|
İlmî Makalelerde Şirk
Problemi Prof.Dr. Arif
SARSILMAZ
Kâinattaki
hâdiseler hakkında sorular sormak, varlıkları araştırmak,
insan olmanın önemli bir yanıdır. Varlıkların yaratılış
gâyesini ve hikmetlerini araştırmada teşvik edici unsurlardan
biri, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan merak hissidir.
Merakımızı tatmin için, incelediğimiz hâdiseye bazı sorular
sorarak yaklaşırız. 'Nasıl, niçin, kim?' gibi soruların tatmin
edici cevabını araştırırken, bazı bilim adamları materyalist
ve pozitivist bakış açılarıyla sadece 'nasıl?' sorusunu
sorarak, hâdisenin işleyiş prensiplerini araştırmaya
girişirler. Bu bakış açısına sahip bilim adamları, bazen
'niçin?' sorusunu sorsalar da, buna sadece görünen hikmetler
açısından cevap ararlar; fakat asla 'kim?' sorusunu sormazlar.
Bu kişiler, 'kim?' sorusunun cevabının, kendilerini alâkadar
etmediğini veya bilimin sahasına girmediğini söyleyerek,
vicdanlarını susturmayı tercih ederler. Daha idealist bakış
açılarına sahip ilim adamları ise, vicdanlarında duydukları
arayışın tahrikiyle, sorularını devam ettirerek, 'kim?'
sorusunu da sorarlar.
Bilim-din çatışması mı?
Batılı bilim adamlarının bir kısmı, objektiflik adına,
"lâboratuvara girerken inanç dünyalarını dışarıda bırakmakta",
sadece 'nasıl?' sorusuna cevap aramaktadır. Bu düşüncenin
temelinde, Hristiyanlıktaki din anlayışı ile ilim telâkkisi
çatışması yatmaktadır. Kilise ile bilim dünyası arasındaki
çatışmanın bir neticesi olarak ortaya çıkan bu duruma, çok
şaşırmamak gerekir. Nitekim Batı'daki birçok bilim adamı
lâboratuvarda çalışırken 'kim?' sorusunu sormaz; fakat özel
hayatında kendine göre bir dindarlık da yaşayabilir. Bizde
ise, asla bir ilim-din çatışması yaşanmadığı halde,
Hristiyanlık için kurulan darağacına İslâm'ı çekmek isteyen
bazı bilim adamları, 'kim?' sorusunun sorulmasına müsaade
etmedikleri gibi, 'nasıl?' sorusunun cevabını da tamamen
materyalist bir anlayışla verirler.
Düşüncenin
tercümanı dil Lâiklik ve objektiflik perdesi altında
ateistlik yapanların, 'şirk' eksenli bir dil geliştirdikleri
bilinmektedir. Buna karşılık inançlı olduklarını bildiğimiz
bazı ilim adamlarımız da, ilmî sohbet veya yazılarında,
bilerek veya bilmeyerek materyalist bir dil kullanmaktadır. Bu
dilin temel karakteristiği, incelenen veya takdim edilen
hâdisenin meydana gelmesi esnasında birer şart-ı âdi olan
sebeplere bağlanmış olarak yürütülen mekanizmalara, bir kudret
ve güç izâfe etmesi, daha açık söylersek, Allah'a (cc)
verilmesi gereken 'yaratma' fiilini mekanizmalara vermesidir.
Ateist ve materyalist düşüncedeki birinin, vak'a raporu takdim
eder gibi, hâdisenin sadece görünen yüzüne ve sahnenin
önündeki figürlere bakarak konuşması, o kişinin inancı
açısından bir problem teşkil etmez. Fakat Allah'a inandığını,
atomlardan galaksilere kadar kâinatta cereyan eden her
hâdiseyi, O'nun yarattığını söyleyen bazı ilim adamlarının,
kimi ifadelerinde, Allah'a (cc) karşı takınılması gereken
tavır ve üslûptan uzak bir şekilde, fiillerin sebeplere ve
mekanizmalara verildiğini görmek düşündürücüdür.
