BİLİM VE
DÜŞÜNCE DÜNYASINA RENGİNİ seküler bir anlayışın verdiği; düşünce ve
bilim metodlarını ve kavramlarını seküler kalıpların şekillendirdiği
bir ortamda, inananlar ciddi bir problemle karşı karşıyadırlar:
Bilginin kaynağını akıl olarak gören ve tüm ilim dünyasına olanca
ağırlığını koyan zümreye karşı, bilginin kaynağını vahiyde bulan
insanlar olarak kendileri ne yapacaklardır? Bir yanda vahye yegâne
hak bilgi kaynağı olarak muhatap olup, öte yanda seküler kalıplar
üzerine oturtulmuş bir bilimle uğraşmaları ne derece tutarlıdır?
İşte bu
gibi sorular, uzunca bir zamandır ‘bilginin İslâmîleştirilmesi’
hususunda kafa yoran Müslüman düşünürlerin bir çıkış yolu bulmaya
çalıştıkları sorulardır. Hatta, ‘bilginin
İslâmîleştirilmesi’ teşebbüsüne yol açan hususun da, şu an içinde
yaşıyor olduğumuz bu çelişki olduğu da söylenebilir.
Bu
teşebbüs dahilinde yapılmış her bir çalışma
önemli katkılar sağlamış durumdadır. Bununla birlikte, mevcut
çalışmaların yeterli olmadığı da ortadadır. Mevcut paradigmalara bağlı kalındığı sürece ‘bilginin
İslâmîleştirilmesi’nin mümkün olmadığı görülmekte; yeni bir
paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Okuduğunuz çalışma, işte bu paradigmanın Kur’ân’da zaten sunuluyor olduğunu
gösterecektir.
KUR’ÂN’IN
HEDEFLERİ
Materyalist
bilgi kavramına verilecek İslâmî bir cevabın referans noktası olarak
ilahî vahyi, yani Kur’ân’ı alıyor olması gerekir. Çünkü Kur’ân, bize
Rabbimizi tanıtır. Büyük kâinat kitabının müfessiri, semavat ve arz
sayfalarında cilveleri gözüken ilahî isimlere ulaşmanın anahtarı
odur. Hadisat perdesi altında gizli hakikatların anahtarı da odur.
İnsanlık âlemi için biricik rehber, mürşid ve muallim odur. O hem
bir dua ve ibadet kitabı, hem bir hikmet ve marifet kitabı
hükmündedir.
yetlerinin
sonunda, Kur’ân, ilahî isimlere veya onların anlamlarına değinir.
Bazı âyetlerin sonunda ise, muhatabını,
okuduğu âyetlerin mânâları üzerinde düşünmeye çağırır.
İlk
Hedef: Kur’ân Saniimizin fiil ve eserlerini önümüze serer. Sonra
dikkatimizi bu eserlerdeki ilahî isimlere çeker. Tevhid, nübüvvet ve
haşir gibi temel maksatlarını isbatlar.
Kur’ân
beşerin nazarına mevcutlarda görülen ilahî sanatı arzeder. Sonra, bu
sanatı esma-i hüsna ile birlikte hülasa eder veya bu isimleri
görmesi için insanı aklını kullanmaya çağırır.
Aşağıdaki
âyet, Kur’ân’ın bizi nasıl bir tefekküre
çağırdığını açıkça göstermektedir:
De ki:
"Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi
kimdir? Diriyi ölüden, [ölüyü diriden] çıkaran kimdir? Her işin
tedbirini gören kimdir?" "Allah" diyecekler. De ki: "O halde O’na
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? İşte Hak Rabbiniz, Allah budur."1
Bu âyetiyle, Kur’ân ilk önce şunu sorar: "Göğü ve
yeri maişetiniz için erzak deposu kılan kimdir? Gökten yağmuru
indiren ve yeri sizin için özel olarak hazırlanmış sayısız gıdanın
bulunduğu bir bahçe ve mutfak kılan kimdir? Sema ve arzı iki
itaatkâr abd kılmak, O’ndan başka biri için mümkün müdür? Hayır. O
halde, hamd ve şükrünüzü yalnız O’na arzetmeli, O’na mahsus
kılmalısınız."
Kur’ân
bize göklerin ve yerin Rabbini tanıtarak O’nun vahidiyetini
bildirdikten sonra, nazarımızı bir ‘ehadiyet’ cilvesi olarak
kendimize çevirir: "Gözlerinizin ve kulaklarınızın sahibi kimdir?
Onları nereden edindiniz? Bu dakik ve kıymetdar gözleri ve kulakları
Rabbinizden başka kim verebilir? Onları yaratan ve sizin için
istihdam eden, sizin istifadenize sunan yalnızca O’dur. Madem
öyledir, ubudiyete lâyık olan da yalnızca O’dur."
Kur’ân,
sonra, Vâhid-i Ehadin haşre muktedir olduğunu hatırlatır: "Her bahar
ölmüş arza hayat veren ve sayısız mevcudatı vücuda getiren kimdir?
Bunu, tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah’tan başka kim vücuda
getirebilir? O binlerce dünyevî haşir örneği sergiliyor. Madem ki
kudretiyle ölmüş arzdan hayat çıkaran O’dur, o halde sizin Mahşerde diriltilmeniz O’nun
eliyle olacaktır. O Hak olduğundan, sizi bir Mahkeme-i Kübraya
gönderecektir. Tıpkı şu dünyada ölmüş arza her bahar yeniden hayat
vermesi gibi, sizin de hayatınızı geri verecektir."
Nitekim, başka
bir âyet de öncelikle bu dersi vermektedir:
İşte,
Allah’ın rahmetinin eserlerine bak: Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl
diriltiyor? Şüphesiz bunları yapan, ölüleri de böyle diriltecektir.
Çünkü O herşeye gücü yetendir.2
Ele
aldığımız âyette, ‘her işin tedbiri’nden
söz ederek, şu da sorulur: "Bu geniş kâinatı bir şehir gibi mükemmel
bir düzen içinde tanzim ve idare eden, Allah’tan başka kim
olabilir?" Gerçekten, kâinatı idare eden kudret öylesine mükemmeldir
ve herşeyi öylesine kuşatmıştır ki, hiçbir ortağa ve yardımcıya
ihtiyacı yoktur. O yüzden, insan "Allah" demeye mecbur kalmaktadır.
Bu bakımdan, âyet en sonunda O’nu,
isimleriyle hatırlatır. "İşte Hak Rabbiniz, Allah budur" der. Allah,
Rab ve Hak isimlerini zikrederek, bütün bu ihsanların kaynağının
ilahî kudret olduğunu gösterir.
İkinci
Hedef: Kur’ân kimi zaman belirli özel hususları zikreder. Sonra bu
hususlardan hareketle, sermedî ve daimî
hakikatlerin şuuruna varmak üzere insanı tefekküre teşvik eden bir
özetle son bulur. Aşağıdaki âyetler bunun
bir misalidir:
Süt
veren hayvanlarda sizin için bir ibret vardır. Karınlarından, dışkı
ve kan arasından, içilmesi içenler için kolay, özlü bir süt size
içiriyoruz. Hurmalıkların ve üzüm bağlarının meyvelerinin suyunu da
size içiriyoruz. Siz o sudan tatlı bir içecek ve güzel yiyecekler
ediniyorsunuz. Şüphesiz bunda, akleden bir kavim için, önemli bir
âyet vardır. Ve Rabbin arıya vahyetti ki:
"Dağlardan, ağaçlardan, insanların yaptıkları çardaklardan evler
edin. Sonra her türlü meyvelerden ye, Rabbinin sana kolaylaştırdığı
yollara gir." İşte o arının karnından değişik renkli bir şerbet
çıkıyor; onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda tefekkür
eden bir kavim için önemli bir âyet
vardır.3
Bu
âyetler Allah’ın süt veren mahluklara, ve
üzüm ve hurmalara insan için tatlı ihsanlar dercettiğini gösterir.
O, ufacık arılara, minnacık peteklerde insan için tatlı ve besleyici
bir kudret mucizesi olarak bal yaptırmaktadır. Tüm bunlar
belirtildikten sonra, sonuç cümlesi olarak "Gerçekten bunda tefekkür
eden bir kavim için önemli bir âyet vardır" ile, Kur’ân insanı bu kudret ve rahmet
mucizelerini düşünmeye, onlardan dersler çıkarmaya ve diğer kudret
mucizeleriyle kıyaslamaya çağırmaktadır.
Üçüncü
Hedef: Bazı âyetler zahirî sebepleri
tesirden tamamen azletmek için, onlarla birlikte yaratılan
müsebbebatın hedef ve sonuçlarına dikkat çeker. Sebepler yaratmaya
kâdir değildirler. Kur’ân onları ancak
zahirî bir perde olarak gösterir. Çünkü en maksatlı hedefleri ve en
faydalı sonuçları irade etmek, kaçınılmaz bir sûrette, ilmi ve hikmeti sonsuz olan birinin
işidir. Oysa sebepler cansız, hayatsız ve bilgisizdirler.
