|
Madde,
Mânâ ve Elmas Teorisi (Tam metin) |
|
GİRİŞ
Müsbet ilmin kaynağı
gözlemdir, kamçısı da merak ve sorgulamadır. İlmin gelişmesi
önündeki en büyük engel ise şartlanmadır, ve onun da kaynağı
herşeyin üzerine siyah bir cehalet örtüsü çeken alışkanlıktır.
İki şeyi her zaman birlikte görmeye alışan bir insan, zamanla
bu iki şeyi birbirinin parçası veya birini diğerinin kaynağı
olarak algılar, ve biri olmadan diğerinin olamıyacağı hissine
kapılır.
Zamanla betonlaşan bu
önyargıları kırmak gerçekten çok zordur. Okullarda yapmaya
çalıştığımız en mühim şeylerden biri öğrencilerin
beraberlerinde getirdikleri bu tür yanlış anlamaları söküp
doğruları ile değiştirmek. Ama bunu bile tam olarak
başardığımız söylenemez. Mesela hiçbirimiz termodinamiğin
birinci kanununda ifadesini bulan enerjinin korunumu
prensibine itiraz etmeyiz, ama yalıtılmış bir odanın ortasına
konup kapısı açık olarak çalıştırılan bir buzdolabının odayı
soğutmayıp aksine ısıtacağını kabul etmekte zorlanırız. Çünkü
buzdolabı ile soğutmayı beraber görmeye şartlandık. Farelerle
yapılan deneyler de şartlanmanın nasıl yanlış bilgilerin
kaynağı olabileceğini gösteriyor.
Benzer şekilde, biz
herşeyi – kuvvet, sevgi, öfke, ve hatta hayat, görme, işitme
vs – ancak etkileri maddede görülünce algılıyabiliyoruz, ve
tabii olarak herşeyin kaynağının madde olduğu yanılgısına
düşüyoruz. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu
önyargı günümüzde de ilmin üzerine kurulduğu platformu
oluşturmaktadır. Ancak gittikçe yükselen bu binanın oturduğu
zeminin sağlamlığı artık yavaş yavaş sorgulanmaya başlanmalı,
ve gerekirse zemin muhkem hale getirilmelidir. Bu makalede
evren ve varlıklar hakkındaki madde (veya enerji)’den oluşan
tek katmanlı mevcut görüş ciddi olarak sorgulanmakta, ve
varlıklar hakkındaki anlayışımızı derinden etkiliyecek ve
hatta değişterecek yeni bir görüş ortaya konmaktadır. Tüm
varlıkların madde ve madde-dışı (mânâ) unsurlar karışımı
olduğu gözlemlerle izah edilmekte, ve evrenin aslında
madde-enerji katmanı ile beraber çok sayıda madde-dışı
katmandan oluştuğu gösterilmektedir. Maddeye dayalı mevcut
evren anlayışımızı temelinden sorguluyan bu iddialı yaklaşım
okuyucuların değerlendirmesine sunulmuştur.
MADDE
VE ENERJİ
Einstein’in meşhur E = mc2 formülünden de
görüleceği gibi, madde ile enerji aynı varlığın iki değişik
tezahürüdur, ve biri diğerine dönüşebilir. Yani madde ve
enerji aslında eşdeğerdir, ve maddeye enerjinin bir şekli
olarak da bakılabilir. Keza, “maddenin korunumu” ve “enerjinin
korunumu” kanunlarının ifade ettiklerinin aksine, evrende
korunan madde veya enerji değil, ikisinin toplamıdır. Madde ve
enerjinin ayrı ayrı korundukları prensibi temel değil pratik
bir yaklaşımın sonucudur, ve sağladığı kolaylıktan dolayı
genel kabul görmüştür.
Madde, hidrojen ve karbon gibi
elementlerden, elementler atomlardan, atomlar elektron,
proton, ve nötronlardan, proton ve nötronlar da quarklardan,
ve hepsi en niyayet evrenin temel yapı taşı olduğu tahmin
edilen nötrino parçacık (veya dalga)’larından oluşur.
Elektron, quark, ve nötrino parçacıkları zıplayıp duran
toplardan ziyade dalgalara benzerler, ve dalga özellikleri
taşırlar. Mesela elektronların dalga özelliği interference
deneyi ile kolayca gösterilebilir. Diyebiliriz ki fiziksel
evren parçacıklardan, veya başka bir bakış açıyla dalgalardan
oluşur – aynen bir TV yayını gibi. Yani tüm evrenin hammaddesi
en temel şekliyle ifade etmek gerekirse, “enerji dalgası”dır.
Televizyon yayın dalgaları ekranda nasıl elma, çiçek, kuş,
veya insan imajları oluşturuyorlarsa, evrendeki enerji
dalgaları da elma, çiçek, kuş, ve insan (ve hatta ses) oluyor.
Yani bir insan bedeninin hammaddesi ile bir kuş veya elma veya
bir kayanın hammaddesi tamamen aynı – hepsi elektron, proton,
ve nötronlardan (veya TV yayını gibi dalgalardan) oluşuyorlar.
Madde ve enerjinin birbirine dönüşümü, parçacık fiziği
araştırma merkezlerinde rutin olarak yapılan işlerdendir. Her
parçacığın “karşımadde” (antimatter) denen kütlesi aynı yükü
zıt bir ikizi vardır. Bir parçacık kendi karşıparçacığı ile
karşılaştığı zaman, parçacıkların ikisi de yok olup eşdeğer
miktarda bir enerjiye dönüşür. Gerekli kütle-enerjiyi
oluşturmaya yeterli enerji bulunduğu zaman da bir
parçacık-karşıparçacık çifti oluşabilir. Mesela bir elektron
ile pozitron (pozitif yüklü elekton veya anti-elektron) yüksek
hızda çarpıştırıldıkları zaman, birbirlerni yok edip eşdeğer
miktarda gama ışını, ve gama ışınından da quark ve antiquark
parçacıkları oluşur. Benzer şekilde bir proton ve antiproton
(negatif yüklü proton) çarpıştırılınca gluon ışını, ve ondan
da quark, antiquark, elektron, ve nötrino parçacıkları oluşur.
Artık bu madde-enerji dönüşümleri atom seviyesinde de
oluyor. 2002 yılında CERN laboratuvarında negatif yüklü bir
antiprotonla pozitif yüklü bir antielektrondan bir
antihidrojen atomu yapılmış, ve bu antihidrojen atomu hidrojen
atomu ile çarpıştırıldığında her iki atomun da yok olup
eşdeğer miktarda bir enerjiye dönüştüğü gözlenmiştir (Bilim ve
Teknik, Aralık 2002). Güneşte her saniye 5 milyon ton madde
enerjiye dönüşür. Bütün bu gözlemler açıkça gösteriyor ki
madde enerjinin bir şeklidir.
Parçacık fiziği
teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve
karşımaddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün
karşımadde yok denecek kadar azdır, ve bu madde-karşımadde
dengesizliği bir muamma olmaya devam etmektedir. Gerçi bu
böyle olmasaydı, evrende madde diye birşey kalmayacak, ve
herşey elektomanyetik radyasyona dönüşecekti. “CP ihlali”
denen bu aykırılık hala izah edileceği günü beklemektedir. Ama
her halükarda bizim temel yapı taşımızın televizyondaki bir
insan imajının elektromanyetik radyasyon olan temel
yapıtaşından pek de farkı yoktur. Ve denebilir ki elektrikler
kesilince nasıl bir televizyon yayın alemi yok oluveriyorsa,
bize çok sağlam görünen bu evrenin de bir anda yok oluvermesi
gayet mümkündür.