Şirk nedir? Cüz'î irademizi kullanarak
yaptığımız küçük çapta bir sanat eserini başkalarının da
takdir etmesini isteriz. Yaptığımız bu basit eseri, başkaları
sahiplense ve kendileri yapmış gibi takdim ederek bizi yok
farz etse, nasıl da kızarız. O halde bütün kâinatı kabza-i
tasarrufunda tutan Rabb'imizin mükemmel şekilde yarattığı
mevcudatı, nasıl olur da, tabiata, sebeplere veya atomlara
verebiliriz? Yaptığımız bir işe sahip çıkmayı ve bunu
başkalarından kıskanmayı makul gördüğümüz halde, Rabb'imizin
Rububiyet dairesine ait fiiller hususunda 'kıskanç' olacağını
niye aklımıza getirmiyoruz? Sonsuz azamet ve kudretini her an
üzerimizde hissettiğimiz Rabb'imize karşı şirk işmâm eden
sözlerimiz yüzünden, hesaba çekilebileceğimizi niçin
düşünmüyoruz?
Tevhid hassasiyeti Bediüzzaman
Hazretleri, Risâle-i Nur'da tevhidle ilgili mevzuları ele
alırken, şirk hususunda çok fazla durmaktadır. Tabiatı bir
sanat eseri olarak takdim eden Bediüzzaman Hazretleri,
sebepleri reddetmemekte; onları "Allah'ın izzet ve azametine
bir perde" olarak görerek, onlara gerçek değerini vermektedir.
Ancak o, ele aldığı mevzuu, Allah'ın varlığına ve birliğine
ait misallerle aklımıza yakınlaştırırken, hususî olarak
kullandığı bazı kelimelerle, ya meseleyi kayıt altına alarak
takdim etmekte veya aktif cümleler yerine, örtülü öznesi Allah
olan pasif cümleler kurmaktadır.
İnsan vücudunda
işleyen atomları veya alyuvarların kan damarı içindeki
hareketlerini ve oksijen taşıma ameliyelerini yahut daha başka
harika hâdiseleri anlatırken, sebeplere ve mekanizmaya ancak
nisbî kıymetleri kadar ehemmiyet vermekte, "emr-i ilâhî ile
hareket eden", "emirber nefer", "kanun-u ilâhî", "Sâni-i
Hakîm'in bir kanunu", "vazifedâr bir memur", "kanun-ı
mukarrere" gibi tabirlerle, sebepleri kayıt altına almakta ve
Rububiyet'in azametine şirk bulaştırmaktan
kaçınmaktadır.
Allah (cc) şirki niçin sevmez?
Şirk mevzuunda Kur'an-ı Kerim'de ehemmiyetle
durulmaktadır. Lokman Sûresi'nin 13. âyetinde "…Oğlum,
Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür."
denmektedir. Ayrıca "Muhakkak ki Allah, kendisine ortak
koşulmasını affetmez; bundan başka günahları dilediği kimse
için bağışlar. Allah'a ortak koşan ise, pek büyük bir günah
ile iftirada bulunmuştur." (Nisâ, 48)
âyetiyle de şirk hususunda inananlar ikaz edilmektedir.
