İpucu: Lügat penceresinde
aşağı ve yukarı ok tuşlarını kullanarak kelime
listesinde hareket
edebilirsiniz. |
Mana-i Harfi
Ene ile, din-bilim ilişkisine sağlıklı zemin
arayışı
Sebep ve sonuç
bağlantısı içerisinde algılanan ve Yaratıcıdan kopuk bir
şekilde anlamlandırılmaya çalışılan varlığa, modern bilimin
ürünü olan dil ve yaklaşımların ötesinde, Kur'ân eksenli ve
varlığın san'atkârına vurgu yapan yeni bir varlık tarifi
Risâle-i Nur'la ortaya konmuştur. Asr-ı Saadette Kur'ân'ın
inişi ile semantik bir müdahale, yani kişilerin âlemini
şekillendiren kavramlarda yenilikler ortaya konmuştur.
Kavramlara yeni anlamlar yüklenmiş ya da değişiklikler ortaya
konmuştur. İslâm tarihi içerisinde ikinci büyük semantik
müdahale sayılabilecek Farabi'nin yaklaşımlarından sonra en
önemli semantik müdahalelerden biri Bediüzzaman ile ortaya
konmuştur.
Günümüz dünyasının en önemli problemlerinden
biri bilim ve din ilişkisini hâlâ sağlıklı bir zemine
oturtamamış olmasıdır. Bu aslında uzun zamandır insanlığın
meşgul olduğu ve maddî alanda geliştirdiği yaklaşımlarla
üstesinden gelemediği bir problem olarak önümüze çıkmaktadır.
Bilim ve din ilişkisi ile bağlantılı olarak
bilimsel yöntemin ele alınması için öncelikle bilim ve dinin
nereye konulacağına dair oryantasyon problemi çözülmelidir. Bu
anlamda varlığın algılanması ile ilgili bilimin ve dinin
ortaya koyduğu veriler insanlık tarihinin gelişimi içinde
ayrışmış gibi ortaya çıkmış, Batının bilimle ilgili
oryantasyonu tamamen madde eksenli ve madde ötesini dışladığı
için problemli bir noktaya gelmiştir. Varlığı anlama
çalışmaları eleştiren, yanlışlamaya çalışan ve kendi sistemini
tek doğru olarak kabul eden bir yapı olduğu için problemli
sonuçlar doğurmuştur.
Yunan ve Roma medeniyetlerinin ortaya koyduğu
madde eksenli varlık algısı özellikle aydınlanma çağında daha
belirginleşmiş, bilim ve din ayrışımı daha netleşmiştir.
Bilginin nesnenin hakikatine ulaştırabileceği düşüncesi
bilimin yüceltilmesine yol açmıştır. Eski Yunan'daki akılcılık
kilise dogmatizmini doğurmuş ve kilisenin ulaştıkları mutlak
hakikat kabul edilmiştir. Rönesans sonrası kiliseden bağımsız
mutlak hakikat arayışı ile gelinen noktada tamamen maddî âleme
dayalı ve vahyi reddeden bir bakış açısı ortaya konmuştur.
Bilim ve dinin farklı bakış açılarının oluşturduğu bu
uçlardaki algılanışlarında farklı çözüm arayışları ortaya
konmuştur. Çatışma, bağımsızlık, diyalog ve entegre etme gibi
ilişkiler içinde ele alınan bilim ve din bilimsel bir dinî
söylem ile uzlaştırılmaya çalıştırılmıştır.
Çözüm arayışları içerisinde Descartes'ın varlığı
ferdî şuura bağlayan kartezyen yaklaşımı, Kant'ın dinî
endişelerini bilgi sınırı dışına iten arayışları ve Hegel'in
mutlak benle bunu perçinlemesi modern bilimin buhran üreten
yaklaşımlarını oluşturmuştur. Akıl ve tecrübe üzerine kurulu
olan bilim, varlığı nedensellik içinde ele alan ve mekanik
kurallarla işleyen bir yapıya dönüştürmüştür. Aynı mekanik
işleyiş toplum felsefecilerine de yansımış ve sosyal yapılara
hükmedici arayışlar içine girilmiştir. Bütün bu süreçlerden
sonra yirminci yüzyılda determinizme karşı kuantum fiziği,
Heisenberg belirsizliği, Einstein'in izafiyet teorisi gibi
anti bilimci yaklaşımlar gelişmiştir. Yirminci yüzyılda batı
epistomolojik bir bunalım ve bundan kurtuluş için arayış içine
girmiştir.