Bu televizyon analojisi şu meraklı
soruyu da akla getirir: Televizyon yayını ve evrenin temel
yapıtaşları aynı olduğuna ve televizyon alemi her an yeni
yayınla tazelendiğine göre, acaba evren de daimî olarak her an
yenileniyor mu? Acaba iddia edildiği gibi herşeyi yutan
karadeliklerin tam aksini yapan beyaz noktalar var mı? Sakın
bu beyaz noktalar karadeliklerin yapışık ikizleri olmasın?
Neyse, biz bu konulari bilim-kurgu yazarlarına bırakıp
konumuza devam edelim.
Galaksilerdeki yıldızları bir
arada tutan çekim kuvvetinin görülen kütle ile sağlanması
mümkün değildir. O halde göremediğimiz bir “karanlık madde”
gerekli ilave çekim kuvvetini sağlamalıdır. Karanlık madde
ışık vermez, ışığı almaz ve yansıtmaz. Karanlık madde
electron, proton, ve nötrondan oluşmaz
Evrendeki tüm
maddenin %80’i karanlık maddedir, ve karanlık maddenin en
muhtemel temel yapıtaşı adayı evreni dolduran gölgemsi madde
parçacığı olan nötrinodur. Yani içinde yaşadığımız evrenin
büyük kısmı fiziken değil “ilmen” mevcuttur. Ayrıca, zaman ve
mekan madde yüzünden vardır. Yoksa madde, zaman ve mekanda var
olan bir şey değildir.
MADDEYİ BİR ARADA TUTAN
TUTKAL: KUVVET
Eğer evren sadece madde (veya
enerji) olsaydı, büyük patlamadan (big bang) sonra irili
ufaklı bir toz bulutu (veya bir radyasyon alanı) olarak
kalacaktı. Atom gibi anlamlı yapıların oluşması, parçacıkların
bir araya getirilmesiyle olur, ve bu da kuvvet gerektirir.
Mesela proton içinde quarkları, ve atom çekirdeği içinde
birbirini iten pozitif yüklü protonları, güçlü kuvvet bir
arada tutar.
Kuvvet maddeye etki eder, maddeyle
iletilir, ama madde değildir. Kuvvetin kendisi görülmez;
varlığı madde üzerindeki etkisinden bilinir. Bu etkinin kuvvet
taşıyıcı parçacıklarla sağlandığı düşünülür – elektromanyetik
kuvvetin fotonlar ve yerçekimi kuvvetinin henüz gözlenmemiş
graviton adı verilen parçacıklar tarafından iletilmesi gibi.
Maddeye benzer olarak, tüm kuvvetlerin temel yapıtaşlarının
aynı olduğu kanaati yaygındır, ama bu kuvvetlerin birliği
teorisi “unified theory” henüz kanıtlanabilmiş değildir.
Öyle görülüyor ki kuvvet olmasaydı, evrende biz dahil
herşey infilak edip parçacık bulutuna dönecekti. Sanki herbir
atomda kuvvetten oluşan bir manevî kalıp, bir yuva, bir ruh
vardır, ve parçacıklar kanunların yönlendirmesi ve
sevketmesiyle bu yuvalarına koşup yerlerini almaktadırlar.
Yani en basit bir proton bile bir madde-mânâ karışımıdır, ve
madde-dışı unsur olan kuvvet kaldırıldığı zaman fiziksel yapı
adeta yok olmaktadır – aynen bir binanın harcı çıkarıldığı
zaman çöküp bir tuğla yığınına dönmesi gibi. Bazı parçacık
fizikçilerinin görüşlerine göre her temel parçacığın bir
“gölge” kuvvet taşıyıcı parçacığı, ve her kuvvet taşıyıcı
parçacığın da bir “gölge” madde parçacığı vardır.
“Supersimetri” denen kütle parçacığı ile kuvvet taşıyıcısı
arasındaki bu ilişki üzerindeki çalışmalar CERN ve Fermilab
laboratuvarlarında devam etmektedir.
Kuvvet taşıyıcısı
bu tür parçacıklar henüz gözlenebilmiş değildir, ve gözlenmesi
muhtemel de görülmüyor. Çünkü kuvvetin kaynağı madde değildir.
Madde veya enerjinin temel yapıtaşında (mesela nötrinoda)
kuvvet diye bir unsur gözlenmemiştir. Bilim gözlemlere
dayanır. Kuvvetin kaynağının madde olduğu tezi olsa olsa bir
önkabuldur, ve bu aşamada bilimsellikten yoksundur. Madde ve
kuvvetin yapışık ikizler gibi her zaman beraber görülmeleri,
objektifliklerini korumaları gereken biliminsanlarını bile
kuvvetin kaynağının madde olduğu konusunda şartlandırmıştır,
ve bu önyargı yeni bilimsel açılımlar önünde ciddî bir engel
teşkil etmektedir. Kuvvet, maddeden bağımsızdır, ve
başlıbaşına değişik bir boyuttur. Artık evrene tek katmanlı
değil, iki katmanlı (hatta çok katmanlı) bakma zamanı
gelmiştir. Özetlemek gerekirse,
Mevcut görüş (tek
katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji)
Yeni görüş
(iki katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji) + Kuvvet
Yani, elmasta karbon ile ışığı ayırd ettiğimiz gibi,
madde ile kuvveti de ayırd etmeli, ve kuvveti evrende her
maddeye tam nüfuz eden yaygın ama görülmez bir ışık olarak
görmeliyiz. Bu yaklaşım, madde veya enerji ile ilgili bu güne
kadar öğrendiğimiz hiçbir şeyi değiştirmemizi gerektirmez. Ama
kuvvet ile ilgili içinde bulunduğumuz tüm çıkmazlara bir çıkış
yolu açabilir – kuvvet taşıyıcı parçacıkların bir maddesi
olması gerekmediği gibi.
Büyük patlamadan önce evrenin
sonsuz yoğunlukta bir nokta olduğunu, ve varlığı gözlenemediği
halde etkisinin tezahürüne bakarak ilmen evrende yaygın olarak
karanlık maddenin var olduğunu kabulde zorlanmayan bilim
dünyası, bu tür yaklaşımlara alışkanlıkların getirdiği önyargı
ile değil, açık yüreklilikle ve objektif olarak bakmalıdır.
Unutulmamalıdır ki bilim tarihinde en büyük açılımlar, en
“uçuk” fikirlerden çıkmıştır. Bu kuvvetin kaynağının ne olduğu
sorusu, büyük patlamadan evvelki sonsuz yoğunluklu noktanın
kaynağının ne olduğu sorusu gibi, felsefe ve teolojiye havale
edilebilir.
