FİZİKSEL
OLGULARIN BİLİMSEL terimlerle anlaşılabileceği şeklinde yerleşik bir
kanaat vardır. Bilimin insanın gelecekteki olayları tahmin etmesini,
çevresini kontrol etmesini ya da çok çeşitli olayları açıklamasını
sağlayacak bilgiler ürettiği varsayılır. Bilimsel bilgi her nerede
kullanılıyorsa, bu iddia muhakkak tekrarlanır. Meselenin özü
şu sorunun cevabında yatar: Bilgi bilimsel sonuçlarla oluşturulabilir mi?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için bilimin mantıkî yapısını incelemek
gerekir. Buradaki problem bir doğrulama, haklı çıkarma problemidir. Belli
bir çıkarımın doğruluğu genellikle bilimsel delillerle ispatlanır, ama
bilimin kullandığı “doğrulama” metodunun doğru bir metod olup olmadığı
sorgulanmaz. Oysa, bilimsel akıl yürütmenin, yani
bilimsel doğrulama metodunun temeline ilişkin bu gibi soruların büyük
önemi vardır. Kur’ân’da
öğretilen akıl yürütme metodları bilimin yöntemlerinden kesin çizgilerle
ayrılır ve hatta onlarla çatışır. Daha da önemlisi, Kur’ânî metodların
uygulanmasının yegâne hak ilim olan marifetullaha kapı açacağına inanırız.
Ancak, bilimin başarıları ve teknolojik ürünleri, mü’minler de dahil birçok insanı, bilgiyi bilimsel bilgi ile
özdeşleştirmeye itmiştir. Birçokları, hâlâ, dinin bir “inanç” meselesi
olduğu; dinin “dogmalar”ının “inanca” dayandığı fikrindedirler. Fakat bir
“inancı” sorgulamaksızın benimsemenin temelinde delile dayalı “tasdik”
bulunmaz. Eğer din, böyle bir “inanç” meselesinden ibaret olsaydı, dini,
bir başka “inanca”tercih etmek için bir sebep olmasına gerek kalmazdı.
Kur’ânî ve
bilimsel metod arasındaki bu çatışma karşısında, dinin delile dayalı
tasdik olduğunu belirlemek gerekmektedir. Eğer dine bağlılığımız iz’ansız
taassubî bir sadakatten ibaret değilse, delile dayalı bir tasdik eylemini
içeriyorsa, vahyin ilim edinmede bilimsel metodlardan daha iyi bir vesile
olduğunu görme ve gösterme durumundayız. Burada meselemiz, vahyî hükümlerin bilimsel akıl yürütme metoduna dayanan
hükümlerden daha güvenilir olduğunu ve aslında güvenilir yegâne ilim
kaynağı olduğunu öne sürmek için sağlıklı gerekçelerimiz bulunup
bulunmadığını belirlemektir. Niçin ve
Nasıl soruları: sun'î bir ayırım Bilim
materyalizmin köşe taşını oluşturan ve tevhid inancının antitezi olan
nedensellik esasına dayanır ve herşeyi bir sebep-sonuç zinciri içinde, bir
sebebin sonucu olarak açıklamaya çalışır. Bu yüzden, eğer bilimsel
paradigmanın bize bilgi sağladığı öne sürülüyorsa, bu, mutlaka Kur’ânî
paradigma pahasına olur. Çünkü Kur’ân, sürekli,
sebebi sonuç üzerinde tesir iddia etmekten azl ve tard eder. Bu iki paradigmanın ikisi de aynı anda doğru olamaz. Hal
böyleyken, birçok insan, mü’min oldukları halde, bilimsel bilgi paradigmasını nasıl kabul edebiliyor? Bu gibi mü’minler
neden kendi bakışlarını Kur’ânî yaklaşımla belirlemiyorlar? Bunun başlıca
nedenlerinden biri, bilimin “nasıl” sorusuna, dinin ise “niçin” sorusuna
cevaplar aradığı inanışıdır. Bilim ve din, bu şekilde görünürde
uzlaştırılır; her birine ayrı bir saha ayrılır. Peki, bu nasıl mümkün olur
ve ne demeye gelir? Fiziksel
olgular bilimsel kavramlarla anlaşılabilirse de, bütün olarak kâinatın,
uzayın, zamanın ve fiziksel kanunların en başında neden varedildiğinin
ancak bir Yaratıcıya atıfta bulunarak açıklanabileceği öne sürülmektedir.
Bu düşüncenin peşinden şunlar gelir: Her olayın bir sebebi vardır. Sonsuz
bir sebepler zinciri olamayacağına göre, herşeyin bir ilk sebebi vardır.