Bu gelişim süreci içinde bilimler nefsin
arzularını tatmin etme gücünü artırır bir yapı içinde ortaya
çıkmıştır. Batı medeniyetinin gelişiminde nefis merkezî bir
konuma oturtulmuş akıl keşfedilmemiş ve nefsin arzuları
aklîleştirilmiştir. Bu yapı içerisinde madde ötesini metafizik
şeklinde adlandırarak bir kenara atmaya çalışan bilim
gözlemleri sonucu tümevarım ve tümdengelim gibi yöntemlerle
varlığın işleyişine çözümler bulmaya çalışmıştır. Bu çözümler
'niçin' sorusuna cevapları içermediği için insanı ve kâinatı
tanımlamaktan ve anlamlandırmaktan uzak kalmıştır. 'Nasıl'lara
üretilen cevaplarda felsefî arka planı hesaba katmayan bir
eksiklikle ortaya konabilmiştir.
Modern bilimin geldiği bu dönüm noktasında çözüm
üretmekten aciz kaldığı ve varlığın arka planını göz ardı eden
yaklaşımı ile anlamlar boyutunu körelttiği noktada İslâmın
çoğulcu yaklaşımına ve Kur'ân eksenli yeni bir varlık algısına
ihtiyaç netleşmiştir. Bu noktada dünya problemlerinin çözümü
ve varlığı bütünden algılayabilmek için yeni ve arka planı
hesaba katan bir tarife ihtiyaç doğmuştur. Modernizmin
insanlık âleminde oluşturduğu depremle adeta yıkılmış olan
İslâmî düşünce geleneği sarayının Kur'ân merkezli bir planla
ve günün ihtiyaçları da dikkate alınarak yeniden inşaasına
büyük bir ihtiyaç doğmuştur. Bu noktada Kur'ân'ın kuşatıcı
bakışına ve Hz. Muhammed'in (a.s.m.) tüm zamanları kucaklayan
yaklaşımına ihtiyaç şiddetlenmiştir. Gelinen yol ayrımı Kur'ân
medeniyeti üzerine bina edilecek yeni bir varlık algısını
bilimin ve dinin alanlarını kuşatacak bir varlık algısını
insanlık açısından çok önemli hale getirmiştir.
Kur'ân medeniyeti eksenli yeni varlık algısı
için Risâle-i Nur sağlam bir zemin oluşturmaktadır. Bu anlamda
her mesleğim içinde var olan hakikat kırıntıcıklarını toplayan
yaklaşımı ile Risâle-i Nur Kur'ân'ın kuşatıcılığını asra
taşımaktadır. Temel mesleği Kur'ân'ın yöntemlerini kullanmak
olan ve sahabe mesleğini esas alan Risâle-i Nur, gelinen ayrım
noktasındaki varlığın tanımlanması problemine görünen âlemi,
yani mülk âlemini ve varlığın Yaratıcıya bakan boyutunu, yani
melekut âlemini birlikte ele alan kalıcı ve anlamlandıran
çözümlemeler ortaya konabilir. Modern bilimin uzun
arayışlarının sonucunda Yaratıcıdan irtibatı kopuk olan bir
maddî âlemle ve diyalektik süreçle çözüme ulaşılamayacağı
görülmüştür. Bu anlamda klasik medrese eğitiminin dışına
çıkmanın avantajını hayatında gözlemleyebildiğimiz
Bediüzzaman, taassuptan uzak ve Batı medeniyeti karşısında
kişilikli cesur duruşuyla Doğu ve Batı medeniyetlerinin
buluşturulması ve bunun Kur'ân'ın kuşatıcılığı içinde
gerçekleştirilmesi anlamında önemli bir yere sahiptir.
Sebep ve sonuç bağlantısı içerisinde algılanan
ve Yaratıcıdan kopuk bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılan
varlığa modern bilimin ürünü olan dil ve yaklaşımların
ötesinde Kur'ân eksenli ve varlığın san'atkârına vurgu yapan
yeni bir varlık tarifi Risâle-i Nur'la ortaya konmuştur. Asr-ı
Saadette Kur'ân'ın inişi ile semantik bir müdahale, yani
kişilerin âlemini şekillendiren kavramlarda yenilikler ortaya
konmuştur. Kavramlara yeni anlamlar yüklenmiş ya da
değişiklikler ortaya konmuştur. İslâm tarihi içerisinde ikinci
büyük semantik müdahale sayılabilecek Farabî'nin
yaklaşımlarından sonra en önemli semantik müdahalelerden biri
Bediüzzaman ile ortaya konmuştur. Modern bilimin çıkmazlarına
bir çözüm yolu olarak varlığa San'atkârı ile bağlantılı
anlamlar yüklenmiştir.