Proton konusunu kapatmadan evvel ilginç bir
gözlemi de ifade etmek gerekir. Bilindiği gibi evrende bir
kısmı tabii olarak bulunan bir kısmı da laboratuvarda füzyon
ile üretilebilen 100’den fazla element vardır. Bu elementlerin
temel farkı çekirdeklerindeki proton sayısıdır. Mesela
hidrojen atomunda 1, karbonda 6, demirde 26, ve altında 79
proton vardır. Ama tüm protonlar birbirinin aynıdır – aynen
pirinç taneleri gibi. Şimdi düşünelim: Eğer 12 pirinç tanesini
birlikte sıkı sıkı bağlayınca 12’lik bir pirinç dizesi yerine
bir mısır tanesi, 26 tanesini bağlayınca bir bakla, ve 79
tanesini bağlayınca bir fındık oluyorsa, bunda bir iş var
demektir. Veya, 12 beyaz adam bir araya gelip kenetlenince dev
bir zenci adama, ve ayrıldıkları zaman da tekrar 12 beyaz
adama dönüyorlarsa... Daha da acaibi, iki mühendis
kenetlenince bir tıp doktoruna, ve üç mühendis kentlenince bir
avukata dönüyorlarsa... Herhalde “pes” deriz. Karbon, demir,
ve altının karekterleri birbirinden çok farklıdır, ama belli
ki bu karekterler protonların kendilerinden gelmiyor. Çünkü
protonlarda ne karbon karakteri var, ne demir, ne de altın.
Hatta öyle görülüyor ki karbon veya demiri altına çevirmek
gayet mümkün – yapmamız gereken tek şey nükleer santrallarda
uranyum atomunu parçaladığımız gibi karbon veya demir
atomlarını parçalayıp açığa çıkan protonları 79’luk gruplar
halinde biraraya getirmek.
Benzer şekilde, iki
hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya konursa, bu bir
gaz karışımı olur ve karışım hidrojen ve oksijenin
özelliklerini taşır. Ama iki hidrejen ve bir oksijen kimyasal
bir bağ ile birbirine bağlanırsa, özellikleri tamamen değişik
olan “su” oluşur. Kimyasal bağları sağlayan kuvvette su veya
başka bir bileşik madde karekteri olmadığına göre,
bileşimlerin karekterleri nereden geliyor? Newton’un bir
elmanın düşüşünü sorgulaması, fizikte bir çığır açtı. Burada
ifade edilen soruların cevabının etkisi, herhalde daha az
olmayacaktır. Biz evrenin tek boyutlu (madde) olduğunda ısrar
edip duralım, ve iki boyutluluğa (madde ve kuvvet) “acaba mı”
deyip mesafeli duralım. Ben öyle zannediyorum ki yüzyılların
getirdiği şartlanma ve önyargıdan sıyrılmayı başarmış
sorgulayıcı biliminsanları gözlemleyip göstereceklerdir ki
evren bir veya iki değil, çok boyutludur. Ve bu boyutlardan
sadece birisi içine çakılıp kaldığımız madde ile alakalıdır.
EVRENİN GÖRÜNMEYEN MOTORLARI: KANUNLAR
Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun
temelleridir, ve bu, evrende de böyledir. Mesela sadece
yerçekimi kanunu iptal oluverse herşey havada uçuşmaya başlar,
ve tam bir kaos olur. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede
yaşıyanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm
evrende hükümferma olan evrensel iradeyi yansıtır. Ülkelerde
polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar.
Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar - yer
çekimi kuvvetinin dünyada herşeyin yerçekimi kanununa itaatini
sağlaması gibi.
Kanunlar madde değildir, ve o yüzden
de zaman ve zemine bağlı değildir. Böylelikle her yerde
geçerlidir, ama hiçbir yerde değildir. Maddenin her zerresinin
tüm kanunlara tam itaati ve kanunların ancak maddedeki
tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da
kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama
maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun
diye bir unsur yoktur. Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle
yok olsa da kütlelerin çekim kanunu, ve hiçbir ısı iletimi
olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi)
ısının iletimi kanunu geçerlidir.
Bir maddeye aynı
anda bir çok kanun etki eder. Bizim gözlemlediğimiz net
etkidir. Biz analizlerde etkisi küçük olan kanunları kolaylık
olsun diye dikkate almayız, ama her kanun her yerde etkilidir.
Mesela elimizden bıraktığımız bir taşın düşüşünü analiz
ederken genellikle sadece yerçekimi kuvvetinin etkisini
dikkate alırız, ve havanın kaldırma kuvvetini (Arşimet kanunu)
ve sürtünme kuvvetini küçük oldukları için (yoksa geçerli
olmadıkları için değil) ihmal ederiz. Ama elimizden
bıraktığımız helyum gazı doldurulmuş bir balonun hareketini
incelerken havanın kaldırma kuvvetini mutlaka dikkate alırız,
çünkü en büyük etkiyi o yapar (helyum gazı havaya göre çok
hafiftir).
Madde-kanun ilişkisini daha iyi
anlıyabilmek için helyum balonunu tekrar dikkate alalım. Önce
balonu serbest bırakıp havada yükselişini videoya kaydedelim,
ve bir binanın tepesine varış zamanını ve nerede ve ne zaman
patladığını not edelim. Sonra bilgisayarda balonun (ve hatta
çevrenin) gerçekçi bir resmini çizip balon ve çevre şartları
ile ilgili tüm bilgileri girelim, ve balonun hareketi ile
ilgili tüm kanunları (yer çekimi, sürtünme, kaldırma, idal
gas, hava yoğunluğunun yükseklikle değişimi, vs) uygulayıp
balonun hareketini ekranda grafik olarak izliyelim.
Görülecektir ki bilgisayardaki sanal balonun hareketi gerçek
balonunki ile aynıdır. Sanal balon da binanın tepesine aynı
zamanda ulaşacak, ve gerçeği ile aynı zaman ve yükseklikte
patlayacaktır. Hatta iki video yan yana oynatılırsa, gerçek
balon hareketi ile sanalı ayırdetmek neredeyse mümkün
olmayacaktır. Buna benzer binlerce örnek verilebilir, ve bu
örnekten son derece önemli sonuçlar çıkarılabilir:
Önce
şu gayet açık olarak görülüyor ki varlıklarda esas olan madde
değil, madde olmayan kanunlardır. Yani mânâdır. Kanunlar adeta
bir yumak gibi balona has bir ruh oluşturmakta, ve balonun
maddesi de o ruha tabi olmaktadır. Balon sanki o madde-dışı
ruha bir kılıf veya bir cesettir, ve kanun yumağından oluşan
balon ruhunun göze görülmesini sağlar (akıl gözü sanal balonun
hareketini hayal perdesinde direk olarak ilim ışığıyla
görebilir; çünkü akıl madde değildir, ve görmek için maddeye
ve bildiğimiz ışığa ihtiyacı yoktur). Ayni kanunlar ve
dolayesi ile aynı ruh, taş gibi havadan ağır bir şeyi
kaldırmak yerine yere indirir.
Balonun maddesi her
türlü tehlikeye açıktır, ve her an patlayabilir. Ama balon,
parçalarına ve hatta atom ve moleküllerine bile ayrılacak olsa
onu uçuran ruh her zaman ve heryerde vardır. Balon sanki yok
olmakla sonsuzluğa ulaşır. Kanunlardan oluşan o ruh, her zaman
yeni bir balona ve hatta aynı anda milyonlarca balona girerek
gördüğümüz madde aleminde tekrar arz-ı endam edebilir.
Silahlar ve infilaklar balonun atomlarını bile tahrip
edebilir, ama o ruha hiçbir zarar veremez, çünkü madde
değildir. Evrende kanunlardan muaf olan hiç bir varlık
olmadığına göre diyebiliriz ki basit bir atom dahil herşeyin
en azından kanunlardan oluşan bir manevi ikizi veya bir ruhu
vardır. Kanunlar kaldırılacak olsa, tüm varlıklar çözülür ve
evren bir toz bulutuna döner.