Şirk mevzuunda, Kur'an-ı Kerim'de bu kadar ağır
hükümler bulunmasının çok önemli hikmetleri olması gerekmez
mi? Allah'a ortak koşma veya şirk dendiğinde, akla bazı eski
kavimlerin putlara tapmaları gelmektedir. Halbuki, Allah'a
inandığı halde O'nun mülkü olan kâinatı ve kâinata koymuş
olduğu kanun ve tekvinî emirleri, birkısım sebepler,
tesadüfler, tabiat veya atomlardaki kuvvetler gibi mefhumlar
arasında taksim edip, bunları hakiki birer tesir sahibi kabul
etmek de şirktir. Tûr Sûresi'nin 35-36-37. âyetlerinde
Rabb'imiz soruyor: "Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı
yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? Yoksa
gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman
etmeye niyetleri yoktur. Yoksa Rabb'inin hazineleri onların
yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele
geçirdi?" Tabiatta cereyan eden bir hâdiseyi incelerken,
bu soruların cevabını veriyormuşuz gibi düşünmemiz
gerekmektedir. Aynı sûrenin 44. âyeti ise, yaşadığımız
zelzeleler hakkında hüküm yürütürken bilim adına girilen şirki
gözler önüne sermektedir: "Eğer onlar azap olarak gökten
bir parçayı üzerlerine düşerken görecek olsalar, 'Bu bir bulut
kümesidir.' derler." Burada unutulmaması gereken husus;
Rabb'imizin zelzele, sel, veya başka bir âfeti yaratırken,
dünyamızın içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde, belli
sebepleri kullanarak yarattığıdır. Yağmurları belli bir
bölgeye aşırı şekilde yağdıran, mağmayı kaynatan, fayları
kıran, ancak bütün bunları yaratan ve onlara her an sözü geçen
Kudret-i Sonsuz'dur.
Şirkin korkunçluğunun ve
çirkinliğinin altında yatan asıl sebep, kâinatın bütününü
hedef alan bir tahkir ve iftira oluşudur. Atomaltı
partiküllerden fezadaki akıl almayacak büyüklükteki gök
cisimlerine kadar her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan,
bildiğimiz bilemediğimiz bütün mahlukatı besleyip çeşitli
vazifelerde istihdam eden Allah (cc) ile kâinat arasındaki
bağı koparan ve mahlûkatı tesadüflerin oyuncağı durumuna
düşüren şirk, varlığa yapılmış bir tahkir, onlara atılmış bir
iftira ve hukuklarına tecavüz demektir. Dolayısıyla Rabb'imize
karşı bir isyan ve küfür hükmünde olan şirkin her türlüsünden
sakınmalıyız.
İlim adamları; Allah'ın kendilerine
bahşetmiş olduğu iman, akıl ve ilim gibi nimetlerin şükrünü
eda etmek için, cüz'î ilimlerinin asıl kaynağı olan Sonsuz
İlim Sahibi'nin yarattıklarındaki ince sanatları ve ahenkli
hâdiseleri başkalarına da uygun bir lisanla anlatarak
yaratılış gâyelerine uygun hizmet etmelidirler. Ancak bunu
yaparken, bilgilerini, alışmış oldukları "bilimsel jargonla",
yani materyalist bakış açısının oluşturduğu pozitivist ifade
ve kelimelerle değil, şirke yol açmayacak tarzda seçilmiş
hususî bir dille sunmalıdırlar.
Bu mevzuda Bediüzzaman
Hazretleri 25. Söz, İkinci Şule'de; "Hem toprak,
nebâtatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz
toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden
pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o
kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar,
ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri,
hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan onlar bir
Hakîm-i Rahîm'in perde arkasından uzattığı ipler ve
şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara
uzatıyor. İşte şu beyânâttan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerîm gibi
çok esmânın matla'ları görünüyor." şeklindeki ifadesiyle,
toprağın ve ağaçların sadece birer sebep olduğunu belirtirken,
bize bir ölçü de vermektedir. Benzer şekilde, yağmurun
yağdırılması hâdisesinde; "Mu'cizât-ı rubûbiyetin en
mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan
bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı
acibeyi beyân ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada
dağılıp saklandığı vakit, istirahata giden neferat misillü bir
boru sesiyle toplandığı gibi emr-i İlahî ile toplanır, bulut
teşkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder
gibi, o parça parça bulutları te'lif edip, -kıyamette seyyar
dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde
kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından âb-ı
hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir
irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek
gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir
mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine
toplanmıyor, belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor."
