publications.
Davies, P.C.W. & Brown, J.
(Eds.) (1997). ‘Superstrings: A Theory of Everything?’ Cambridge: Cambridge
University Press.
Demirci, M. (1996). “Beyt-ül Hikme”. İnsan Yayınları.
İstanbul, s. 128.
Deutsch, D. (1997). “The Fabric of Reality”, Londra:
Penguin Books.
Duhem, P. (1969). “To save the phenomena”. Tr. by: E. Doland
& C. Maschler. Chicago: The University of Chicago press.
Duhem, P.
(1991). “The Aim and Structure of a Physical Theory”. Tr. by. P.P. Weiner.
N.J.:Princeton University Press.
Feyerabend, P. (1975). “Against method”.
London: Verso
Feynman, R.P. (1990). “QED: The strange theory of light and
matter.” Penguin Books.
Greene, B. (1999). “The elegant universe”. New York:
Norton & Co.
Heisenberg, W. (1971). “Physics and Philosophy”.
Northampton: Unwin University Books.
Huff, T.E. (1993), “The Rise of Early
Modern Science: Islam, China and the West.” Cambridge U.P.
Hourani, G.E.
(1976). “Averroes: On the harmony of religion and philosophy”. London: Luzac
& Co.
İbn Rüşd (~1180). Fasl el Makal. (bakınız: Hourani, G.E.,
1976).
Kant, E. (1781/1993). “Critique of Pure Reason”. Tr. By: Vasilis
Politis. London: Everyman.
Kocabaş, Ş. (1991). “Conflict resolution as
discovery in particle physics”. Machine Learning, Kluwer Academic Press, vol. 6.
s. 277-309
Kocabaş, Ş. (1996). “AI and Philosophy of Science”. In the
Proceedings of the Third Meeting of Istanbul-Vienna Philosophical Circle.
Istanbul 11-12 November, s. 127-138.
Kocabaş, Ş. (1997). “Islam’da Bilginin
Temelleri”. Istanbul: Iz Yayıncılık.
Kocabaş, Ş. (1998). “Automated
formulation of reactions and reaction pathways in nuclear astropysics.” ECAI-98
Machine Discovery Workshop. 24 Ağustos 1998, Sussex Üniversitesi,
Brighton.
Kuhn, T.S. (1962). “The structure of scientific revolutions”.
Chicago: Chicago U.P.
Lakatos, I. (1974). “Falsification and the methodology
of scientific research programmes”. In I. Lakatos & A. Musgrave: Criticism
and the Growth of Knowledge. Cambridge: Cambridge U.P. s. 91-196.
Langley, P.
(1977). ‘Bacon: A production system that discovers empirical laws’. Proccedings
of the Fifth International Joint Conference on Artificial Intelligence (pp.
344). Cambridge, MA: Morgan Kaufmann.
Langley, P., Simon, H.A., Bradshaw,
G.L., & Zytkow, J.M. (1987). ‘Scientific discovery: Computationla
explorations of the creative processes. Cambridge, MA: MIT Press.
Laudan, L.
(1977). “Progress and its problems”. Berkeley: University of California
Press.
Leicester, H.M. (1956). “The Historical Background of Chemistry”. New
York: Dover.
Özemre, A.Y. (1999). “Kur’an-ı Kerim ve Tabiat İlimleri: Tenkidi
bir yaklaşım”. Istanbul: Furkan Yayınları.
Peat, F.D. (1997). “Superstrings
and the search for the theory of everything”. London: Abacus Press.
Penrose,
R. (1994). “Shadows of the Mind: A search for the missing science of
consciousness”. Oxford: Oxford University Press.
Rose, D., & Langley, P.
(1986). ‘Chemical discovery as belief revision’. Machine Learning, 1,
423-452.
Thagard, P. (1988). “Computational Philosophy of Science”. MIT
Press. s.103-111.
Thagard, P. (1992). “Conceptual Revolutions.” New Jersey:
Princeton University Press.
Valdes-Perez, R.E. (1995). ‘Machine discovery in
chemistry: New results’. Artificial Intelligence, 74, 191-201.
Valdes-Perez,
R.E. (1996). ‘A new theorem in particle physics enabled by machine discovery’.
Artificial Intelligence, 82, pp. 331-339.
Weinberg. S. (1993). ‘Dreams of a
Final Theory’. New York: Vintage Books.
Zytkow, J.M. and Simon, H.A. (1986).
‘A theory of historical discovery: The construction of componential models’.
Machine Learning, 1, 107-137.
Gönderen Star Words zaman: 22:48 Bu yazıya verilen bağlantılar
Etiketler: BİLİM FELSEFESİ