Bilimin gözleme dayalı bakış açısı ile sebep
sonuç ilişkisi içinde algıladığı determinist yapı sebep ve
sonucun sadece yan yana geliyor olduğunu ifade eden iktiran
kavramı ile değiştirilmiş, her ikisi de Âlemlerin Rabb'i ile
irtibatlı olan bir bakış açısı içerisinde ele alınmıştır. Her
an yenilenen varlık tablosu içerisinde sebep ve sonucun
birbirini sürekli takip ediyor oluşu gözlemdeki yanılmanın
kaynağı olarak ortaya konmuş, varlığın hep yaratılıyor olması
ve her an San'atkârı ile irtibatlı olması dışında, kuşatıcı
bir varlık algısının mümkün olmadığı ifade edilmiştir.
Bu Newtoncu mekanik yaklaşıma karşılık her an
varlık âlemini yeniden şekillendiren ve hep O'nunla irtibatlı
olan bir Yaratıcı anlayışını geliştirmiştir. Yine varlık âlemi
içerisinde Bediüzzaman'ın insan tanımı ubudiyet eksenli
şekillendirilmiştir.
Risâle-i Nur İslâm düşünce geleneğinin günün
ihtiyaçlarına uygun mükemmel bir sentezi ile modern dünyanın
çıkmazlarını aşacak çözüm yollarını da içinde
bulundurmaktadır. Bu noktada felsefeyi ve bilimin
ürettiklerini yok saymayan, ancak bunların Kur'ân eksenli
yorum ile hikmete dönüştürülmelerini hedefleyen bir
yaklaşımdır. Moderniteyi İslâmlaştırmak ya da İslâmı
modernleştirmek gibi bir arayış içerisine girmeksizin İslâmî
zeminde moderniteyi ve varlığı anlamaya çalışan ve Kur'ân
eksenli çözümler önümüze koyan bir yaklaşımdır.
Bu çözümleri sunarken yeni bir terminoloji ve
dil üretmekte ve bu yaklaşımı ile modern bilimin dayattığı
terminolojiye vahye dayalı bir alternatif geliştirmektedir. Bu
yeni bakış açısında varlığı direk san'atkârı ile
irtibatlandıran harfî yaklaşım ve varlık algısında niyet ve
nazarın mahiyeti değiştirdiği bir genişlik gözlenmektedir.
Bu bakış açılarının dikkate alındığı varlık
algısı ve bu algıyla uyumlu bir dil oluşturma çabası Risâle-i
Nur'un önemli farklılıklarından biri olarak göze çarpmaktadır.
Bu yaklaşımı dinin bilimi de içine alan varlık çözümlemeleri
ile akıl ve kalbin uyum içerisinde hayatı
anlamlandırabileceğini ortaya koymaktadır. Teknolojinin
gelişimi ile varlığa atfedilen sabitlik ve kalıcılık
şeklindeki ontolojik güven yerine varlığın gerisinde işleyen
Sonsuz Kudrete dayanmanın getirdiği güven tesis edilmek
isteniyor. Modern bilmin dili ile varlığı anlamlandırmaya
çalışan ilahiyatçı aydınların seküler yaklaşımına bir çözüm
yolu olarak öze dayalı Kur'ânî ve imanî bir dil geliştirme
çabası gözleniyor. Din hakkındaki bilgi yerine dini bilgi ve
enfüsileştirilmiş bilgiyi ön plana çıkarıyor. Bu yaklaşımı ile
Kur'ân'ın kendi sözlerini Kur'ân'a perde yapmak probleminden
uzaklaştıran bir çözüm yolu ortaya koyuyor. Vahiy, insan ve
kâinat üçlüsü içerisinde insan ve kâinatın anlamını vahiy
eksenli bir zeminde açıklamanın farklılığı Risâle-i Nur'da
gözleniyor. Bu var olan bilimsel birikimi ve var olacak
bilimsel birikimleri ilâhî hakikatler bağlamında yeniden
üretme arayışının bir sonucu olarak önümüze çıkıyor. Klasik
kelam yaklaşımı ile Risâle-i Nur'un farkı mevcut problemlere
çözüm getirme arayışı şeklinde önümüze çıkıyor. Risâle-i
Nur'da hale ve geleceğe dair çözümlemeler var.