Balon örneğinden
çıkarılacak ikinci bir ders de olayların daha olmadan nasıl
olacağını görmemizi sağlıyan ilmin ve teorinin önemi ve
gücüdür. Varlıkların gayet düzenli ve sanatlı olması, herşeyde
hassas bir ölçü ile olması, ve bir faydaya ve gayeye yönelik
olması, evrende herşeyin ilimle yapıldığını ve yaygın bir
ilmin varlığını gösterir. İlim de kanun gibi mânâdır, yani
kaynağı madde değildir, çünkü maddenin temel yapıtaşı olan
parçacık veya dalgalarda ilim diye bir unsur yoktur. O halde
ilim sabittir – yani zaman ve mekanla değişmez, artıp
eksilmez. Değişen sadece bizim farkına vardığımız miktardır.
Araştırmacıların yaptığı ilmi icad etmek değil, ezelden beri
var olan ilmi keşfetmektir – bir hazine arayıcısının var olan
bir defineyi keşfetmesi gibi.
Varlıklardaki yaygın
ilim ışığı, ancak akıl gözü ile görülür. Zaten ilmî
araştırmalarda genellikle yapılan da gözlemlerle varlıklardaki
bu ilim pırıltılarını görmeye çalışmak, yeterince gözlem
yaparak bu pırıltıların hangi genel ilmî kuraldan
kaynaklandığını ortaya koymak, ve yeterli sayıda yeni
gözlemlerle bu kural veya teoriyi test ederek teyid etmektir.
O yüzden termodinamikçi Botzman’ın dediği gibi, “iyi bir
teoriden daha pratik bir şey yoktur.” İlmin önemli bir kaynağı
da kalbe doğan ilhamdır. Önsezi, 6. his, ve içgüdü ilmin akıl
yerine kalbe yansımalarıdır.
Evrensel kanun ve
prensipler değişimleri kural altına alan genel ilimlerdir, ve
varlıkların durumlarına has ilimler için bir çerçeve
oluştururlar. Bir şey yaparken en iyisini yapmak ilim ile
olur, ve ilim arttıkça herşeyin daha iyisi yapılır. O yüzden
modern toplumlarda yüzyıllarca yıllık ilim birikiminin
okullarda genç dimağlara aktarılmasına çok önem verilir. Çünkü
yeni bir şey yaparken kullanılabilecek en değerli unsur
ilimdir. Mimar ve mühendis gibi tasarım yapan kişiler,
tasarlanan şeyi – mesela bir televizyonu - madde kullanmadan
ilim ile hayallerini kullanarak yaparlar, ve tasarımı kağıda
veya bir CD’ye kaydederler. Bu tasarım, yapılacak şeyin ilmî
bir vücudunu oluşturur. Artık usta ve teknisyenlere düşen,
ilimden oluşan bu ruha fabrikalarda binlerce hatta milyonlarca
maddî ceset giydirmektir. El becerisi isteyen işlerin artık
gittikçe robotlara bırakıldığı dikkate alınırsa, insan için en
değerli şeyin ilim ile uğraşmak ve hayal ile inşa etmek olduğu
anlaşılır. Sağlam bir ilmî vucudu veya ruhu olmayan şeylerin
maddî bedenleri de sağlam olmaz, ve uzun süre bir arada
kalamaz. Demokratik toplumlarda vizyonerlere değer verilir,
çünkü onlar toplum için yeni bir ruh inşa ederler. Toplum
benimsediği bu yeni ruhu adapte ederek yenilenir. Değişım
istemeyen totaliter rejimlerde ise ilim ve hayalleriyle
topluma yeni bir ruh üreten düşünür ve yazarlar, en tehlikeli
kişiler olarak görülürler.
MADDE ve MÂNÂ:
Varlıkların Dış ve İç Yüzü
Çevremizi ve varlıkları
algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme,
koklama, tatma, ve dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle
ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi
gibi) göremeyiz, ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız.
Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan
şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin
tezahürleri olarak görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız
herşey – atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan
insana kadar – madde ve mânâ karışımıdır, ve adeta madde ve
mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde
değil, mânâdır. Madde sadece mânâların beş duyumuz tarafından
algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mânâ öz,
madde is kabuktur. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde is zaman ve
mekâna ve dolayesi ile fizik kanunlarına tabidir. Mânâyı
anlamakta zorlananlar ve mânâ ile pek rahat hissetmeyenler
için gayet ikna edici ve şüpheleri giderici çok örnekler
vardır.
1) Kitap: Mânânın Tezahür
Sayfaları
Kitap görünüşte mürekkep ve kağıttan
oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî bir varlıktır. Ama
aslında kitabı kitap yapan içindeki mânâlardır, ve kitabın
maddesi manevî varlığı olan mânâsı yanında bir hiç gibi kalır.
Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek
CD’ye veya flashcard’a sığan elektronik eKitapların ne kağıdı
vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler adeta ekran sahifelerinde
ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle istenilen renkte
yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen
şey mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir,
bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür.
Örnek
olarak, 99 gram kâğıt ve 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık
bir kitabı göz önüne alalım, ve bunu üzerine rasgele 1 gram
mürekkep dökülmüş 99 gram kağıt ile karşılaştıralım. Madde
olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt
arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir
laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlille geri gelir.
100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt madde
olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark mânâ
ile alakalıdır, ve dolayesi ile manevîdir. İşte kitap için
mânâ denen şey, kağıt ve mürekkep dışındaki herşeydir. O
yüzden diyebiliz ki
Kitap = Kağıt, mürekkep, vs (madde)
+ Mânâ
Hatta daha küçük bir boyutta, yazı aleminin
temel yapı taşları olan harflerin dizilimlerini kelime yapan
yine mânâdır, ve denebilir ki kelimelerle ifade edilen
mânâlar, mânâ aleminin en küçük birimleri yani atomlarıdır.
Mesela, “kitap” bir kelimedir, çünkü bir anlamı vardır, yani
mânâ yüklüdür, ama aynı beş harften oluşan “kipat” bir kelime
değildir, çünkü taşıdığı bir mânâ yoktur. Yine diyebiliriz
ki
Kelime = Harf veya ses dizilimi (lafız) +
Mânâ
Açıkça görülüyor ki kelimelerde esas olan yine
mânâdır, harf dizilimi olan lafız ise sadece bir kılıftır.
Mânâ öz, lafız ise kabuktur. Mânâ lâtif, lafız ise kesiftir.
Mânâ ruh, lafız is cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak
bir mânâsı veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani
kelimeler de insanlar gibi bir bakıma “canlı” varlıklardır, ve
onların ruhları mânâlarıdır. Mânâsını kaybeden bir kelime,
ruhu giden bir insan gibi ölür ve dağılıp gider. Yeni bir
kelimenin doğması için de önce mânânın oluşması lazımdır.
Sonra bu mânâya uygun bir lafız bulunur. Mânâ ile lafız
zamanla özdeşleşir, ve cilt ile beden gibi birbirinden
ayrılmaz olur.
Mânâlar değişik bir alemdendir – mânâ
alemi – ve harf ve dizilimlerinden tamamen bağımsızdır. Zaten
aynı mânânin değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de
bunu gösterir. Kelime denen şey, belli bir harf (veya ses)
diziliminin belli bir mânâ ile ilişkilendirilmesi, ve zamanla
özdeşleştirilmesidir. Başka bir ifade ile, kelimeler, mânâ özü
veya ruhunun harf (veya ses) dizilimi kılıf veya bedenine
girmesi ve bütünleşmesinden oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen
bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses dizilimini bir
mânâ ile ilişkilendirir, ve o mânâ o harf veya ses diziliminde
parlayıncaya (veya ruh bedene girinceye) kadar tekrarla onu
pekiştirir.
