NEWTON’IN
MEKANİK KÂİNAT MODELİ uzunca bir müddet fiziğin dünya görüşü oldu.
Herkes, Descartes ve Newton’ın izini sürerek, zaman ve mekânın
mutlak olduğuna ve kâinatın bunlar içindeki sabit değişmeyen maddî
parçacıklardan meydana geldiğine inandı. Bu maddî parçacıklar, bütün
maddenin üzerine inşa edildiği küçük, katı ve parçalanmaz atomlardı.
Bunlar ‘uzaktan etkili’ esrarengiz kuvvetlerle etkileşiyorlardı.
Newton’a
göre, bütün parçacıklar ve aralarındaki kuvvetler ilk yaratılışta
Allah tarafından yaratılmış olup, nihaî temel taşlarıydı; daha ileri
bir incelemeye, tahlile konu yapılamazdı. Kısacası, Newton kudretini
sadece kâinatın başlangıcında göstermiş, daha sonra devreden
çıkarmış bir Yaratıcıya, bir ‘İlk Muharrik’e inanıyordu. Bu İlk
Muharrik kâinatı en başından yaratmış, kanunlarını koymuştu. Bu
görüş, Newton’ı ve genel olarak bütün Batı bilimini ve felsefesini
etkilemişti.
Ancak,
daha sonraki asırlarda modern fizikçiler arasında yeni bir yaklaşım
tarzı doğacaktı. Yirminci yüzyılda, izafiyet teorisinin ve parçacık
fiziğinin gelişmesi, kâinatın objektif tasviri ile beraber, mutlak
mekân ve zaman mefhumlarını ve parçalanamaz temel partiküller fikrini yıktı.
Bu
gelişme, kâinat fiziğinin birleşik temelini bulmak isteyen
Einstein’la beraber başladı. Zihninde bu gaye ile, Einstein klasik fiziğin iki ayrı teorisini,
elektrodinamik ve mekaniği özel izafiyet teorisi ile beraberce genel
bir şema içine oturttu. Bu teori Newton’dan kalma, bütün kâinatta
mutlak varlık olarak akan zaman fikrini kaldırdı.
Teoriye
göre, herhangi iki olayın aynı zamanda olmasının mutlak bir mânâsı yoktur. Yani, zaman kendi zâtında sabit, değişmez değildir. Zaman tamamen
olayları gözleyene bağlıdır. Buna göre, zamanı ve mekânı iki ayrı
varlık olarak düşünmemek, aslında ikisinin mekân-zaman diye dört
boyutlu bir koordinatı teşkil edecek şekilde birbirine sıkı sıkıya
bağlı olduğunu düşünmek gerekir. O halde, ne mekân zamandan, ne de
zaman mekândan ayrı düşünülebilir.
Zaman
ile mekân tabiat olaylarının tarifi için öylesine temel kavramlardır
ki, bunlarla ilgili anlayışın değişmesi, kâinatın tasvirinde
kullanılan bütünleşmenin değiştirilmesini gerektirdi. Bu
değişikliğin çok önemli neticelerinden birisi de, kütlenin bir
enerji şeklinden başka birşey olmadığının farkına varmaktı.
Einstein’ın meşhur E=m.c2 formülü burada devreye girdi.
Madem
kütle bir enerji şeklinden ibaretti; o halde modern fiziğin kütleyi
sabit bir vücuda sahip maddî cisimcik anlayışından sıyırması gerekiyordu, ve bundan sonra klâsik fiziğin
parçalanmaz cisimcikleri, yani atomlar enerji ‘huzmeleri’ olarak
görülmeye başlanmalıydı. Enerji ise, hareket ve faaliyetle ilgili
bir kavram olduğuna göre, atom daha küçük hareketli parçacıklar
üzerine kurulmuş olmalıydı. Atom içi parçacıklar, dinamik bir düzen
içindeydi. Ancak mikroskobik seviyede madde statik, durgun bir
yapıda gözüküyordu. Bunun sebebi, bir partikül çok dar bir mekân etrafında dönerken,
döndüğü, hareket ettiği alan daraldıkça, partiküllerin daha sür’atli
dönmesiydi.
Meselâ,
atom içinde bir çekirdekóprotonlar ve nötronlaróetrafında dönen
elektronlar vardır. Elektronun çekirdeğe bağlanmasına vesile olan
elektriksel kuvvetler dolayısıyla, elektron, dönerken mümkün olduğu
kadar çekirdeğe yakın tutulur. Elektronlar çekirdek tarafından daha
yakınına çekildikçe, dönüş hızı da o nisbette artar. Bu çok hızlı
dönüşler atomu sanki katı, rijit bir küreymiş gibi gösterirótıpkı
çok hızlı dönen bir pervanenin bize katı bir disk olarak görünmesi
gibi. Atomu pervane gibi yavaşlatmanın yolu olmadığına göre, maddeye
katı bir görüntü vermeye devam eder.