diyerek de, bu ölçüyü kuvvetlendirmektedir. Yine başka bir
yerde; "Su gibi bir madde emr-i ilâhî ile incimâd eder, taş
olur. Taş izn-i ilâhî ile toprak olur." derken, jeolojik
süreçlerin de sadece birer perde olduğunu vurgular. Sebepler
zinciri şeklinde, hâdiselerin arka arkaya gelip bir mekanizma
teşkil etmesinin bizleri aldatmaması hususunu şöyle belirtir:
"Mucizât-ı Kudret-i İlahiye'yi bir tertib-i hikmetle
zikrederek esbabı müsebbebe rabtedip bizim faydalanmamız için
bir gâye gösterir, o gâye bütün o müteselsil esbab ve
müsebbebat içinde o gâyeyi gören ve takib eden gizli bir
Mutasarrıf bulunduğunu ve esbab O'nun perdesi olduğunu isbat
eder." Bu ifadelerdeki, "gâye" kelimesi, anahtar
hükmündedir. Bu kelimeyle hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfî
olmadığı, bir hedefe ve maksada müteveccih olarak ortaya
çıktığı ve bunun için bir 'düzenleyici' ve 'plânlayıcı'nın
mutlaka olması gerektiği ve sebeplerin de ancak bir perdeden
ibaret olduğu ifade edilir.
Aldatan mekanizma ve
sebepler Bu mevzuda çoğumuzu aldatan bir husus,
sebeplere hakiki tesir vermemizdir. Buna yol açan birinci âmil
ise, kâinatta zuhur eden hâdiselerde sebeplerin birbirleri ile
hususî bir münasebet içinde ve bir sisteme göre tertip
edilerek bağlanmasıdır. Genel mânâda "mekanizma" olarak
isimlendirdiğimiz bu işleyişin görüntüsü, bizi aldatmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu tehlikeli tuzağa karşı
(sadeleştirilmiş haliyle) şu şekilde cevap vermektedir:
"Allah'ın dilemesi ve İlâhi hikmetin gereği olarak ve
Allah'ın isimlerinin tezahür etmek istemesiyle; ortaya çıkan
şeyler, sebeplere bağlanmış. Herbir şey, hususî bir sebeple
münasebetli kılınmış. Fakat 'Esbabda hakikî tesir-i icadî
yok.' Sebepler içinde, ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en
vasi', insandır. İnsanın dahi en açık iradî fiilleri içinde en
zâhiri olanı; yemek, konuşmak ve düşünmektir. Yemek, söylemek
ve düşünmek ise, gâyet muntâzam ve hayret uyaracak şekilde
hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz parçasından,
insanın kendi eline verilen ancak bir parçasıdır. Meselâ
yemekten, bedenin hücrelerinin beslenmesinden tut, çeşitli
ürünlerin teşekkülüne kadar olan faaliyetler zinciri içinde,
insanın kendi iradesine verilen yalnız ağızdaki dişlerden
oluşan değirmeni tahrik edip onu çiğnemektir. Konuşmanın
gerçekleşebilmesi için de, onun yaptığı sadece ağzını açıp
kapatarak harflerin dışarıya çıkmasına vesile olmaktır.
Halbuki kelime, ağızda bir çekirdek gibi iken, bir ağaç
hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler
verir. Milyonlarca dinleyicinin kulağına girer. Mâdem sebepler
açısından en fazla seçme iradesine sahip olan insanın bile,
hakikî icad için böyle eli bağlıysa, diğer mahlukat, nasıl
hakikî mutasarrıf olabilir ki? Sebepler, birer zarftır ve
Allah'ın eserlerine bir kılıftırlar ve Rahmâni hediyelere
birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin
sarıldığı paket veyahut hediyeyi getiren elçi, o padişahın
saltanatına ortak olamazlar. Öyle ise, sebep ve araçların,
Rubûbiyet-i İlâhiye'den hiçbir cihette hisseleri olamaz.
Hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur."