2) Gül: Yapraklarda Yansıyan
Güzellik
Gül deyince akla güzellik ve sevgi gelir –
yoksa gülün yapı taşları olan karbon, azot, hidrojen, ve
oksijen atomları değil. Gül, madde ve mânâ ilişkisini anlamak
için de güzel bir örnektir. Şöyle ki: Birbirinin tamamen aynı
olan iki gül alalım, ve bunlardan birisini iyice ezerek çamur
haline getirelim. Sonra da bu iki gül arasında bir fark olup
olmadığını soralım. Herhalde böyle bir soru çok tuhaf bulunur,
ve gülün bir parça çamur ile mukayese edilemiyeceği söylenir.
Ancak gül ile onun çamur ikizi bir kimya laboratuvarına
gönderilecek olursa, her ikisinin eşdeğer olduğu raporu
gelecektır. Yani madde olarak, bir gül ile onun ezilmesinden
oluşan çamur arasında hiç bir fark yoktur. Ama bunlar
farklıdır, ve aralarındaki fark madde olmadığına göre tamamen
mânâdır. (Hiç kimse herhalde bunlar madde olarak aynı şeydir
diye gül yerine gül çamuru vermeyi düşünmez).
Demek
gülün çamurunda olmayan her özellik ve hasiyet mânâ ile
alakalıdır, ve mânâsı yanında gülün maddesinin kıymeti
neredeyse bir hiçtir. Yani gülü gül yapan maddesi değil, o
maddede tezahür eden mânâdır. Gül adeata bir mânâ
taşıyıcısıdır, ve güzel mânâlar göndermek istendiğinde akla
gelen ilk şey güldür. Gülü alan kişi de gülün maddesini değil,
gönderilen güzel mânâları alır ve hisleriyle masseder ve
zevkeder. Tabi yanlışlıkla gözü maddeden başka bir şey
görmeyen mânâdan habersiz birilerinin eline geçmezse – inek
veya eşek gibi.
Müsbet ilmin kaynağı gözlemdir. Biz de
gülü gözlemleyip irdeliyerek mânâ ile ilgili temel bilgilere
ulaşabiliriz. Gül (veya başka bir çiçek) deyince akla ilk
gelen şey herhade “güzellik”tir. Ve biz bu güzelliği gözümüzle
görürüz ama kalbimizle tanır ve hissederiz (burada elbette
vücudun pompası olan fiziksel kalpten bahsetmiyoruz). Öyle
görülüyor ki bu kalbin, güzelliği tadıp zevkeden bir his dili,
ve güzelliği öğüten ve hazmedip tüm vücuda yayan bir güzellik
midesi vardır. Bu midenin eli de görebildiği yer kadar uzun
olan gözdür. Kişi güle bakmaya devam ettikçe gülün güzelliğini
yemeye devam eder, ama gülden hiçbir şey eksilmez. Çünkü
yediği güzellik madde değil, mânâdır. Kalben gelişkin bir
insanın gözleriyle güzellik yemekten aldıği haz, ağzıyla
yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir.
Bir koyun veya inek ise, ancak ağzına götürüp yerse gülden bir
haz alabilir (tabi gülün dikenleri diline batmazsa). İşte
insan ile hayvan arasındaki en temel fark, bu tür yüzlerce
manevî hisler ve midelerdir. Yani hayvanda bir, insanda ise
yüzlerce mide vardır, ve bunların biri hariç hepsi mânâ ile
alakalıdır. Yoksa, bildiğimiz insan midesi ile hayvan midesi
arasında pek bir fark yoktur. O yüzden yemek için yaşamak
aslında insanlıktan istifa etmektir.
Gülü güzel yapan
herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir
güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline
getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen
aynıdır – elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması
gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamıyacağına
göre (korunum kanunu), gülün güzelliği kendisinden yani
maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz
kamaştıran pırıltılarının dısarıdaki bir ışık kaynağından
geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu
güzelliği alıp yansıtabilmeleridir – aynen elmasın özelliğinin
ışığı alıp büyüleyici bir şekilde yansıtabilmesi olduğu gibi.
Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir
güzelliğin, ve dolayesi ile bir güzellik katmanının, olmasını
gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu mânâyı hissetmişler ki bu
katmanı “güzellik tanrıçası” Venüs veya Aphrodite olarak
kutsallaştırmışlardır.
Biraz dikkatle bakılırsa, gülde
güzellikle beraber ilim, süsleme, san’at, tanzim etme, koruma,
ve sevgi gibi madde olmayan bir çok şey açıkça görülür.
Öyleyse gül, madde ve mânâ karışımı olarak şöyle ifade
edilebilir:
Gül = Yaprak, koku, tohum, vs (Madde) +
Güzellik, san’at, vs (Mânâ)
Gül, güzellik ve sevgi ile
o kadar özdeşleşmiştir ki o nazenin yaprakları adeta atom ve
molekullerden değil de güzellik ve sevgiden dokunmuştur.
Güzellik ve sevgi, sanki yapraklara bürünüp gül olarak
görülmüştür. Gülde tezahür eden bu mânâları dikkate almadan
onu sadece molekül yığını anlamsız bir madde olarak görmek,
gözlemlerlerimizle bağdaşmaz. Hidrojen ve karbon karışımı olan
bir hidrokarbon yakıtı sadece karbon olarak görmek ne kadar
yanlış ise, gülü de sadece bir madde olarak görmek o kadar
yanlıştır, ve bu dar bakış açısıyla gülü anlamak mümkün
değildir. Bır şeyi anlamak, ancak onun maddesiyle beraber
mânâsını da anlamakla mümkündür.
3) Sinek: Hayat
Bunun Neresinde?
Şimdi de herhangi bir sineği
gözlemleyelim. Diğer canlılar gibi, sineğin de temel yapı
taşları hidrojen, oksijen, azot, ve karbon atomlarıdır. Bunlar
da diğer atomlar gibi elektron, proton, ve nötronlardan
oluşur. Yani tüm varlıklar, canlı olsun cansız olsun,
atomlarlardan (veya elektron, proton, ve nötronlardan)
yapılmışlardır, ve bu temel yapı taşlarını bir arada tutan
harç da kuvvetlerdir (kuvvetli, zayıf, elektomanyetik, ve
çekim kuvvetleri). Şimdi yeni ölmüş bir sineği canlı bir ikizi
ile yan yana koyup karşılaştıralım. Ölümle madde kaybı veya
kazancı olmadığı için, bu iki sinek madde olarak birbirinin
aynıdır. Hatta eğer canlı sinek hareketsizse, canlıyı ölüden
ayrırmak baya zordur. O zaman diyebiliriz ki canlı ve ölü
sinek arasındaki her fark, madde-dışıdır yani mânâdır.
Hayat
Önce hayatı ele alalım.
Canlıların temel yapıtaşı olan atom veya moleküllerde (veya
onların da temel yapıtaşları olan parçacık veya dalgalarda)
hayat diye bir unsur yoktur. Yapıtaşında olmayanın bütününde
olamıyacağına göre, hayat madde olamaz. O halde hayat,
madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve zaman ve mekana tabi
değildir. O zaman evrende yaygın bir “hayat” katmanı vardır,
ve bu hayat ışığını alabilen her şey – maddî vücudu olsun veya
olmasın – canlıdır.