İzafiyet
teorisi, hareketin, maddenin en esaslı temeli olduğunu gösterdi.
Atom içi âlemin partikülleri sadece bir alan içinde hızla hareket
ettikleri mânâsında dinamik değildi. Neden
onlar da tıpkı atomlar gibi bize katı olarak görünen bir hareketten
ibaret olmasınlardı
Zira, E=m.c2
formülüyle ifade edilen kütlenin enerjiye denkliği anlayışı atom içi
partiküller için de geçerli olmalıydı. O halde, parçacıklar sadece
hareket ediyor değildi, aynı zamanda kendileri de hareketten
ibaretti. Yani, maddenin varlığı ve maddenin hareketi birbirinden
ayrılmaz. Her ikisi de aynı mekân-zaman gerçeğinin farklı
cephelerinden ibarettir. Yani, atom içi parçacıklar mekân açısından
kütleye sahip nesneler olarak, zaman açısından da m.c2 miktarında
enerjiye sahip olaylar, hareketler olarak görünür. Yani, mekânda
gördüğünüz madde sabit değildir. Zaman içinde, devamlı faaliyet ve
hareket içinde durmadan değişmektedir.
Madem
hareket ve değişimler eşyanın temel özelliğidir, o halde harekete
görünüşte ‘sebep olan’ kuvvetler klasik fizik görüşündeki gibi
nesnelerin haricinde değildir, maddenin dahilinde görünen özelliklerdir. Yani, bir
‘madde’ ve de o maddeye hareket veren ayrıca bir ‘kuvvet’ var diye
iki ayrı olay gözlemlenmemektedir. Aslında, partikül fiziğinde kuvvet, etki ettiği maddeler
arasında bir enerji alışverişi mekanizmasıdır; daha küçük ara
parçacıkların yayılması ve emilmesinden kaynaklanır. Çünkü, meselâ
yüklü bir partikül bir foton yayarsa,
enerjisinin bir kısmını bu fotona verir ve dolayısıyla hareket
durumu değişir. Eğer başka yüklü bir partikül bu fotonu emerse, enerji kazanır,
hareket durumunu değiştirir. İşte burada iki parçacık arasındaki
karşılıklı hareket durumu değişmelerini biz ‘kuvvet’ olarak görürüz.
Fakat kuvvet bu foton alışverişlerinin toplam tesirinin makroskobik
görüntüsünden başka birşey değildir. Diğer bir ifadeyle, partiküller arasında haricî ‘kuvvetler’ yok,
sadece diğer bazı ara parçacıklar aracılığıyla süren karşılıklı
tesirleşmeler vardır.
Her ne
kadar atomun bu şekilde görülmesi ile nihaî temel parçacık fikri
terk edilmek zorunda kalınmışsa da, her zaman için daha küçük de
olsa bazı ‘parçacıklar’ fikrine saplanılır. İşte ‘kuvvet’lerin
izahında, yine karşımıza parçacıklar çıkmıştır. Maddenin temel
bileşenleri arayışı hâlâ devam eder.
Dün
protonlar, elektronlar, nötronlar vardı, bugün kuarklardan
bahsediliyor, yarın da alt-kuarklardan v.s. söz edilmeye başlanacak.
Bu imaj,
aslında eski Yunan felsefecilerinden kaynaklanır. Bu felsefeciler
kâinat görüşlerini iki ayrı temel âleme dayandırıyordu; ruh/mânâ âlemi ve madde âlemi. Onlar maddeyi boşlukta
hareket eden ölü ve pasif temel bileşenlerden müteşekkil olarak
görüyorlardı. Hareketleri de ruhî/manevî kaynaklı haricî kuvvetlere
dayanıyordu.
Bu imaj,
Batı düşüncesinin öylesine temel bir unsuruydu ki, modern fizik
oldukça farklı bir dünya görüşünü getirdiği halde, bazı fizikçiler
hâlâ bu fikri kabullenmeye yanaşmıyordu.
Modern
fizikte kâinat bir bütün olarak görünür. Kâinatın bu bütünlüğü atom
seviyesinde ortaya çıkar; madde dünyasının daha derin seviyelerine
indikçe, iyice kendini gösterir. Makroskobik seviyelerde bize çok
farklı olarak görünen şeyler, daha derinliklerdeki aynı mahiyetin
farklı görüntüleridir. Maddenin temel seviyelerinde unsurlar
arasındaki farklılıklar, ayrılıklar silikleşir. Kâinatın görünürdeki
bütün çeşitliliği, çokluğu, tek ve bütün bir mevcut anlayışı içinde
çözülür, kaynaşır. Kuantum teorisinde kâinat bir nesneler toplamı
değil, birleşik bir bütünün değişik bileşenleri arasındaki
irtibatlardan ibarettir; maddenin bileşenleri ve bunların katıldığı
olaylar birbiriyle bağlantılıdır, birbirine dayanır; bileşenler tek
başına var olan varlıklar değil, birbiriyle bütünlük kuran
parçalardır.