Bilimsel yöntem ile üretilen bilgi Sani'inden
bağımsız şekilde ele alınması tarzında ortaya çıktığı için
marifetullah ve marifet-i Sani'e ulaştırmıyor. Hz. Muhammed'in
(a.s.m.) kendi döneminin şartları içinde ıslah edilebilir ve
ıslah edilemez şeklinde tevhide dönüştürme gayreti ile tasnif
ettiği yapılardan ıslah edilebilir olanlarına uyan bir yapı
arz etmiyor. İndirgemeci bir yaklaşım ile varlığı fiziksel
gerçekliğe indirgeyen bilimin belirgin bir hakikat arayışı
olmaması modern insanın kişiliğinde şizofrenik bir yapı
doğurmaktadır.
Modern bilimin bu haline karşılık redçi,
teslimiyetçi ve aşmacı tutumlar içerisinde
değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Bunlardan en makul
olanı zihin ve aklın müteal olna yöneltilmesi şeklindeki
aşmacı tutum olabilir. Bunun yapılabileceği en sağlam zemin
Risâle-i Nur olmalıdır. Bu peygamberlerin kendi asırlarında
ifa ettikleri vazifenin asrımıza taşınması anlamına
gelmektedir. Bu anlamda Bediüzzaman, Hazret-i Muhammed'den
(a.s.m.) aldığı dersle insanlık âleminin kozasını çatlatması
ve hakikate ulaşması noktasında önemli bir konumdadır.
Yalnızca bir İslâm âlimi değil aynı zamanda büyük bir
mütefekkir olan Bediüzzaman'ın varlıkla ilgili çözümlemelerine
bütün İslâm âlemi ve insanlığın ihtiyacı olduğu ortaya
çıkmaktadır. Kuvvete dayalı yapısı ile İslâm âlemi ve
insanlığı ezen Batı ile yüzleşme ve modern bilimin
paradigmalarına antitez geliştirebilme cesaretini
gösterebilmesi onu İslâm düşünce dünyasında çok farklı bir
yere getiriyor. Klasik düşüncenin dışına çıkabilen, öze dayalı
çözümler üretebilen ve modernitenin oluşturduğu dünyanın
dışına çıkabilen cesur bir İslâm mütefekkiri olması dünyanın
geleceğinde ona hayati bir misyon yüklüyor. Vahiy temelli ve
Batı ile yüzleşebilen bir zeminde komplekse kapılmayan, kendi
kavramları üzerinde bir kâinat yorumu ortaya koyabilmesi
entellektüel cesaret şeklinde adlandırılabilir.
Şarkın ulûmundan ve garbın fünûnundan gelmediği
ifade edilen Risâle-i Nur direk Kur'ân'dan feyz almış olmanın
farkını ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilimsel bir inşa ve
bilimsel yöntemin bir ürünü değildir. Kâinatın anlaşılması
için bilim değil, Kur'ân esas referans kabul ediliyor. Batı
bilimi kaynaklı örgün eğitimin yaygınlaştığı bir yapı
içerisinde, aydınlanmacı felsefenin belirleyici olduğu bir
dünyada bilimle nasıl yüzleşileceği sorusu gözardı edilemezdi.
Bu noktada Kur'ânî ölçülerle mücehhez bir ferdin bilimle ve
onun üretimi ile şekilleniyormuş gibi algılanan modern dünya
ile, teknoloji ile daha rahat yüzleşebileceği kimliğini
muhafaza edebileceği ortaya konmaktadır.
Bediüzzaman'ın varlık tanımı mânâ-i harfî,
mânâ-i ismi, niyet ve nazar kavramları çerçevesinde
şekillenmiştir. Bu kavram haritasına özellikle varlık içinde
insanın ve benliğin tanımlanması ile ilgili olarak ene
yerleştirilmiştir. Varlığın tanımlanmasında enenin kendini bir
kul olarak algılıyor ve tanımlıyor olması çok önemlidir.
Kendini bir kul olarak tanımlamayan enenin bilimler ile
hakikate ulaşabilmesinin, varlığı ve kendini gerçek anlamı ile
tanımlayabilmesinin mümkün olmadığı ortaya konmuştur.
Eğer ene varlığı kendi katılığı etrafında
anlamlandırma yönüne giderse tabiatperestlik sonucu
doğmaktadır. Eğer bir anahtar konumunda açtıktan sonra
devreden çıkarsa Âlemlerin Rabbi'ne yönelten ve O'nun mukaddes
isimlerinin keşfine vesile olan bir anahtar külçesi olup
sağlıklı ve gerçek insan mânâsına ulaştıran güçlü bir vesile
olur.
|