Gözlemler, dünyadaki tüm
canlıların ortak vasfının su içermeleri olduğunu gösteriyor –
aynen mikrodalga fırınlarda eletromanyetik radyasyonu emerek
ısıtılabilecek şeylerin ortak vasfının su içermek olduğu gibi.
Bu yüzden başka gezegenlerde hayat aramak, su arayarak
yapılır. Ama su, hayatın kaynağı değildir, ve olamaz. Çünkü
iki hidrojen ve bir oksien atomundan oluşan su molekülünde
hayat diye bir şey yoktur, ve suyun kendisinde olmayan bir
şeyin kaynağı olduğu iddiası abestir – aynen rengarenk
pırıltılarıyla göz kamaştıran elmasın ışık kaynağı olduğu
iddiası gibi, veya televizyon aletinin ekranında görülen
görüntülerin kaynaği olduğu iddiası gibi. O halde denebilir
ki
Canlı = Su (madde) + hayat ışını (mânâ)
Yani,
yapısında su olan bir varlık hayat ışınını alabiliyorsa
canlıdır, yoksa değildir. Bir canlı hayat ışınını alma
kabiliyetini kaybettiği zaman ölür. Ayrıca, mâna olan hayatın
varlığı için maddenin varlığı şart değildir, ve bedeni olmayan
canlılar da pekala mümkündür.
Görme
Hayat
için söylenen herşeyi görme için de tekrarlıyabiliriz.
Canlıların temel yapıtaşları atom veya moleküllerde görme diye
bir unsur yoktur. Yine yapıtaşında olmayanın bütününde
olamıyacağına göre, görme maddî bir şey olamaz. O halde görme,
hayat gibi madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve zaman ve
mekan üstüdür. O zaman evrende yaygın bir “görme” katmanı
vardır, ve bu görme ışığını alabilen her şey – maddî vücudu
olsun veya olmasın – görür. Göz olmadan maddî şeyleri
göremiyor olmamız görmeyi gözün yaptığı anlamına gelmez –
aynen gözlük giyenlerde görmeyi gözlüğün yapmadığı gibi.
Rüyada gözlerimiz kapalı iken görüyor olmamız bunu teyid
eder.
Koklama
Koku, madde ile yakından
alakalıdır, çünkü bir yerde güzel ve çirkin bir koku varsa,
orada kokan bir şey (madde) vardır. Kokuları yayan ve
burnumuza ulaştıran maddeler atomlardan (elektron, proton,
nötron) oluşur. Yani gül, karanfil, ve hatta leş kokusunun
temel yapı taşları aynıdır - elektron, proton, nötron. Biu
temel parçacıklarda “koku” diye bir unsur olmadığına göre,
peki, koku bunun neresinde? Bu da gösteriyor ki koku, maddede
tezahür eder ve onunla taşınır, ama madde değildir. O halde
koklama madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır.
Benzer
şeyler işitme, sevgi, şefkat, düşünme, bilgi, güzellik, vs
için de söylenebilir, çünkü bunların hiçbiri maddenin temel
yapıtaşlarında yoktur. Bütün bunların beynin harikalığının bir
sonucu olduğunu söylüyenlere yine tekrarlamak lazım ki beynin
de temel yapıtaşları atom veya moleküllerdir (veya onların da
temel yapıtaşları olan elektron, proton ve nötron parçacıkları
veya dalgalardır), ve ne dalgada ne de parçacıklarda
bahsettiğimiz hiçbir hasiyet yoktur. Beyin ile bir taş
parçasının malzemesi tamamen aynıdır (her ikisi de elektron,
proton, ve nötronlardan oluşur). O yüzden beynin gösterdiği
farklılık maddesinden değil, alıp yansıttığı mânâsındandır.
4) Dalga ve Renk
Fizik ile aşina olanlar
hatırlıyacaklardır ki güneş ve lâmba gibi diğer kaynaklar
tarafından verilen ışık bir elektromanyetik dalgadır – aynen
televizyon ve radyo yayınları ve cep telefonları sinyalleri
gibi - ve elektromanyetik radyasyon boşlukta ve havada
yaklaşık saniyede 300 bin kilometre hızla hareket eder.
Dalgalar, ard arda giden iki dalganın tepe noktaları
arasındaki mesafe olan dalgaboyu ile karekterize edilir, ve
dalganın hızının dalga boyuna oranına frekans denir.
Elektromanyetik dalgaların dalga boyu veya frekansları sıfır
ile sonsuz arasında değişir, ve böylelikle çok genis bir
spektrum oluşturur. Dalgaboyları 0.40 ile 0.76 mikron
(metrenin milyonda biri) arasında olan elektromanyetik
dalgalar gözlerimiz tarafından algılanır ve bizdeki görme
hissini uyarır. O yüzden, elektromanyetik spektrumun
dalgaboyları 0.40 ile 0.76 mikron arasında olan kısmına biz
ışık diyoruz, ve bu görülebilir bantta elektromanyetik dalga
yayan cisimlere de ışık kaynağı. Güneşin yaydığı enerjinin
yaklaşık yarısı görülebilir banttadır, yani ışıktır. Diğer
yarısı ise gözlerimiz tarafından görülemez, ve biz ona “ısı”
deriz. Keza, evlerimizdeki ampullerin yaydığı enerjinin sadece
onda biri ışık, geri kalan onda dokuzu ısıdır, ve ellerimizi
ampüle yaklaştırınca bu ısıyı hemen hissederiz. Güneş ve diğer
ışık kaynaklarından gelen elektromanyetik enerji ısı ve ışık
(veya nâr ve nur) karışımı olarak görülebilir. Işık veya nur
gözümüz tarafından, ısı veya nâr ise bedenimiz tarafından
hissedilebilir.
Lisede fizik deneyleri yapanların
hatırlıyabilecekleri gibi, ışık bir prizma ile kolayca
renklerine ayrilabilir, ve prizma çıkışında aynen gökkuşağında
olduğu gibi renkler kırmızıdan başlayıp maviye doğru giden bir
renk kuşağı oluşturur. Ölçümler gösteriyor ki dalga boyu 0.40
ile 0.44 mikron arasında olan elektromanyetik dalgalar mor,
0.44 ile 0.49 mikron arasında olan mavi, ve nihayet 0.63 ile
0.76 arasında olan da kırmızıdır. Dalgaboyu 0.40 mikrondan
küçük olan radyasyona mor ötesi, ve 0.76 mikrondan büyük olana
da kızıl ötesi diyoruz.
Şimdi değişik renkteki iki
ışığı, mesela mavi ve kırmızı ışıkları, daha yakından
inceliyelim ve birbirleriyle karşılaştıralım. Bu iki ışık
aslında hammadde ve karekterce birbirinin tamamen aynıdır –
ikisi de enerji ve ikisi de elektomanyetik dalga. Dalgaboyları
dışında hiçbir farkları yoktur. Ama birisi mavi renkte diğeri
kırmızı. Yani görünüşleri çok farklı. Peki, bu rengin kaynağı
nedir?