Böylesi
âyetler, hedefleri ve sonuçları sözkonusu
ederek, sebepler sonuçlarına bitişik gözüktükleri halde, gerçekte
her ikisinin de yaratıldığına dikkat çeker. Gerçekten, sebep-sonuç
zincirine materyalistlerin yaptığı gibi sorgulamadan baktığımızda,
sonuçları sebepler yapıyormuş gibi görürüz. Fakat Kur’ân’ın bize
teklif ettiği şekilde baktığımızda, yani durumu sorgulayıp üzerinde
kafa yorduğumuzda, en büyük sebebin dahi en ehemmiyetsiz bir sonucun
yaratılmasında bir pay sahibi olamayacağını anlarız. "Ve sebep ile
sonuç arasındaki bu uzun mesafede, esmâ-i
ilâhiye birer yıldız gibi tulû eder." Meselâ,
İşte
insan, yediklerine bir baksın. Biz nasıl gökten bolca su indiririz.
Sonra yeri onunla açarız. Onda hububat bitiririz. Üzüm ve
yeşillikler, zeytin ve hurma, ve gür
bahçeler, ve yemişler ve çimenler bitiririz. Sizin ve
hayvanlarınızın hayatı için.4
Bu âyet, ilahî kudret mucizelerini maksatlı bir
silsile içinde tasvir ederek, sebepleri sonuçlara bağlar ve ‘sizin
hayatınız için’ gibi bir hedefe işaret eder. Bu hedef bütün
sebeplerin ve sonuçların ardarda gelişinde, hedefi gören ve izleyen
gizli bir kontrol edicinin varlığını isbatlar. Gerçekten, ‘Sizin ve
hayvanlarınızın hayatı için’ sonucu, bütün sebepleri yaratma
kabiliyetinden azleder. Çünkü, âyet bu
ifadeyle zımnen şunu söyler: "Size ve hayvanlarınıza rızık
yetiştirmek için, su semadan geliyor. Oysa suda size ve
hayvanlarınıza acıyıp şefkat ederek, hayatınızın devamı için rızık
yetiştirme kabiliyeti yoktur. Demek ki, su gelmiyor; gönderiliyor."
Görmedin
mi? Allah semadan su indirdi.5
Toprak
da, insanın rızkının kendileriyle temin edildiği bitkileri üretir.
Fakat toprağın ne duyguları vardır, ne de aklı. Dolayısıyla, insanın
rızka ihtiyacını düşünüp ona şefkat etmek, toprağın kabiliyetinin
ötesindedir. O halde, toprağın kendisi rızık üretmiyor. O cansız ve
kör toprak, bir aynanın siyah ciheti gibi işgörüyor; Rabb, Rahîm,
vb. isimleri gösteriyor.
Böylece,
âyetin sunduğu açıklamadan Rahîm, Rezzak,
Mün’im, Kerîm ve Rabb gibi ilahî isimler tulû etmektedir.
Kısacası,
Kur’ân âyetlerinin her biri, nasıl sebepler
perdesini aşıp ilahî isimlerin üzerindeki örtünün kaldırılacağını
öğreterek küfür ve gaflet karanlığını dağıtır. Herşeyin O’na muhtaç
ve O’nun rububiyetine karşı itaatkâr olduğunu derkettirir.
Nazarlarımızı sebeplerden, Müsebbibü’l-Esbaba çevirir. Onlarda
görünen harikaları aklımızın önüne sererek, onların Sanii huzurunda
bize secde ettirir. O’nun kudret ve rahmet mucizelerini sergiler.
Rabbimizi, O’nun hikmetinin işaretlerini okumamızı sağlayarak, bütün
güzel isimleriyle tanıttırır.
Kur’ân
bize O’ndan başka hiçbir şeyin ibadet mercii olamayacağını, hamd ve
şükrün yalnız O’na mahsus olduğunu öğretir. Bize kâinat mescid-i
kebîrinde secde eden âbidler olmak üzere
yaratıldığımızı anlatır.
PRAGMATİZMİN
BÜYÜSÜ
"Çoğumuz
için," diyor J. Needleman, "şüpheciliğin bunca gayreti içinde
karşılaştığı ilk engel, bilimin gerçekten işleyip işlemediğidir."
Sonra, sözünü şöyle sürdürüyor: "Tanıdığım bir fizikçi, bir
keresinde, çağdaşlarımızıókendisi, ve
meslektaşı olan bilim adamları da dahilóehil olmadığı halde işe
burnunu sokan birinin hileleriyle ve alımlı ama boş marifetleriyle
gözleri öylesine kamaştığı için onu alelacele tanrılaştıran bir
yabaniler güruhuna benzetmişti. Gerçekten, pragmatik kriter dediğimiz şeye olan bu
köleliğimiz hiç de gülünecek bir husus değildir. Buna daha sıkı bir
biçimde bakmamız gerekiyor. Bir silaha rastlayan belli bir insan
düşünün. Daha önce böyle bir şeyi ne görmüş, ne de işitmiş olsun.
Düşünelim ki, bu insanın, karnını doyurmak veya kendini savunmak
için öldürmeye ihtiyacı da olmasın. Adam eğilip silahı yerden alır,
evirir çevirir, taşa vurur. Bu nesne nedir? Silahı evine götürür ve
ne olduğunu anlamaya çalışır. Namlusundan tuttuğunda onun birşeyleri
kırıp ezebildiğini, kendisinin tahtadan yapılmış tokmağından daha
iyi işgördüğünü keşfeder. Onun için, bu silah, iyi bir tokmaktır.
Onun fikri, teorisi, açık konuşalım, bir işe yarar. Başkaları ona bu
acayip nesnenin ne olduğunu sorduklarında, ‘tokmak’ cevabını deney
yoluyla isbat da edebilir... Ve işte burada, pragmatik kriterin limiti tükenir. Bir fikir veya
teori ‘işlediği’nde, bu, daima bizim gerçekliğini sorguladığımız
şeye nisbeten oluyordur. Eğer bizim sığ ve sınırlı niyetlerimiz
varsa, keşiflerimizóne kadar dahiyâne
olurlarsa olsunlaróbu aslî niyetlerimizden daha büyük olamazlar. Aya
inen füzeler yapıldı, büyük büyük bombalar patlatıldı ve belirli
hastalıklara çare bulundu. Böylesi şeyler gözümüzü öylesine
kamaştırdı ki, gerçeklik hakkındaki derin sorularımızın cevabının da
bunlar olduğu zehabına kapıldık. Tesadüfen silahı bulan adam
birilerini öldürmek için daha iyi bir yol arıyor olsaydı, kesinlikle
silahın gerçek işlevini keşfedecekti. Onun niyeti, silahı yapanın
niyetine denk düşmüş olacaktı. Ve eğer başka biri, pragmatik deliller kullanarak bu silahın ne kadar
iyi bir tokmak olduğunu göstermeye çalışsaydı, aynı adam ona gülüp
geçecekti. Öyleyse, diyebiliriz ki, bir insan kendi hedeflerinin
farkında olmuyorsa, ve hedeflerinin nesnelerde mevcut gerçek
amaçlara mukabil düştüğünden emin olmuyorsa, pragmatik kriter, bilginin bir anahtarı olarak
pek de kullanışlı değil demektir."
Bilime
göre, güneş birkaç tabakadır: çekirdek (15.000.000 oC), radyasyon
bölgesi, ısının yayılma bölgesi, fotosfer (sarı, 6000 oC), kromosfer
(2000
km. eninde: ısı ve elektrik-yüklü partiküller
‘salar’), ve hâlesi (uzaya milyonlarca
kilometre uzunluğunda uzanır; 2.000.000 oC). Güneş hidrojenin
helyuma füzyonuyla çekirdeğinde enerji ‘üretir.’ Güneşin özellikleri
içinde güneş lekeleri, alev sıçramaları, ve
fışkırmalar vs. yer alır. Bu bilgileri veren okul kitapları,
öğrenciyi uyarmayı da ihmal etmez: ASLA ÇIPLAK GÖZLE GÜNEŞE
BAKMAYIN. Güneşin mor ötesi radyasyonu, siz farkına varmadan,
gözlerinizi ‘yakabilir.’
Bütün
bunları ardarda sıralayan materyalist bilim, güneşin Saniine asla
değinmez. Durum buyken, güneşin Saniinin onu yaratmasındaki amacının
ne olduğunu nasıl keşfedebilir? Pragmatik kriteri kullanan bilim güneşin bir ‘tokmak’
olduğunu isbatlayabilir, ama asla bir kudret ve rahmet mucizesi olan
güneşin hakikatını göremez. Gerçekte, şu şuursuz güneş, ancak ve
ancak Allah’ın bir memuru, bir lambası ve aynı zamanda o Rabbin
misafirhanesinde görevli bir aşçı hükmündedir. Bir kudret ve hikmet
kanununa göre döndürülmektedir.