Her şey O'nun elinde Hayatını iman
kurtarmaya ve tevhid akidesinin vicdanlarda duyurulmasına
adayan Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin değişik yerlerinde
şirk mevzuunda dikkatimizi çekmektedir. Yukarıda
sadeleştirerek verdiğimiz 32. Söz'de Güneş'i musahhar bir
memur olarak görmekte, daha sonra da yeri ve göğü, insan
vücudunu her şeyi biribirine irtibatlı yaratan Rabb'imizin
icraatını anlattıktan sonra; "…O'nun kabza-i
tasarrufundadır. (…) Kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve
teshir ve tedvir ediyor. (...) O'nun kabza-i rubûbiyetinde ve
terbiyesindedir. (...) O'nun kabza-i kudret ve ilmindedir ve
adl ü hikmetinin mizanıyla ölçülüp ve tanzim edilir. (...)
O'nun kabza-i rubûbiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve
terbiyesindedir. (...) O'nun taht-ı emrindedir ve daire-i
tasarrufundadır ve O'nun kanunuyla hareket ederler." diyerek,
bütün irade ve kudreti Allah'a teslim etmektedir. Yaratma ve
icad faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan eserlerin
ihtişamını nazara verdikten sonra da, aklı ilzam edecek
şekilde çok açık ve kesin bir hükmü ortaya koyuyor: "Elbette
bütün bunların ana maddeleri ve bütün onlardaki sanatlı
nakışlar ve nakışlı dokular, mekikler ve yaylar hükmünde olan
atomlar dahi mecburen O'nun kabza-i kudretinde ve daire-i
ilmindedir ve O'nun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntâzam
harekat yapar, mükemmel vazifeler görürler. Mâdem her bir
zerrenin hareketi ve vazife görmesi, O'nun kanunuyla, izniyle,
emriyledir. Elbette her şahsın, ayrı bir simada yaratılması ve
herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i
farika bulunması ve sîmalarda olduğu gibi ses ve dillerde de
farklılıkların bulunması, apaçık O'nun ilim ve hikmetiyledir."
Bediüzzaman Hazretleri bu ifadeleriyle
mekanizmaya ve sebeplere hayat hakkı tanımamaktadır. Daha
sonra 33. Söz'ün 27. Pencere'sinde; "Sebepler gayet adi,
aciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet sanatlı ve
kıymetli olduğundan sebebi azleder." veciz ifadesiyle, bu
hükmünü perçinlemektedir.
Şirke girmeden ifade etme
sanatı Başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere, İslâm
âlimlerinin şirk mevzuundaki bu hassasiyetlerine rağmen,
günümüzün pozitivist ve materyalist akımlarının tesirinde
yetişen inançlı ilim adamlarımızın çoğunun, farkına bile
varmadan, düştükleri şirk vartasına karşı hususî bir dil ve
üslûp geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
"Karaciğer ve pankreas, karbonhidrat
metabolizmasını düzenler." şeklindeki bir ifadede,
organlara ilim ve kudret verdiğimizin ve gizli şirk içinde
olduğumuzun farkına varmalıyız. Bunun yerine, hiç olmazsa
seküler bir ifade olarak; "Karbonhidrat metabolizmasının
düzenlenmesi, karaciğer ve pankreasta gerçekleştirilir."
cümlesi ile, sadece hâdisenin yeri belirtilmiş olur.
Bundan biraz daha ilerisi; "Karbonhidrat metabolizması,
karaciğer ve pankreasa düzenlettirilir." şeklindeki bir
cümle veya; "Karbonhidrat metabolizması, karaciğer ve pankreas
vasıtasıyla düzenlenir." tarzındaki, organları sadece birer
vasıta kabul eden, yahut; "Karbonhidrat metabolizmasının
düzenlenmesinde, karaciğer ve pankreas rol oynar."
şeklindeki ifadeler de, ilmî bakımdan bir eksiklik
göstermediği gibi, bizi gizli şirkten de korur. Aslında en
iyisi, zaman ve zemin müsait olduğunda; "Mükemmel surette,
bir ilim ve kudretle yaratılmış olan karaciğer ve pankreas,
Allah’ın kendilerine vermiş olduğu enzim ve hormonlarla
karbonhidrat metabolizmasının düzenlenmesi vazifesini
yürütürler." gibi bir üslûpla konuşup yazdığımızda tebliğ
ve irşad sevabı da kazanmış
oluruz.
|
|
|
|