Evlerimizdeki ampullere gelen elekrik akımı
sadece bir elektron akımıdır, ve elektronların veya elektrik
akımının rengi veya içindeki değişık renk miktarları diye bir
şey söz konusu değildir. Ama ampulden gelen ışıkta tüm renkler
vardır. Demek ki ışığa renkler ışığın hammaddesinden gelmiyor,
ve renk ışığın bir parçası değil. O halde herşeyi süsleyen
renkler dışarıdan geliyor, ve ışıkta sadece yansıyor – aynen
elmasta parıldıyan ışığın elmasın parçası olmayıp dışarıdaki
bir ışık kaynağindan geliyor olması gibi. Demek kainatta
yaygın bir renklendirme veya daha genel ifadesiyle “süsleme”
katmanı veya yayını vardır, ve varlıklardaki süsler
varlıkların aslî parçaları değil, bu süslemenin bir
yansımasıdır. Her varlık mahiyetine göre bu süsleme katmanının
değişik cilvelerini alıp yansıtır. Mesela dalga boyu 0.45
mikron olan bir elektomanyetik dalga maviliği alık yansıtma
özelliğine sahipken, dalga boyu 0.65 olan bir dalga
kırmızılığı alıp yansıtma özelliğine sahiptir. Ama biz ışık ve
rengi her zaman beraber gördüğümüz ve ışık olmayınca renk de
olmadığı için, renkleri ışığın parçası olarak görmeye
alışmışız, ve zihnimizdeki bu yapışık ikizleri ayırmakta
zorlanmamız gayet tabiidir. Aynen karanlık diye birşey
olmasaydı ve her taraf her zaman aydınlık olsaydı, elmasta
parıldıyan ışığı elmasın parçası olarak göreceğimiz gibi –
çünkü o zaman “ışık” diye bir şeyin varlığından haberdar
olmayacaktık. Veya radyo yayını diye birşey olduğunu bilmeyen
bir kişinin, radyo cıhazını tüm müzik ve konuşmaların kaynağı
zannedeceği gibi.
Konuya biraz şüphe ile yaklaşanlar
su ve suda oluşan dalgalara baksınlar. Su “renksiz” bir madde
olarak tanımlanır, ve şeffaflığı ile bilinir. Denizler ve
gökyüzü gün ortasında mavi, ve gün batımında kırmızımsıdır.
Herkes gayet iyi bilir ki suda görülen renkler, suyun parçası
değil güneş ışınlarının yansımasıdır. Birçok kişi için en
büyük zevklerden biri gün batımında gökyüzüne ve denize
yansıyan kırmızı renk tonlarından oluşan renkler manzumesini
seyretmektir. Tabi güneş batınca, ışık ile beraber renkler de
gider.
Durgun suya küçük bir taş atınca küçük
dalgalar, ve büyük bir taş atınca da büyük dalgalar oluşur.
Aslen “renksiz” olan suda eğer küçük dalgalar her zaman mavi,
ve büyük dalgalar da her zaman kırmızı görülseydi, kim bilir
ne kadar şaşırırdık. Renklerin yine bir dış kaynaktan
geldiğine hiç şüphe etmezdik. Ama bu sefer su dalgalarının
boylarına göre ışığı nasıl yansıttığını inceler, ve bunun
altında yatan prensipleri keşfetmeye çalışırdık. Sonunda bunu
aynen ışıkta yaptığımız gibi “boyları şu aralıkta olan
dalgalar mavi, şu aralıkta olanlar kırmızıdır” diye
kurallaştırırdık. Ve bu farklılığı da değişik boydaki
dalgaların değişik yansıtma özelliklerine verirdik.
Malzeme ve mahiyetçe birbirinden farklı olmayan
değişik boydaki ışık dalgaları için de durum farklı değildir.
Deniz dalgalarındaki renkleri anlıyabilmek için nasıl ki
yaygın bir ışık katmanının veya yayınının varlığını kabul
etmek gerekiyorsa, ışık dalgalarındaki renkleri anlıyabilmek
için de yaygın bir süsleme yayınının olduğunu kabul etmek
gerekir. Yoksa ışıktaki renkleri anladığımızı iddia etmek
mümkün değildir. O zaman ışığı madde ve mânâ karışımı olarak
şöyle ifade edebiliriz:
Işık ve renkleri =
Elektromanyetik dalga + süsleme
Yine fizikten biliyoruz
ki değişik renklerdeki ışıklar birleştirilince “beyaz” diye de
tabir ettiğimiz renksiz bir ışık oluşur. Bunu bir prizmanın
ayrıştırdığı renkleri baska bir prizma veya mercek ile
toplayarak da gözlemleyebiliriz. Yani renkler birden bire
“yok” oluverir (ama ışığın maddesinde yani enerjisinde hiçbir
artma veya azalma olmuyor). Bu yine süslemenin tezahürü olan
renklerin madde olmadığını, sadece belli özelliklere haiz olan
maddede yansıdığını gösterir. Değişik renkteki boyaları
karıştırdığımızda ise hiçkimse beyaz veya saydam bir karışım
çıkmasını beklemez, çünkü boyadaki renk alıcı ve verici olan
pigmentler maddedir, ve pigmentler karışımla özelliklerini
kaybetmezler.
Renklerin algılanması da yine başlı
başına bir olaydır. Gözden beyindeki görme merkezine giden
ışık değil, ışığın kara noktada emilmesiyle üretilen bir
elektrik sinyalidir. Bu elektrik sinyali sonra renkleriyle
beraber imajlara dönüşmektedir. Bu sinyali renklere ayıramayan
ve herşeyi gri olarak gören kişilere de renk körü diyoruz.
Bu “süsleme”nin evrenin temel yapı unsurlarından biri
olduğunu kabul etmekte zorlananlar, başta kendileri olmak
üzere her şeye, ve bilhassa güzel süsleri ile hayranlarının
nazarlarını kendilerine çeken ve sanki “cisimleşmiş süs” olan
kelebek ve gül gibi varlıklara dikkatle baksınlar.
Göreceklerdir ki madde olmayan ancak maddede tezahürüyle
bilinen “süsleme” veya “güzelleştirme” evrende yaygın olarak
vardır, ve herşey bu mânâ katmanını alıp yansıtabildiği ölçüde
güzeldir.
Tüm gözlemler ve tecrübeler evrende madde
ile beraber çok sayıda muazzam mânâ katmanları olduğuna işaret
ederken, hâlâ madde katmanında çakılıp kalmayı ve maddeyi
herşeyin kaynağı olarak görmekte ısrarı anlamak mükmün
değildir. Tüm varlıklar, madde ve mânâ karışımıdır, ve asıl
olan mânadır.
ELMAS: MADDESİ ve
PIRILTILARI
Elmas deyince akla elmasın malzemesi
değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalpleri okşayan cıvıl
cıvıl rengarenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın
temel yapıtaşı siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve üzerine
düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki sihahlığın sebebi
budur) karbon elementidir. Elması baştacı yaptıran şey, kesif
olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki
latif bir alemi (ışık alemini) içine alıp onun cilvelerini
tezahür ettirebilmesidir. O yüzden en kıymetli elmas,
büyüklüğü ve ağırlığı en fazla olan değil, saflığı,
berraklığı, ve kusursuzluğuyla ışığı en güzel bir şekilde
yansıtan elmastır. Yani ışığın pırıltılarını en mükemmel
şekilde gösteren ve kendisi adeta hiç görülmeyen elmastır. O
kadar ki elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler
manzumesini görür, ve malzemesi olan karbonu hiç farketmez.
Demek elmas yok oldukça var oluyor, ve var oldukça yok oluyor.