Güneş
kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti
herşeye galip olan ve ilmi herşeyi kuşatan Allah’ın takdiridir.22
Ona
rabbanî bir rahmet ve merhamet kanununa göre, canlılar için hayatî
önem taşıyan enerji ve ısı ürettirilmektedir.
...Ve
güneşi de bir lamba yapmıştır.23
Bilim
mevcudatta yalnız dünyevî faydalar görür. Güneşte, Saniine bakan
sayısız maksadı görmez. Oysa, bütün
mevcutların aslî görevi Sani’lerini hamd ve tesbih edip, O’nun
isimlerini ilan ve teşhir etmektir. Mevsimlerin, gece ve gündüzün
deveranıyla, güneş, ilahî kudretin mükemmel biçimde tanzim edilmiş
düzeninden söz ettirir. Saniinin ilahî isimlerini okutarak, O’na
hamd ve tesbih ettirir.
Yedi
gök, yer ve onların içindekiler O’nu tesbih ederek münezzehiyetini
bildirirler. Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd ve tesbih etmesin.
Fakat siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz.24
Görmedin
mi? Göklerdeki ve yerdeki melekler ve sıra sıra kuşlar Allah’ı
tesbih ederler. Hepsi nasıl dua ve tesbih edeceklerini
öğrenmişlerdir. Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilendir.
Göklerin ve yerin hakimiyet ve malikiyeti
Allah’ındır. Bütün varışlar Allah’adır.25
Bilim,
Sanii görmezden gelerek, güneşi Allah’ın âyeti olan mübarek bir kul mertebesinden düşürüp,
anlamsız, ürkütücü, yanıcı bir akışkan kütleye dönüştürür. Enerji,
ısı ve ışık üretmek (ve insana zarar vermek!) için gerekli ilim ve
kudreti güneşe atfeder. Güneşin kendisini o konumda tutmasıyla
gezegenleri çeken ve onların maksatlı bir düzen ve hikmetle
dönmelerine sebep olan sonsuz bir hikmet ve kudrete sahip olduğunu
hayal eder. Velhasıl, böylesi bir ilim, kudret ve hikmeti güneşe
atfetmekle, güneşi bir ilaha dönüştürür. Ondan, sanki o bir
ilahmışcasına söz eder.
Allah’ın
âyetlerinden biri de gece-gündüz, güneş ve
aydır. Artık güneşe ve aya secde etmeyin. Fakat eğer Allah’a kul
iseniz, onları yaratan Allah’a secde edin!26
Bilim
adamları, Firavun’un sihirbazları gibi, pragmatizm büyüsüyle taktıkları isimlere hakikat
nazarıyla bakarlar. Eşyayı tarif ve tasvir etmek için alabildiğine
teknik bir jargon kullanır ve insanların akıllarını öylesine
büyülerler ki, gerçekten onları açıklamış gibi gözükürler.
...Ve
onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular
ve büyük bir sihir ortaya koydular.27
KUR’ÂNÎ
EPİSTEMOLOJİ: MUSA’NIN ASÂSI
İslâmî
bilim, Musa’nın asâsı gibi, onların bütün
‘sihir’lerini yutmalıdır. Asâ gibi, sözde
bilimsel bilginin gerçekte mevcudat hakkında ad takmalar, anlamsız
bilgiler ve boş gevezeliklerden başka birşey olmadığını
göstermelidir.
Ve
Musa’ya vahyettik ki: Sen de asânı at. [O
asasını atınca] hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak
gerçekleşti. Yapmakta oldukları şeyler batıl çıktı.28
Kur’ân’da
hiçbir teknik jargon yoktur. Kur’ân her düzeydeki herkese ve her
sınıfa seslenir. Onun hedefi insanları hipnotize ederek denetlemek
değil, hakikatı öğretmektir. Müslüman bilim adamları vahyi, yani
Kur’ân’ı referans noktası kılacaklarsa, teknik jargonu
terketmelidirler. Çünkü, İslâmî bilimin
hedefi, bütün insanlara hakikatın derin meselelerini öğretmektir.
Uzmanlık
dili, bazı olguların çalışılması için kullanılabilir. Fakat, bu dil, İslâmî bilimin bütün bilimlerin ve
edinilen bilgilerin hakikati ve kaynağı olan ilahî hikmete ulaştırıp
ilahî isimleri gözlere gösterme misyonunu perdelememelidir.
Kâinatta,
makro dünyalardan mikro âlemlere kadar, her varlık düzeyinde bir
düzen ve intizam mevcuttur. Kâinattaki âyetleri okuma metodu her düzeyde geçerlidir.
İslâmî bilimin görevi varlıklarda ve onların düzenlerinde yazılı
anlamların nasıl okunup deşifre edileceğini öğretmektir. Kâinata
dair herhangi bir çalışma, ancak ve ancak marifetullahı hasıl ediyorsa kabul edilebilir. Müslüman bilim
adamları avâma tüm eşyada mündemiç
hakikatları basit bir dille aktarmalıdırlar. Teknik jargon tuzağına
düşmemelidirler.
Vâkıa
Müslümanlar teknik jargona o kadar hevesliler ki, bilimin pratik
başarılarıyla gerçekten büyülenmişiz. Bilimin temelleri, onun arıyor
olduğunu varsaydığımız şeye, yani marifetullaha denk düşmüyor diye
hissettiğimiz halde neden bilimin kendisini sorgulamaya cesaret
edemediğimizin açıklaması herhalde budur. Vahyi bilgimizin temeli
olarak kabul ettiğimizi söylüyor, ama onun tutarlılığını manipüle
edebileceğimizi umduğumuz bilimsel metodu ve teknik jargonu
kullanarak sınamaya kalkışıyoruz. Zaman, çelişkilerimizin farkına
varmak ve yeni bir düşünme biçimine, bir paradigma değişimine muhtaç olduğumuzu idrak
etmek zamanıdır.
Halbuki bu
konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyuyorlar. Ve
gerçekten zan, haktan yana hiçbir fayda vermez. Artık sen,
mesajımıza sırt çevirip dünya hayatından başka birşey istemeyenden
yüz çevir.29
FİRAVUN’UN
SİHİRBAZLARINA KARŞI AS-YI MUSA
Kur’ân’ın
talebesi olan Müslümanlar şahit isterler. Onlar iman hakikatlarına
aklen, fikren ve kalben yaklaşırlar. Kör bir bağlılık ve taklid
uğruna bürhandan, delilden ve şahitten vazgeçmezler. Zaten, Kur’ân
âyetleri, başında ve sonunda, insanı
düşünmeye, aklını kullanmaya, akıl ve kalbine danışmaya çağırır.
Müslüman
bilim adamları bilimcilik rahiplerini, Firavun’un sihirbazlarını
taklid etmeyi bırakmalıdırlar.
"Allah"
deósonra onları oynadıkları bataklıklarında terket.30
Çünkü
materyalistler, Hâlık, Munazzım, Rahîm, Hakîm gibi ilahî isimlere
rastladıklarında, onları Allah’a değil, varlıkların kendilerine
atfeder veya hepten görmezden gelirler.
Allah’ın
[yalnız O’na mahsus] çok güzel isimleri vardır; o isimler ile
Allah’ı çağır. İsimleri hakkında sapanları bırak.31
Materyalist
bilim küfrün sonucudur. Ve küfür bütün çeşitleriyle dalâlet ve
yalandır. Jargon, bilimin bilgi ve kemal gibi sunulan yalanlarını
örtbas etmek için kullanılır.
Oysa,
İslâm’ın esası ve temeli hakikattır. İman hakikat ve dürüstlüktür.
Hakikat ve yalan, iman ve küfür kadar birbirinden uzaktır. O halde,
İslâmî bilim ve materyalist bilimin ortak birşeyi yoktur. Biri
semavî ve ‘dikey’dir, yani herşeyi doğrudan Yaratıcıya bağlar.
Diğeri arzî ve ‘yatay’dır, yani herşeyi bir diğer şeye, sebepleri
sonuçlara bağlar.
Meselâ
güneş üzerine detaylı araştırmalar yapılmasında yanlış birşey
yoktur. İnsan etrafındaki eşyayı tanımak ve anlamak ister. Bu
ihtiyaç insan hakikatı araştırıp bulsun diye verilmiştir. Vahyi
izlesin izlemesin, her insan güneşin ne olduğunu bilmek ister. Onun
hakkında bilgi toplamaya meyleder. Bu noktaya kadar problem yoktur.