Maddenin
varlığının dayandığı daha temel seviyelerde, kendi başına varlığını
sürdüren mutlak parçacıklar kavramı yıkıldığına ve bunların varlığı
da tamamen harekete dayandığına göre, bu seviyedeki faaliyetler,
değişmeler aslında var edilişe geçişin göstergeleriydi. Zaten
kuantum alan teorisine göre, maddenin bileşenleri arasındaki bütün
karşılıklı etkileşmeler daha küçük partiküllerin değiş-tokuşu üzerine yürür. Bu
değiş-tokuşla partiküller devamlı bir
şekilde yaratılır ve yok edilir. Bu devamlı yaratılışlar ve yok
oluşlar, yaratılışla birlikte varlık âleminde bir şekil almalıdır ve
şekillerin çözülmeleri maddenin varlığının esasıdır. Modern fizik
böylece yaratılış ve yok oluşu, doğum ve ölümü, sadece dört mevsimin
ya da canlıların doğumlarının ve ölümlerinin bir özelliği değil,
bütün kâinatın varlığının temelini teşkil eden aslî bir özellik
olarak görmeye başlar.
Modern
fizik bu görüşte kâinatta sabit, bağımsız bir varlığa sahipmiş gibi
görünen mekân, zaman ve maddî parçacıkların temelde devamlı bir
harekete dayandığını açıklar. Bu, Newton’ın kâinat modelindeki ana
unsurların klasik anlamını kaybetmesi demektir. O halde, Newton’ın
‘İlk Muharrik’ şeklindeki Yaratıcı anlayışından çok daha isabetli
bir anlayışa da kapı açılmış olmalıdır.
Kâinatın
özünde devamlı bir yoktan var edilme ve var iken yok edilme
sözkonusu olduğuna göre, İlk Muharrikin yaptığı gibi kâinat
başlangıçta yaratılmış ve daha sonra yaratılış olayı durmuş ve belli
bir mekanizma kendi kendini devam ettiriyor değildir; her an devam
eden bir ‘yaratılış’ olayı vardır. Buna göre, kâinat üzerinde
devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinatın
yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî ifadesiyle ‘Kayyum’ bir Yaratıcı
olmalıdır. Kayyum olan Yaratıcı mütemadiyen, hiç duraksamaksızın
bütün kâinatı yaratır. Doğrudan doğruya, hiçbir
aracı olmadan. Burada çok dikkatli olmamız gerekir.
‘Mütemadiyen’ ya da ‘devamlı’ dediğimizde, bu ifade tamamen biz
yaratık olan insanların bakış açımızdan geçerlidir.
Zamanın,
mekânın kendisi de bu ‘devamlı’ yaratılışın içindedir. Zira, zamanı ve mekânı klâsik mutlak mânâlarından
sıyırarak, onları kâinatın temeli olan harekete irca ediyoruz. Yani
bu hareketin cereyanıyla, zaman ve mekân beraberce yaratılıyor.
Yaratıcı için gelmiş, şimdi, gelecek gibi şeyler sözkonusu değildir.
Çünkü, modern fizik ile görüyoruz ki, mekân
da, zaman da, Allah’ın yaratma fiilinin biz gözlemci insanlar
tarafından görülebilecek bir tarzda kendisini bize göstermesinden
ibarettir. Buradan rahatça anlaşılır ki, Allah mekân ve zamanın
içinde veya dışında değil, bunlardan tamamen münezzehtir.
Allah
sadece yaratır. Ezelden ebede kadar bütün varoluşlar sadece ve
sadece basit bir emirden ibarettir: "Kün fe yekûn," "Ol!" emri. Bize
çokluk, çeşitlilik olarak görünen bütün varlık âlemi, zamanı, mekânı
ile birlikte bu emrin görüntüsüdür. Fakat,
bu yaratılış tabiatını* anlayan biri için, bütün çokluk ve
çeşitlilik kaybolur. Bu durumdaki bir kişi, geçmişin, geleceğin
sadece bizim zihnimizde var olduğunu anlar. Elinde sadece ‘şimdi’ ve
daha doğrusuó‘şimdi’ hem geçmişi, hem de geleceği ifade ettiği
içinósadece yaratılış fiili kalır.
*
Madde ve hareketin aynı şeyler olduğunu fark edince, ‘ezelî’ bir
maddenin kanunlara ve harekete konu yapıldığı düşüncesinin ne kadar
basit olduğu ortaya çıkar. ‘Kanunlar’ diye bir varlık yoktur,
kanunlar sadece olayların cereyan ediş şeklinin tasviridir. Meselâ,
fizikçi H. Weyl şöyle der: "Elektronun üzerine inşa edildiği bir ve
daimî bir varlık gibi birşey yoktur."
© 2007
karakalem.net, Yamina Bouguenaya |