İşte bu ilk sebep Yaratıcıdır. Gelin, bu akıl
yürütmedeki ilk adımı, yani her olayın bir sebebi olduğu varsayımını bir
inceleyelim. Buna göre, vücuda gelen, varedilen her nesne, bu yaratılmış
dünyada kendinden önce varolan bir başka şey tarafından oluşturulmaktadır.
Ancak, eşyanın birbirini yaptığını ve yarattığını kabul etmek
mantıksızdır. Böylesi bir kabullenme, kendi kendini üreten bir sebepler
zinciri gibi abes ve yanlış bir anlayışı içerir. O halde, eşi benzeri
olmayan, kendi yarattıklarının cinsinden olmayan bir Yaratıcının varolması
gerekir. Yukarıdaki
akıl yürütmenin ikinci basamağına, yani “sonsuz bir sebepler zinciri
olamaz” fikrine gelirsek, bu oldukça ayan beyan bir gerçektir. Materyalist
felsefeciler bile bunun aksini iddia edememektedir. Sonsuz bir sebep–sonuç
zinciri için neden bir açıklamaya gerek duyulsun ki? Bu düşünce herşeyin
kendi varlığını hemen yakınında bulunan başka yaratılmış sebeb(ler)e
borçlu olduğu varsayımına dayanır. Fakat bir olay, meselâ kâinatın
yaratılışı, şu veya bu yüzden bir sebeple açıklanamazsa ancak o zaman
Yaratıcıya havale edilir. Bu şekilde düşünenler bu çıkarımla tatmin
olurlar, çünkü Allah’ın Vacibü’l–Vücud (varlığı zorunlu) olduğuna ve
dolayısıyla varlığı için bir başka sebebe ihtiyacı olmadığına inanırlar.
Yaratılışı nedensellikle açıklayan fakat Allah’a inanmayanlar ise bu
düşünceyi reddediyorlar. Böylesi boşlukları Allah fikriyle doldurmaya
gerek olmadığını söylüyorlar. Onlara göre, bilim, nasılsa, er ya da geç
her olayın, her olgunun nedenini bulacaktır, açıklanamayan şeyler için bir
Yaratıcı öne sürmeye gerek yoktur. Nedensellik
fikri bir noktada, yani tek bir sebep-sonuç örneğinde bile kabul
edildikten sonra, zincirin halkaları ileriye ve geriye doğru uzar. Tüm
sebepler ve sonuçlar aynı tabiattadır ve bu yüzden şu veya bu noktada
durmak, nedensellik fikrinden vazgeçmek için bir sebep yoktur. Bu da nihaî
bir basamakta, meselâ kainatın ilk yaratılışında
bile nedensellikten vazgeçmeye gerek olmadığı anlamına gelir. Eğer bir ilk
sebep yoksa, İlk Muharrik’e de yer yoktur. Fakat, Allah’a imanı sağlıklı temellere oturmamış,
tahkike dayanmayan taklidî bir iman sahibi Allah’a imanına gerekçe
bulabilmek için bir ilk sebebin gerekliliğini iddia etmeye zorlanır.
Ancak, varlığı kabul edilse bile, ilk sebebin diğer sebeplerden ayrı bir
özelliği, ayrı bir önemi yoktur. Bu yüzden, taklidî iman, sonuçta temelsiz
bir önyargıdan ibaret kalır. Tahkikî iman ise,
O’nun varlığını, sadece sebebini göremediğimiz olaylarda değil, her
olayda, her sebep ve sonuçta, her zaman tasdik etmektedir. Olağandışı bir
şey gördüğümüzde bu bize mucize gibi gelebilir. Böylesi bir olayı
bildiğimiz, alışık olduğumuz sebeplerle açıklayamayabilir ve sebeplerle
açıklayamadığımız için onu Allah’a verebiliriz. Fakat alışık olduğumuz,
bize tanıdık gelen birşey gördüğümüzde onu sebeplerle açıklar ve onlarla
açıklayabildiğimiz için de bildiğimiz sebeplere veririz. Orada bir mucize
göremez ve dolayısıyla olayı açıklamak için Allah’ın kudretine ihtiyaç
duymayız. Halbuki, aslında, yaratılan herşey bir
mucize değil midir? Kâinatta olağan diye birşey var mı, yoksa olayların
mucizekârlığını, sebeplerin o olayı vücuda getirmede âciz kalışını, bizim alışkanlıklarımız, ülfetimiz mi
perdeliyor? O halde, her eşyada görünen güzellik ve sanatı neye vereceğiz?