Problem bilgi toplamaya niyetlenildiğinde başlar: Niçin bilgi
topluyorum? Onu nasıl kullanacağım? Eğer araştırmacının niyeti Sanii
tanımak değilse, buna göre bir araştırma metodu geliştirecektir.
Saniini bulmasına asla yol açmayacak türde sorular soracaktır.
Meselâ, şunları soracaktır: Güneşin dünyadan uzaklığı ne kadardır?
Büyüklüğü ne kadar? Sıcaklığı ne kadar? İçinde nasıl enerji
üretiliyor?... vs.
Cevapları edindikçe, meselâ şuna hükmedecektir: "Güneş,
çekirdeğinde, hidrojeni helyuma dönüştürerek enerji üretir."32
Böylece güneş bir put haline getirilir. Çünkü, bırakın devâsâ bir enerjiyi, tek bir atomu
hâsıl edebilmek için, güneşin tüm kozmosu da husule getirmeye kâdir
olması gerekir. Sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olması gerekir.
Kör, fani, mümkin ve cahil güneş için bu kadarı kesinlikle fazla! Bu
makalede ‘materyalist bilim’ diye adlandırmakta olduğumuz şey, işte
bu ‘bilim’dir. Materyalist bilim adamlarının sorduğu, görünürde
masum ve ‘objektif’ sorular, nasıl da saçmasapan sonuçlar, efsaneler
ve hurafeler doğuruyor! Dolayısıyla materyalistler, herşeyi, her
sebebi, sonuçları ona atfederek ilahlaştırıyorlar.
O [iddia
ettikleri] ilahlar kendilerinden kayboldular. İşte sapmalarının ve
yalan uydurmalarının sonucu bu oldu.33
İslâmî
bilime gelince, o yaratılışın hakikatını ve gerçekliğini bulmak
niyetiyle bilgi toplar. Araştırma metodunu buna göre geliştirir.
Sebepler perdesini kaldırmak ve onun ardındaki gerçekliği göstermek
için sorular sorar. İlk olarak hayatî önem taşıyan enerji, ısı ve
ışığın güneşten geliyor olduğunu görür. Onlarda saklı sonsuz
faydalara bakar ve sorar: "Şu cansız güneş bu faydalı enerjiyi
üretecek ilim ve kudretin sahibi olur mu? Şuursuz güneş insana ve
yeryüzündeki tüm canlılara nasıl acıyıp şefkat edebilir?" vs...
Sonra, meselâ hidrojenin helyuma füzyonunu keşfeder ve sorar:
"Hidrojen denilen basit ve kör element hayatî enerjiyi temin etmek
için helyuma dönüşecek ilim ve kudrete sahip midir?" vs. ... Sonra şuna hükmeder: Güneş o kadar
faydalı sonuçları ve böylesine ihatalı maksatları gütmek için
gerekli hiçbir niteliğe sahip değildir. Kadîr-i Mutlak ve Hakîm-i Mutlak olan, irade ve
tercihe malik bulunan Birinden başka hiçbir şey herhangi bir şeyi ne
yaratabilir, ne onu bir amaç sahibi kılabilir, ne de ona müdahale
edebilir. Ve gördüğümüz gibi, bütün şeyler, ógüneş, hidrojen ve
helyum...ócansız, şuursuz, hedefsizdir. O
halde onlar bir Kadîr-i Mutlak’ın emrine
tâbi birer kul olmalıdır. Onlar güneşi ve yoldaşı olan gezegenleri
ve sair yıldızları yaratacak, kusursuz bir hikmetle onları göğe
yerleştirecek sonsuz kudret sahibi Birinin; ayrıca, tüm canlıları ve
onların ihtiyaçlarını bilen Birinin itaatkâr kulları olmalıdırlar.
Güneşin Yaratıcısı ve Mukaddiri herşeyi bilir ve herşey üstünde
kontrol sahibidir. Onun lütuf ve rahmeti tüm eşyayı kuşatır.
Bu
yüzden, Müslüman bilim adamlarının vazifesi bilimsel malumatı ve
felsefenin ‘bilgi’sini yakmak ve nurlandırmaktır, tâ ki bu çarpıtılmış bilimsel ‘bilgi’ gerçek
bilgi, marifetullah haline gelebilsin. Diğer bir deyişle, Kur’ân’dan
aldığımız dersle, bilimsel bilgiyi faydalı ve aydınlatıcı yapmanın
yolunu ortaya koymak zorundayız. Çünkü,
bütün bilimlerin ve marifetlerin en büyüğü, Allah’a imandır ve ondan
kaynaklanan kudsî marifet-i ilahiyedir.
Muhakkak
ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.34
Bilimcilikten
vazgeçmek zorundayız. Çünkü bilimcilik yalnızca sihirbazlık ve büyü
öğretiyor. Bize ipleri nasıl canlı gibi göstereceğimizi; cansız ve
çarpıtılmış olguları ve hakikatten uzak bilgileri, pragmatizm ve jargon büyüsüyle nasıl hayattar,
manidar ve gerçek bilgi gibi tanıtabileceğimizi öğretiyor.
Oysa
Kur’ânî metod, herşeyden âb-ı hayatóyani
Allah’a iman ve marifetullahóçıkaran nuranî bir asâyı andırır. Bize
her yaratılmış mevcudda nasıl Allah’ın isimlerine bakan ve Allah’ın
varlığını ve birliğini tanıyıp bilmemizi sağlayan bir pencere
açılacağını öğretir. Musa aleyhisselâm asasıyla vurduğu bir taştan
oniki pınarın zuhuruna vesile oldu ve hiç müşkilat çekmeksizin,
onunla birlikte olanları susuzluktan kurtardı.
Ve
[hatırla ki] bir vakit Musa kendi kavmi için su istedi. Biz "Asânla taşa vur" dedik. [Taşa vurunca] ondan on
iki çeşme fışkırdı. Her bir toplum kendi kaynaklarını öğrendi.35
Kur’ân’ın
metodu da, bir Kur’ânî asa olarak, her bir insana, düzeyi ve
anlayışı nisbetinde içeceği hayat suyunu, yani imanı tedarik eder.
Her birine kaynağını gösterir ve küfür susuzluğundan onu kurtarır.
MATERYALİST
BİLİM OBJEKTİF DEĞİL, ÖNYARGILIDIR
Materyalist
bilim mevcudata kendileri namına ve dünyevî faydaları hesabına
bakar. Asla Sani’lerinden söz etmez, hatta O’nu ima bile etmez.
Meselâ, yağmurdan söz ederken, şöyle der:
"Suyun
sıvı veya katı halde bulutlardan ‘düşmesi’ne yağış denilir. Yüksek
bir hava tabakasında bulunan su buharları ‘soğuyup yoğunlaştığı’nda,
bir su damlacıkları bulutu ‘oluşur.’ Bu damlacıkların çapı ancak bir
milimetrekareden bile çok az yer kaplar. Bulut damlacıkları küçük
hava akımları tarafından ‘yukarıda tutulacak’ kadar küçük
olduğundan, bulutlar hemen yağışa dönüşmezler. Bir bulut damlacığı
ile bir yağmur damlası arasındaki tek fark onun ‘düşmemesi’ni ve
yağmur damlacığının ‘düşmesi’ni sağlayan hacimleridir... Bir bulut
damlacığının düşmek için yeterli ağırlığa ulaşabilmesi için,
irileşmesi gerekir. Bulut damlacıklarındaki yoğunlaşma, 0,02
milimetrekareye ‘ulaşıldığı’nda ‘yavaşlar.’ Ortalama bir yağmur
damlası ise 2 milimetrekare civarındadır; yani bir bulut
damlacığından yüz kat daha büyüktür. Yere ulaşan yağışın biçimi
(çiseleme, yağmur, kar, sulu sepken veya dolu) bulutun tipine ve
bulutun altındaki havanın derecesine bağlıdır. ..."36
Materyalist
bilim cansız ve şuursuz bir sıvıyı, yani suyu çok marifetli işleri
başaran çok zeki ve güçlü bir madde olarak tarif eder. Suya tüm
yaratılış kanunlarını bilmeye yeterli bir zeka atfeder: Su kendi
kendini buharlaştırır ve yoğunlaştırır, damlacıkların hacmini ölçer,
düşer vs.; ve bütün bu görevleri ifa
etmesine yetecek bir kudret atfeder, hava akımlarını ve rüzgarları
emri altına almak, bulutlar oluşturmak, vs.
Materyalist
bilim suyun ne olduğunu açıklamaz. Onun yerine suyun birçok mucizevî
işleri esrarengiz biçimde ‘başaran’ acayip bir madde olduğunu
öğretir. Talebelere dehşetli bir korkudan ve ürkütücü bir meraktan
başka hiçbir bilgi vermez. Gerçekte, böylesi bir ilim, şuur ve
kudreti; basit, kör, âciz ve amaçsız, bazen
de sel haline gelince herşeyi mahveden suya atfetmek çılgınca bir
hurafedir. Materyalistlerin akıldan ne denli sapmış bir ‘bilim ve
akıl erbabı’ olduklarını buradan anlayabilirsiniz; akıldan ne kadar
da uzaktalar!