Herkes bilir ki elmasın pırıltılarının kaynağı kendi
malzemesi değil, dışarıdan gelen ışıktır. Yani gözleri
kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan
karbon atomlarından gelmez; güneş veya lamba gibi dışarıdaki
bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya
götürerek kolayca isbat edilebilir. Görülecektir ki karanlıkta
elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz, kendisi bile
görülemez. Demek elması elmas yapan ve ona şatafat, güzellik,
ve bir bakıma hayat veren, dışarıdan gelip onda yansıyan
ışıktır, ve ışıksız bir elmaz ruhu gitmiş ölü bir ceset
gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışğın dışarıdan
geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam etmektir, ve
abesle iştigal etmek gibi görülebilr. Çünkü bunun aksini iddia
edecek kimse yoktur. Fakat herkesin kolayca kabul edebileceği
bu basit gözlem, anlaması ve ulaşılması çok zor bazı mühim
hakikatlara çıkan merdiven olabilir, ve o yüzden önemi
büyüktür. Şimdi başlangıç olarak şu soruyu soralım: Eğer
dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs gibi ışık
kaynakları görülmeseydi, yani her tarafta “yaygın” bir
aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldıyan elmastan
gelen ışığı nasıl izah edecektik? Yine kolayca bu ışığın
dışarıdaki görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi
söylüyecektik veya bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi
olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin
kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu
sefer cevap hiç de kolay değil. Bu durumda biz yaygın bir
ışığın farkında bile olmıyacağımız için, muhtemelen nasıl
olduğunu anlamasak bile parıldıyan ışıkların elmasın
kendisinden geldiğini iddia adecektik, ve aksini
düşünemiyecektik bile. Böylelikle de “derin” bir yanılgıya
düşmüş olacak, ve çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup
duracaktık. Mesela, tek bir karbon atomunun (veya grafit
halinde dizilen bir çok karbon atomlarının) ışık vermediğini
görecek, ve yapıtaşında olmayan bir hasiyetin bütününde nasıl
olabileceği temel sorusuna cevap arayacaktık.
Bir
kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına
kadar inceleyip ışığın atomun neresinden kaynaklandığını
anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas
arasındaki farkın atomlarda değil atomların diziliminde
olduğunu gören diğer araştırmacılar da ışığın sırrını
atomların kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar
arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve
kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği
gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları
karıştıran birçok teoriler kurulacak, bazı teoriler red
edilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi
olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel
yanılgı içindeki bu araştırmalar “pozitif bilim”, ve bu
araştırmaları yapanlar da “biliminsanı” olarak takdim
edilecekti. Işığın kaynağını dışarda arama teklifleri ise
akılları gözlerine inmiş bu kişiler tarafından “bilimsel
olmayan” bir yaklaşım olarak değerlendirilecek, ve dikkate
alınmıyacaktı. Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak
yerine bir set oluşturacak, ve bilimin önünü tıkıyacaktı.
Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük
açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların sonunda
gerçekleştiğini görürüz – Einstein’in bir asır evvel klasik
mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini
kurması gibi.
Yukarıdaki tartışmaların ışığında (hımm,
yoksa tartışmalardan da mı bir nevi ışık çıkıyor?), elması
şöyle ifade edebiliriz:
Elmas = Karbon + Işık
Yani elması elmas yapan ışıktır, daha doğrusu ışığı
içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın
etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı
farketmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık aslında uzay dahil
her tarafta vardır, ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi
ışığı alıp yansıtan maddelerde görürüz. O yüzden denebilir ki
karbon malzemesinden olan bir şey, eğer ışığı alıp
yansıtabiliyorsa elmastır, yoksa grafittir. En harika elmas,
ışığı optik ilmi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır.
Dolayesiyle, elması keserken ve işlerken göz önünde tutulan
temel şey ışıktır, ve ışığı yansıtma özelliğidir. Iyi bir
elmas sanatkarı olmanın birinci şartı da ışığı ve
özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın
hakikatı ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı
ancak her tarafta yaygın olan ışık aleminin varlığını
farkedince, ve elmasa karbon ve ışık alemlerinin uyumlu bir
birleşimi olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem,
varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü
oynuyacak, ve çevremizi algılayışımızı ve yaratılış hakkındaki
anlayışımızı derinden etkiliyecektir. Varlıkları temel
katmanlarına ayırma yaklaşımı aynı zamanda ilmin önünü açacak,
ve insanlığın yücelmesinin ve dünyada gerçek bir medeniyetin
kurulmasının çekirdeğini oluşturacaktır. O yüzden, bu
yaklaşıma “elmas tesorisi” denmesi gayet uygun düşecektir.
KAPANIŞ
M.Ö. 5. yüzyılda Empedocles
tarafından basit gözlemlere dayanarak herşeyin hava, toprak,
su, ve ateşten ibaret olduğu ifade edildi ve bu teori
yüzyıllar boyunca bilime hükmetti. Ancak 17. yüzyıldan
itibaren evrenin yapısının tekrar sorgulanmaya başlanması ve
elementlerin keşfiyle ilmî gelişmelerin önü açıldı ve birçok
yeni bilim dalları doğdu. Bugün gayet iyi biliyoruz ki her şey
100 küsur elementten oluşur, ve her madde bu elementlerin bir
kombinasyonu olarak ifade edilebilir. Bu açılım birçok yeni
kimyasal bileşenin de keşfini ve modern kimyanın gelişimini
beraberinde getirdi.
Günümüz bilim dünyasının da ciddî
bir saplantısı, herşeyin kaynağının madde veya onun eşdeğeri
enerji olduğu önkabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve
çıkmazlara yol açmaktadır. Bilim dünyası artık fark ve itiraf
etmelidir ki maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya enerji
dalgasında kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik,
vs gibi şeyler yoktur, ve temel yapıtaşlarında olmayan
bütününde olamaz. Artık evrenin madde-enerjiden oluşan tek
katmanlı olduğu yaklaşımının bırakılıp çok katmanlılık, yani
varlıkların madde ile beraber kuvvet, irade, hayat, şuur,
görme, sevgi, güzellik, vs gibi birbirinden bağımsız madde
dışı yani mânâ katmanlarından oluştuğu görüşü ciddî olarak
dikkate alınmalıdır. Bu görüş, müsbet ilmin kaynağı olan
gözlemlerle tam uyumludur. Evrenin büyük patlama öncesi
madde-enerjisinin kaynağı gibi, bu katmanların kaynağı
tartışmaları da felsefe ve teolojiye bırakılmalıdır. Elmasın
hakikatı, ancak parıltıların karbon atomlarından değil elmas
dışındaki bir ışık kaynağından geldiği farkedilince anlaşılır.
Televizyonun hakikatı, değişik yayınların aletin içinden değil
dışarıdaki onlarca yayın katmanından geldiği görülünce, yani
televizyon aletinin yayınların kaynağı değil sadece alıcısı
olduğu farkedilince anlaşılır. Eşyanın da hakikatı, maddedeki
kuvvet ve hayat gibi onlarca madde-dışı pırıltıların maddenin
parçacıklarından değil madde-dışı katmanlardan geldiği
farkedilince anlaşılacaktır. İnsanlık için gerçek aydınlanma o
zaman başlayacaktır.
Prof. Dr. Yunus
Çengel Nevada Üniversitesi, ABD yunus@scs.unr.edu
|