Sık sık,
materyalist bilim, bir sapma ve hususî bir mesele olduğunu iddia
ettikleri Allah’a imana zıt olarak, objektif diye tarif edilir.
Oysa, asıl sapanlar materyalistlerdir.
Herşeyin, Saniin varlığına ve birliğine işaret ettiğini kabul etmek
istemezler. Kudret ve ilim gibi mutlak sıfatlara sahip olan birinin
varlığını kabul etmenin bir hurafe, çizgisinden sapmış bir spekülasyon olduğuna inanırlar. Fakat, öne sürdükleri alternatifin herşeyin bu
mutlak vasıflara malik olduğunu ima ettiğini; yani herşeyi bir ilaha
dönüştürdüğünü de anlamazlar. Mutlak kudret sahibi tek bir
Yaratıcının varlığını tasdik etmekten kaçarakókabul etsinler,
etmesinleró, mutlak anlamda kabul edilemez bir hurafe olan sonsuz
tanrıları ve idolleri kabul etmeye mecbur
kalırlar.
İşte,
yaratan ile yaratmayan bir olur mu? Neden düşünmüyorsunuz?37
Allah’tan
başka çağırdıkları mabudları hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların
kendileri yaratılıyorlar. Onlar ölüdürler, diri değiller. Ne zaman
dirileceklerini de bilmezler. Mabudunuz tek bir ilahtır. Fakat
ikinci dirilişe inanmayanların kalbleri [bu hakikatı] kabul etmez.
Çünkü onlar büyüklük taslıyorlar.38
İSLÂMÎ
BİLİM ‘KÂİNAT KİTABI’NI OKUR
İslâmî
bilim meselâ yağmur hakkında nasıl konuşacaktır? İlk olarak,
Müslüman bilim adamının hedefi Kâinat Kitabını nasıl okuyacağını
öğrenmektir.
Yaratan
Rabbinin adıyla oku!39
O,
kâinat kitabında bir sayfa olan yağmuru ilahî sıfat ve isimleri
tanıttırmak için ele alacaktır. İslâmî bilim, tıpkı Kur’ân gibi,
mevcudatı kendileri için değil, Yaratıcılarını keşfetmek için
çalışmalıd ır.40 İslâmî bilimin vazifesi,
Hiçbir
canlı yoktur ki, Allah onu perçeminden tutmuş olmasın [yani, O, onun
üzerinde tam bir kontrol sahibi, ve o O’na
tamamen bağımlı olmasın].41
âyetinin
belirttiği üzere, herşeyin ‘dikey bir biçimde’ Saniine bağlı
olduğunu ve her bir şeyin diğer tüm şeylerle bu dikey bağ
vasıtasıyla ilişkili olduğunu göstermektir. O eşyanın ‘yatay
biçimde,’ yani sebep-sonuç ilişkisiyle birbirine bağımlı olmadığını
gösterecektir. Müslüman bilim adamlarının görevi kozmosta hüküm
süren nihayetsiz düzen, kudret, ilim, rahmet vs.ye işaret etmek;
kâinatta kanunlar biçiminde görünen bu şeyleri göstermek ve sonra bu
kudret, ilim ve rahmet kanunlarını formüle etmektir. Bu ilahî
kanunlar ‘dikey’dir; nedensel değildir. Gerçekte, bu kanunları,
ancak eğer illiyetin bir yanılsama, bir mit olduğunu idrak edersek
anlayabiliriz.
Bütün bu
çalışmaların nihaî hedefi imansız olanı imana getirmek, imanı zayıf
olanların imanını güçlendirmek ve imanı taklidî olanların imanını
tahkikî kılmak olacaktır. İslâmî bilim
imanı tahkikî olanlara bile fayda
sağlayacaktır. Onların,óbütün gerçek
kemalin temeli ve vasıtası olanómarifetullahta mertebe katetmesine
yol açacaktır. Ve bu gerçekten çok kudsî bir hedeftir.
BİLİMİN
İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİNE DAİR BİR ÖRNEK ÇALIŞMASI: YAĞMUR
Öğrenciler
sık sık sınıfta yapılacak şeyi dersten önce hazırlama ihtiyacı
duyarlar. Öyleyse, bu dersten önce, siz öğrencilerinize suyun
işlevlerini ve faydalarını sorabilirsiniz; tâ ki, onlar sınıfa geldiğinde
önceden-şekillenmiş bazı kanaatleri olsun.
Bir
sınıf olarak şunları tartışın:
óEğer su
olmasaydı yeryüzünde hayat olur muydu? Neden olmasın?
óSuyu ne
için kullanırız? (İçme, yemek pişirme, yıkama, temizleme, sulama,
yüzme, endüstride, vs.)
óYağmurdan
ne haber? (O, göklere ‘çıkan’ ve tekrar yere ‘inen’, böylece bize
devamlı taze su ‘sağlayan’ bir sudur).
óBütün
bunlar nasıl mümkün oluyor?
óSu
bütün bu işlevleri nasıl yerine getirebilir?
óNasıl
bize hayat için gerekli olan taze ve temiz suyu temin etmek için
buharlaşıp bulutlara çıkar?
óSu
canlılara acıyabilir mi?
óSuyun
bütün bunları yapacak bir ilim ve kudrete sahip olduğunu düşünüyor
musunuz?
óSu
kendilerine göre değişime uğradığı bütün bu kanunları ve düzeni
biliyor mu?
óGirdiği
bütün bedenleri ve cisimleri tanıyor mu?
óSu
onlar üstünde bir otorite sahibi midir? Gerçekten su belli bir
pozisyonu üstlenir ve bütün canlılarda usta bir şekilde işgörür.
Suyun onlara acıdığını düşünüyor musunuz? Çünkü onun yardımı olmazsa
hepimiz mahvolur ve ölürüz. Bu mümkün müdür? Su bu niteliklerin
herhangi birine sahip midir? Gücü var mı? Bilgisi var mı?
Öğrencilerden bir bardağa biraz su doldurmalarını isteyin. Sonra
onlara sorun: Onun iradesi var mı? Akışının yönünü değiştirebilir
mi? Şefkati ve merhameti mi var?
Hayır,
su basit bir maddedir. Hayatsız, amaçsız ve şuursuzdur. Açıkçası,
hiçbir iradesi, ilmi, kudreti yoktur. O halde ancak sonsuz bir
yaratma kudretine, ve herşeyi kuşatan bir
ilme ve tüm kâinatı onunla idare edeceği mutlak bir iradeye sahip
olan Birinin izni ve otoritesi altında işgörebilir. Su bütün bu
özelliklere malik olan ve bizim Allah dediğimiz Birinin hizmetinde
olmalıdır.
Bu
merhalede öğrencilerden su hakkında daha fazla düşünmeleri
istenebilir. Su faydalıdır. Ona ihtiyacımız var. Doğru. Fakat hepsi
bu mu? Biz denizi seyretmekten hoşlanırız. Yağmurda yürümeyi
severiz. Su güzeldir de. Yalnızca temizlik için banyo yapmayız,
yıkanmak hoşumuza da gider. Yani; bizim suyla ilişkimiz yalnızca
onun yararlarına dayalı değildir. Suyu severiz ve dahası, onu
sevecek ve onun için şükredecek bir kapasite bize verilmiş. Siz hiç
suyla oynayan bir bebeği seyrettiniz mi? Mutlu, halinden memnun ve
de şükür halinde değil midir?
Bütün
sınıfı yağmurlu bir günde dışarı çıkarıp yağmur hakkında konuşmak
ilginç bir alıştırma olacaktır. Öğrencilere zarif ve pırıl pırıl
yağmur damlalarına bakmalarını söyleyebilirsiniz. Bu güzelliği, bu
zerafeti hangi sebep açıklayabilir? Görünürde yağmuru sonuç veren
sebebin bizi, hayvanları ve bitkileri düşünmekten; bizim için
merhamet duymaktan ne kadar da uzak olduğu açık değil midir? Bu
cansız, hayatsız damlalar bizim hakkımızda hiçbir bilgi sahibi
değildirler. Yardımımıza koşuyorlarsa, bu bize acıdıklarından dolayı
değildir. Onlar emir almaksızın düşmezler. Yağmuru onun için bu
kadar hasret duyanların imdadına çağıran Rahîm ve Kerîm bir Rabbin emrindedirler. Yani yağmur
atmosferden kendiliğinden düşmez. Bizi ve bütün canlıları yaratan ve
ihtiyaçlarımızı temin ve tekellüf eden Rahman ve Rahîm bir
Yaratıcının hikmetiyle bizim ve tüm canlıların hizmetine
gönderilirler.
Görmedin
mi? Allah gökten su indirdi. Yeryüzü onunla yemyeşil oluyor.
Muhakkak ki Allah Latîftir, Habîrdir.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O’nundur. İşte
böyle olan o Allah hiçbir şeye muhtaç değildir (Azîz) ve bütün hamdler O’nundur (Hamîd).42
Yağmur
damlalarının her yerde bütün faydaları ve sevimlilikleri ile
birlikte aynı zamanda ve tam bir ihatalı fiille düşmesi mutlak
hikmet, hayat, kerem, rahmet ve güzelliğin bir göstergesidir. Bu
olaylarda mutlak hakikatlerin kanunlarının ucunu görebiliriz.
Meselâ, bir ilahî hikmet kanununun, bir ilahî güzellik kanununun
ucunu görebiliriz. Ve yağmurun bu ilahî kanunlara göre
gönderildiğine hükmederiz.
Yağmur
damlaları gizli bir rahmet hazinesinden gönderilirler.
Rüzgârları
rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen O’dur.43
Gerçekten,
su damlaları içerisinde dercedilen o kadar çok rahmet eserleri ve
faydalar vardır ki, sanki rahmet yağmur taneleri olarak tecessüm
etmiştir. deta hayat suyu mahiyetindeki yağmur taneleri, yeryüzünde
ona o kadar muhtaç ve arzulu olan canlıların emzirilmesi için
bulutlardan sağılır.
Allah’ın
nimetlerini sayarsanız, bitiremezsiniz.44
Sınıfa
geri dönüp, ihtiyaç duyulduğu takdirde, ama bir şartla yağmur
hakkında daha fazla ‘bilgi’ verebilirsiniz. O şart da şudur: Hiçbir
sebebin ona atfedilen sonucu hasıl etme
kabiliyetinde olmadığını göstermek zorundasınız. Çünkü en büyük bir
sebep en adi bir sonuç için yeterli kudrete malik değildir. Bu
demektir ki, sebepler yalnızca bir perdedirler ve sonuçları başka
biri yapar. Gerçekten, sonuçlar sebeplere bağlanmışlardır, çünkü
ilahî irade ve hikmet onların öyle olmasını gerektirir, tâ ki Allah’ın isimleri görülebilsin ve insanlar
şükredebilsinler.45 O herşeyi bir sebebe bağlayan Yaratıcıdır.
Yağmur örneğini alın: Bu rahmet mucizesi için hangi sebep
gösterilebilir? Basit, şuursuz ve hayatsız bir
bileşik olan su molekülü mü, oksijen ve hidrojen mi? Hayır.
Bu rahmet mucizesi ancak, Kendini tanıtmak, sevdirmek ve
ibadet ettirmek isteyen rahmeti sonsuz bir Yaratıcının işi olabilir.
Allah
herşeyin yaratanıdır.46
Buharlaşma
ve yoğunlaşma: Sâni-i Hakîm, sıvı su moleküllerinin etrafa hareket
etmelerini ve her biri diğerine gevşek biçimde bağlı şekilde
olmalarını sağlar. Hikmetiyle, bu hareketi yaratır ve onları tüm
mevcutlarda düzenli bir biçimde istihdam eder; böylece Rahîm, Muîn ve Kadîr isimlerini gösterir.
Aynı
zamanda su moleküllerine, ilahî bir rahmet kanununa göre, onun ile, ihsanda bulunur (buharlaşma en görünür bir
rahmet mucizesi olan yağmurun oluşumu sürecinde ilk adımdır), su
molekülleri çok hızlı hareket ettirilip suyun yüzeyine
yakınlaştırıldığında, onların havadaki diğer gaz moleküllerine
iştirak etmek için sıvıdan özgür bırakılmalarına vesile olunur:
Rahîm Yaratıcının su moleküllerinin buharlaşmasına nasıl sebep
olduğunun izahı budur.
O, su
buharı moleküllerini tüm istikametlerde hızlandırır. Onların az bir
kısmını da sıvıya geri daldırır. Bazı su moleküllerinin
ayrılmalarına sebep olur, ve diğerleri
ilahî bir denge ve mizan kanununa göre sıvıya iştirak ettirilir.
Sani su moleküllerinin ayrılanlardan daha fazlasını birleştirerek
yoğunlaşmalarına sebep olur. Rahman-ı Rezzak su buharı moleküllerini
ilahî bir rahmet kanununa göre havada damlacıkları teşkil etmek
üzere birbiriyle şiddetle çarpıştırıp yapıştırarak suyun
yoğunlaşmasına sebep olur.
Rahmet
süreci: Her gün dünya suyunun milyonlarca tonu, bir ilahî rahmet
kanunu sayesinde bu süreçle su buharına dönüştürülür. Rahman-ı
Rezzak okyanuslardan, göllerden, nehirlerden ve hatta topraktan suyu
havada buharlaştırır. Su buharının daha küçük bir miktarı
bitkilerden ve hayvanlardan üretilir.
Sani-i
Hakîm su buharını ihtiva eden havayı atmosfer aracılığıyla
kaldırarak soğumasına sebep olur. Sonra su buharını bulutların
içerisinde yoğunlaştırır, yani su buharı moleküllerini ilahî bir
hikmet kanununa göre su damlacıkları bulutunu oluşturmak üzere
birbirine katar.
Görmedin
mi? Allah bulut sevkeder, sonra onu birleştirir, sonra onu üstüste
yığar, içinden yağmur çıktığını görürsün.47
Kâfi
miktarda bulut damlacığı birleştirildiğinde, yani bulut damlacıkları
yeterince ağırlaştırıldığında, ilahî bir inayet kanunu sayesinde,
onların büyük objeleri birbiriyle çarpıştırıp birleştirebilen
kasırgalı rüzgârların (tufanların) bile dengelerini ve düzenlerini
bozmadığı öylesi bir mizan ve intizamla tekrar yere düşmelerine
sebep olunur;
...İçinde
elem verici bir azap olan bir fırtınadır. Rabbinin emriyle herşeyi
yıkar.48
damlalar yere
şiddetle çarpmazlar veya zarar verici su kütleleri haline gelecek
bir şekilde birleştirilmezler. Yani, damlacıklar bir mizan ve denge
(tevzin ve tanzim) kanununa, ve bir rahmet
kanununa göre oluşturulurlar. Gerçekten yağmur damlaları ancak
Rahman ve Rahîm olan bir Rezzak’ın eseri olabilirler. Onlar,
canlıların yardımına koşturuldukça, açıkça gösterirler ki, Rahman,
Rahîm, dil ve Kerîm bir Rezzak’ın
hizmetindedirler.
Çünkü
Rahman ve dil olan Yaratıcı, yağışla (yağmur, kar, vs.) bir bütün
olarak yeryüzüne, buharlaşmasına sebep olduğu miktarın aynısı kadar
su gönderir. Yani, O’nun vasıtasıyla yeryüzünden suyun
buharlaşmasına, bulutlar içerisinde yoğunlaşmasına, yağış olarak
düşmesine ve sonra tekrar buharlaşmasına sebep olduğu ilahî kanun,
bir denge ve düzenlilik kanunudur.49
Rabb-ı
Rahîm bize buharlaşma süreci sayesinde saf temiz su temin eder. Suyu
bir ilahî saflaştırma ve temizlik kanuna ve bir ilahî rahmet
kanununa göre buharlaştırır.
Biz
gökten tertemiz su indirdik.50
Su
sürekli bir biçimde bir ilahî rahmet kanununa, bir ilahî rezzakiyet
kanununa,
Allah...
size rızık olarak meyveleri çıkarmak için
gökten su indirendir.51
göre yerden
buharlaştırılır.52
Biz her
canlıyı sudan yaptık.53
Su
buharlaştırıldıkça, bir tasaffi kanununa göre katışıklarından
ayrılır. Tuzlu su buharlaştırıldığında, su geride kalır. Bu tasaffi
kanununa göre, yalnızca saf su su buharı olarak havaya çıkarılır.
Bir nehirdeki kirlenmiş su için de aynısı vuku bulur. Taze su
buharlaştırılır ve kirleticilerin çoğu arta kalan sıvı haldeki suda
kalır.
Sonuç
olarak, görüyoruz ki, hidrojen ve oksijen adında iki basit
elementten terekküp eden suya bilinçli bir şekilde ve kâinatın
düzeniyle uyum içinde işgördürülür. Görüyoruz ki, su, hakîmane ve rahîmane bir şekilde yeryüzünün yüzey
sıcaklığını kontrol etme, ihtiyaç duyulan yere yardım ihsanını
hızlandırma, yeryüzü sakinlerini hayat için o kadar hayatî olan taze
su ve gıdayla donatma gibi sayısız maksatlı görevlerde çalıştırılır.
Bu cansız, hayatsız ve şuursuz sudan çıkan, kerem ve rahmetin bütün
bu hikmetli, rahîmane ve sanatlı vazifeleri ve fiiller bu mübarek
suyun,54 bu yorulmak bilmez kulun kendi kendine işgörmediğini; fakat
bir Kadîr-i Alîmin, bir Hakîm-i Kerîmin,
bir Rabb-i Rahman-ı Rahîmin emri dairesinde işgördüğünü açıkça
gösterir. Yani, sonuçların hedefleri ve faydaları cahil ve cansız
sebeplere atfedilemez, ve onlar bunları şu
âyetle uyum içerisinde Müsebbibü’l-Esbaba havale ederler:
Bütün
işler O’na döndürülür.55
Bu
yüzden cansızlık ve cehalet içerisindeki bu hayat ve şuurluluk, zaaf
ve acz içerisindeki bu kudret, óher biri icra edilmiş vazife içindeó
mutlak kudret ve ilim sahibi olan, Hayy, Kerîm, Rahman, Rahîm, Munazzım, Kuddüs, Adil ve
Rabb olan Birinin vücub-u vücuduna ve vahdetine pencereler açar.
İşte
Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka mabud yoktur. O herşeyin
yaratanıdır: artık sadece O’na ibadet edin. O herşeyi koruyup
kuşatandır.56
Bu
sonucu kabul etmeyen, tüm isimleriyle Allah’ın varlığını ve
birliğini tasdik etmeyen, O’nun azameti önünde secde etmeyen, O’na
şükretmeyen, O’na hamdetmeyen ve O’na ibadet etmeyen her kim ise,
Eğer
onlara "Gökten su indirip de ölümünden sonra yeri o su ile dirilten
kimdir?" diye sorarsan, elbette "Allah" diyecekler? De ki: "Öyleyse
bütün kemalat ve hamd, Allah’a mahsustur."57
suyun her
molekülünde, hatta her partikülde sonsuz bir güç ve kudret, sınırsız
bir hikmet ve maharet, ve diğer tüm varlıkları görüp bilme ve idare
etme kabiliyeti olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır.
Yani,
eğer Allah’la bağ kesilirse, bütünüyle saçma olan, kâinattaki partiküller sayısınca ilahları kabul etmek
zorunlu hale gelir. Oysa onlar bilfiil Allah’ın kulları olarak kabul
edildiklerinde, bu tam anlamıyla makul ve kabul edilebilirdir.
Allah
[ortak koşanlar için] bir misal veriyor: Birçok geçimsiz kimsenin
ortaklığı altındaki bir [köle] adam ile yalnızca bir kişiye teslim
olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Bütün hamd,
mükemmellikler, övgüler, Allah’a mahsustur; fakat çokları bunu
bilmezler.58
Mütalaa:
Öğrencilerin anlayışını kontrol edip değerlendirmek için, en sonunda
bu konuya ilişkin bir mütalaa yapılabilir.
1.
Kavram haritası yapma: Bazı kutuları boş bırakabilir ve öğrencilere
ya kaçan terimleri doldurmalarını veya kendi haritalarını
oluşturmalarını sorabilirsiniz.
1.
Tamamlanmış bir kavram haritası örneği:
Yağmur
Faydalar
Yağmur
herşeyi biliyor ve yapabiliyor Yağmur: Kul ve hizmetkar
Bu
mümkün mü O halde O şuna göre işliyor
Hayır.
Yağmur şuursuz ve cansızdır Hakikatlerin ilahî kanunları
yani yağmur
bu
hakikatlerin sahibinin memur bir abdidir
2.
Yorumla ve uygula: Suyun "En güzel isimler O’nundur" âyetinin
anlamını nasıl gösterdiğini açıklayın (bkz. Kur’ân, 20:8; 50:24). Cevabınızı destekleyecek bir örnek
verin.
3. Bilim
içinde yazma: Colorado nehrinden tarlalara suyu akıtırken, ("Allah gökten bir su indirir. Vadiler kendi
miktarınca sel olup akar."59), onun dörtte
üçünü buharlaştırır. Suyun geri kalanı tekrar kullanıldığı nehre
döndürülür. Bir süre sonra, yeniden kullanılmış suyla toprak
sulamada tuz takviye edilir. Bu tuz takviyesinin nasıl ortaya
çıktığının bir açıklamasını yazın. Açıklamanızda aşağıdaki terimleri
kullanın: rahmet kanunu, tasaffi kanunu ve buharlaşma.
4.
Eleştirel düşünme: Aşağıdaki yazıyı okuyun ve soruları cevaplayın.
"Varlıklar
bileşenlerine girdiklerinde, Sanilerini her bileşende farklı bir
şekilde ilan ederler. Adım adım en büyük bileşene kadar, ilişkileri,
fonksiyonları ve görevleri aracılığıyla, Sani-i Hakîmlerinin vücub-u vücuduna, ihtiyar ve
iradesine şahitlik ederler. Çünkü bütün bileşenlerde bir şeye o
vaziyeti veren biri, tüm bileşenlerin Yaratıcısı olmalıdır. Yani,
sanki tek bir şey O’na çok yollarla şahitlik eder. Ve öyleyse, imkân
bakış açısından, Vâcibü’l-Vücud’un varlığının sayısız şahidi vardır;
yalnız kâinattaki varlıklar sayısınca değil, fakat varlıkların
nitelikleri ve onların oluşturduğu bileşenler sayısınca..."
óMetin
her varlığın kendi bileşenleri sayısınca Allah’ın varlığına şahitlik
ettiğini söylüyor. Bu ne demektir? Su örneğini kullanın.
óBirşeyin
Yaratıcısının nasıl tüm bileşenlerin Yaratıcı olması gerektiğini
açıklayın.
óSuyun
Saniinin bitkilerin ve canlıların Sanii olduğunun nasıl
gösterilebileceğini düşünün.
SONUÇ
Herşeyin
hakikati ilahî isimlere dayanır. Bütün bilimlerin hakikatı, sebepler
perdesi altında saklı temel hakikatler olan bu ilahî isimlere
dayalıdır. Bilimler ancak eşyanın asıl hakikatı olan esma-i hüsnayı
keşfettiklerinde kemallerini bulurlar.
Allah
gökleri ve yeri ve aralarındakileri ancak hak ile yaratmıştır.60
Meselâ,
tıp bir ilimdir. Onun hakikatı Saniin Şâfi
ismine dayanır. Tıp, dünya eczanesindeki rahmet ve şefkat
tecellilerini göstererek, Rahman ve Rahîm olan Şâf’i tanıttırır.
Böylece hakikatını bulur ve kemale erişir. Kur’ân, şu âyetle bu hakikata işaret eder:
Ve Allah
dem’e isimlerin hepsini öğretti..61
Gerçekten,
ilahî isimlerin öğretimi insanı Allah’ın yeryüzündeki halifesi
kılar.
İslâmî
bilim insana kâinat kitabını ilahî isimleri keşfetmek için nasıl
okuyacağını gösterir. İnsana hakikatı öğretir ve herşeyin
hakikatının ilahî isimlere dayandığına ve herşeyin Allah’tan
geldiğine delalet eder. Onun bu hakikatı tasdik etmesine ve Malikine
teslim etmesine öncülük eder.
Gerçekten
biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.62
Bu
yüzden insanın Allah’a bütün güzel isimleriyle dua ve niyaz etmesine
yol açar.
Ve
(yalnız) Allah’ın çok güzel isimleri vardır. O isimler ile Allah’a
dua edin.63
Bu,
Müslüman bilim adamlarının, ve esasen her
Müslümanın görevidir. Bu kudsî bir görevdir; bir nevi ibadettir.
Çünkü onları Saniine rücu ettirmek, onlar vasıtasıyla tanıdığı
Rabbinden medet istemek için elzem olan, herşeyde Allah’ın güzel
isimlerini görme çabası, ubudiyetin özüdür. Gerçekten, insana
sayısız duygu ve kabiliyetler verilmesi, bu ubudiyet görevini ifa
etmesi içindir. Bu duyguların her biri, tıpkı termometre gibi,
nesnelerin derecelerini gösteren bir tür ölçü ve mizancık
hükmündedir; mahlukat aynalarında Allah’ın
mutlak isimlerini tanıttıran bir ölçü âletidir.
Bu
makalede, suya bakarak, birçok ilahî isimden söz ettik. Bu ilahî
isimler bize bahşedilen sayısız duyguların yardımıyla
çıkarılmaktadır. Meselâ, susadığımızda su içer ve lezzet alırız.
Lezzet bize suyun ne kadar değerli bir mahluk, bir nimet olduğunu anlamamız için
verilmiştir. Suyun yaratılışında rahmet ve keremi idrak ederiz.
Susuz bir insan gördüğümüzde ona şefkat eder ve yardım etmek
isteriz. Ona suyu verdiğimizde, lezzet alır. Biz, onun lezzet
almasından da lezzet duyarız. Saniimizin bize bu duyguları O’nun
muhtaç olana su temin eden inayetini ve tedbirini takdir etmemize
vesile olmak için verdiğini anlarız. O bize suyu gönderenin Muîn, Mün’im, Rahîm ve Kerîm biri olduğunu
anlamamıza yol açar. Bu yüzden bize lezzet vererek, O’nun bize
verdiği64 duyguları ve mahlukatta, meselâ
suda gözlemlediğimiz nitelikleri O’na atfederek Kendisine bütün
güzel isimleriyle hamd ve şükür etmemizi sağlar.
O’nun
âyetlerinden biri de; yağmur müjdecisi
olsun, size rahmetinden tattırsın, gemiler O’nun emriyle yüzsün,
O’nun verdiği rızkı arayasınız ve sonuçta O’na şükredesiniz diye,
rüzgârları salıvermesidir.65
Gerçekten,
bu duygular insana kâinatta hüküm süren ilahî isimleri keşfetmesi ve
onların tümünü Yaratıcıya has kılması ve "Mülk onundur,66 ve bütün
hamdler O’na mahsustur,67 hükm O’nundur ve O’na döneceksiniz68"
diyebilmesi için verilmiştir.
Bu
şekilde insan ubudiyete erişir. En yüce mertebelere, ‘ahsen-i
takvîm’e69 çıkar.
Kısacası,
Allah’a ibadet sonucunu getirmeyen hiçbir bilim İslâmî değildir.
İslâmî bilim, insana, kendisine verilmiş duygu ve kabiliyetleri
kâinatta cilveleri görülen ilahî isimleri keşfetmek, Allah’ı tanımak
ve O’na hamd etmek için nasıl kullanacağını bildirir ve gösterir.
Ona emaneti nasıl Sahibine tevdi edeceğini öğretir. Bu rücu’dur.
Rücu görevi ifa edildiğinde, insan Allah’ın kullarına dahil olur.
Sen
Rabbinden, Rabbin de senden razı olarak O’na dön; kullarım arasına
dahil ol.70
mânâsını
berraklaştıran bir abd halini alır.
Kur’ânî
metodu kullanan İslâmî bilim kâinat hakkında elde edilen malumatı
marifetullaha ve hikmete dönüştürür. Bu şekilde, yaratılışın amacı
olan Allah’a ubudiyet görevi ifa edilir.
Ben
cinleri ve insanları ancak [Beni tanıyıp] Bana ibadet etsinler diye
yarattım.71
Böylece,
insana Allah’ın bütün hakikatların ve gerçekliklerin esası olan
isimlerinin öğretilmesi İslâmî bilimin gerçek hedefini açıkça
gösterir. O insanı bu ilim ve kemalat vasıtasıyla küllî bir ubudiyet
ve Allah’a tam bir teslimiyet makamına erişmeye teşvik ve sevk eder.
O’na
kulluk edin, O’na şükredin. En sonunda O’na döneceksiniz.72
Dipnotlar
1.
bkz. Kur’ân, 10:31-32.
2.
bkz. Kur’ân, 30:50.
3.
bkz. Kur’ân, 16:66-69.
4.
bkz. Kur’ân, 80:24-32.
5.
bkz. Kur’ân, 35: 27.
6.
bkz. Kur’ân, 19:35; 32:82; 40:68.
7.
bkz. Kur’ân, 17:44.
8.
bkz. Kur’ân, 32:7-9.
9.
bkz. Kur’ân, 16:66.
10.
Hikmet ve Kitab Kur’ân’ın birçok âyetinde
birlikte zikredilir. bkz. Kur’ân, 2:129;
2:151; 2:231; 3:48; 3:164; 4:54; 4:113; 5:110 ve 62:2.
11.
bkz. Kur’ân, 62:1.
12.
bkz. Kur’ân, 7:185.
13.
bkz. Kur’ân, 50:6.
14.
bkz. Kur’ân, 81:1.
15.
bkz. Kur’ân, 82:1.
16.
bkz. Kur’ân, 84:1.
17.
bkz. Kur’ân, 39:68.
18.
bkz. Kur’ân, 57:4.
19.
bkz. Kur’ân, 27:93.
20.
Haman Kur’ân’da Firavun’un başsihirbazıdır.
21.
bkz. Kur’ân, 53:23. Ayrıca bkz. 7:71,
12:40.
22.
bkz. Kur’ân, 36:38.
23.
bkz. Kur’ân, 71:16.
24.
bkz. Kur’ân, 17:44.
25.
bkz. Kur’ân, 24:41-42.
26.
bkz. Kur’ân, 41:37.
27.
bkz. Kur’ân, 7:116.
28.
bkz. Kur’ân, 7:117-118. Ayrıca bkz. 26:45.
29.
bkz. Kur’ân, 53:28-29.
30.
bkz. Kur’ân, 6:91.
31.
bkz. Kur’ân, 7:180.
32. Bu
cümle bir okul kitabından alınmıştır.
33.
bkz. Kur’ân, 46:28.
34.
bkz. Kur’ân, 13:28.
35.
bkz. Kur’ân, 2:60.
36. Bu
ifadeler bir okul kitabından alınmıştır.
37.
bkz. Kur’ân, 16:17.
38.
bkz. Kur’ân, 16:20-22.
39.
bkz. Kur’ân, 96:1.
40.
Kur’ân varlıklardan âyetler olarak söz
eder.
41.
bkz. Kur’ân, 11:56.
42.
bkz. Kur’ân, 22:63-64. Ayrıca bkz. 31:10;
78:14; 80:25.
43.
bkz. Kur’ân, 25:48.
44.
bkz. Kur’ân, 16:18.
45.
Kur’ân dikkatimizi doğrudan eşyada mündemiç fayda ve maslahatlara
yöneltir. Bize sebepler aracılığıyla gönderilen rahmeti gösterir.
Sonra o rahmet karşısında şükretmeye çağırır. Meselâ "Biz o
hayvanları onlara musahhar etmişiz. Bir kısmı onların binekleridir,
bir kısmını da yiyorlar. Ve o hayvanlardan nice faydalar ve
içecekler elde ediyorlar. Hâlâ şükretmeyecekler mi?" (bkz. Kur’ân,
36:72-73). Ayrıca bkz 5:6; 5:89; 7:10; 8:26; 16:14; 16:78; 22:32;
23:78; 28:73; 30:46; 32:9; 35:12; 67:23, vd.
46.
bkz. Kur’ân, 39:62.
47.
bkz. Kur’ân, 24:43.
48.
bkz. Kur’ân, 46:24-25.
49.
Bilim rahmetin bu sürecine ‘suyun çevrimi’ adını takar ("Eğer
[hakikatı görmeyi reddedenler] gökten bir parçanın düştüğünü
görseler, yine ‘[O ancak] bir bulut kütlesidir’ derler." bkz.
Kur’ân, 52:44), böylece bu süreç içinde
açıkça görünen hikmet, denge ve düzeni perdeleyip onu bir ‘suyun
çevrimi’ne indirgerler. Bu şekilde, suyun ne yapmak, nereye ve ne
şekilde gitmek gerektiğini peşinen bildiği; hava ve rüzgâr üstünde
kudret sahibi olduğu; birçok yaratılış kanununu bildiği; ve dahası, canlılara yardım etmek ve
onlara su ve gıda temin etmek için bütün bunları yaptığı çıkarımında
bulunurlar. "Yoksa onların başka bir ilahları mı var? Allah onların
ortak koştuklarından çok yücedir" (bkz. Kur’ân, 52:43).
50.
bkz. Kur’ân, 25:48.
51.
bkz. Kur’ân, 14:32.
52.
Aslında bütün ilahî isimler tüm süreçlerde görülebilir.
53.
bkz. Kur’ân, 21:30. Ayrıca, 24:45.
54.
bkz. Kur’ân, 50:9.
55.
bkz. Kur’ân, 11:123.
56.
bkz. Kur’ân, 6:102.
57.
bkz. Kur’ân, 29:63.
58.
bkz. Kur’ân, 39:29.
59.
bkz. Kur’ân, 13:17; 39:21.
60.
bkz. Kur’ân, 30:8.
61.
bkz. Kur’ân, 2:31.
62.
bkz. Kur’ân, 2:156.
63.
bkz. Kur’ân, 7:180.
64.
bkz. Kur’ân, 23:78.
65.
bkz. Kur’ân, 30:46.
66.
bkz. Kur’ân, 39:6.
67.
bkz. Kur’ân, 28:70.
68.
bkz. Kur’ân, 2:28.
69.
bkz. Kur’ân, 95:4.
70.
bkz. Kur’ân, 89:28-29.
71.
bkz. Kur’ân, 51:56.
72.
bkz. Kur’ân, 29:17.
© 2007
karakalem.net, Yamina Bouguenaya
|