Taklidî iman
sahibi, Yaratıcıya, gerçekte bir yaratılmışlık, bir mahlukiyet halini
ifade eden, İlk Sebep olsa da, nihayet bir sebeplik makamı veren İlk
Muharrik(*) adını verir. Bu inanış, Allah’ı, kâinatın başlangıcında
yaratılmış, kuvvetler ve temel kanunlar cinsinden birşey olarak görür. Bu
şekilde, kainat, değişmez kanunlarla idare edilen
bir saat, bir makine gibi, en başında kurulmuş ve öylece kendi kendine
işlemeye devam etmektedir. Bir başka akıl
yürütme biçimi de şöyledir: Tanımı gereği fiziksel dünya ile ilgilenen
bilim, birşeyi bir başka şeyle, yani nedensellikle, eksiksiz biçimde
açıklayabilir. Fakat, kâinatın ve içindekilerin
niçin bu haliyle varedildiklerini, kâinatın ve eşyanın neden varolduğunu
açıklayamaz. Fiziksel dünyadaki herşey ancak kâinat cinsinden olmayan bir
varlıkla açıklanabilir ve o varlık da Allah’tır. Buna göre, kâinat şu anda
olduğu biçimdedir, çünkü Allah böyle takdir etmiştir. Basitçe ifade
edersek; “olaylar nasıl yürüyor?” diye sorarsanız, cevabı materyalist
bilim, yani nedensellik verir; fakat “olaylar niçin böyle oluyor?”
derseniz, bu defa sözü din, yani Allah alır. Böyle bir düşünce biçimi bir
tür kısır döngüdür. Bu düşünce Allah’ın varlığının ve tüm isimlerin Onun
olduğunun gerekliliğini ispat etmez. Bu, en fazla, varolduğu kabul
edilirse, Onun iradesine bir atıfta bulunur. Oysa, burada mesele Allah’ın varlığının gerekliliğini
tahkik etmek olduğuna göre, böylesi bir inanışın kendisi kendi doğruluğunu
ispatlamakta kullanılamaz. İşte bu nedenle, din, alt tarafı bir inanç
meselesi gibi görülmektedir. Bu düşünce
biçimi, hiç sorgusuz, bilimin eşyanın nasıl varolduğunu açıkladığını kabul
etmekte ve “niçin” sorularını cevaplandırma ayrıcalığını dine
bırakmaktadır. Ancak, nasıl ve niçin soruları arasındaki bu ayırım fıtrî
değildir, sunîdir, bir yanılgıdan ibarettir. Biz de kâinatın bir parçası
olduğumuza göre, ancak “nasıl” diye sorarak kâinat hakkında bilgi
edinebilir ve öğrenebiliriz. “Nasıl” sorularına verilen cevaplar, temelde
tümevarım çıkarımları olup, giderek genişleyen fonksiyonları olan bilgiler
içerir. Yani, bu çıkarımların başlangıç önermeleri bilinirse, bunlarla
bilgimizi ek yorumlar içerecek biçimde genişletebiliriz. “Nasıl” sorusuna
indirgenmesi mümkün olmayan “niçin” sorusu ise farklı bir sorudur. “Niçin”
sorusunu cevaplandırabilmek için ya kâinatın dışına çıkıp onu oradan
inceleyebiliyor olmamız gerekir, ki bu
imkânsızdır, ya da, eğer Allah’ı biliyorsak, Onun kâinatı böyle irade
ettiğini kabul etmemiz gerekir. “Niçin” sorusu, dolayısıyla, ya bir
totolojiyi doğurur, ya da başlangıç önermeleri biliniyorsa, bizi tümden
gelen bir çıkarıma götürür ki, iki durumda da genişleyen uygulamaları olan
bir bilgi vermez. Buna göre,
“nasıl” sorusunun çözümünü bilime havale etmek, basit anlamıyla, dini
ölüme mahkûm etmek ve Allah anlayışını sadece boşlukları dolduran bir İlk
Muharrik düzeyine indirgemek demektir. Çünkü,
eğer Allah’ın varlığı ispatlanacak ve bilinecekse, bunu mutlaka Onun
yarattıkları arasından keşfettiğimiz vesilelerle başarmamız gerekir,
açıklayamadığımız şeylerle değil.(**) Din de bilim de tüme varan ve işe
yarar bilgiler üretmeyi amaçladıklarına göre, iki seçenek sözkonusudur: ya
bilim vahyi tasdik edecek ve ona tâbi olacak veya bilim vahiyle çelişki
içinde olacak ve, dolayısıyla, bunlardan sadece biri doğru, öteki ise
yanlış olacaktır. Hangisinin doğru olduğuna karar vermek için, bilimsel
metodun mantıksal yapısını inceleyelim ve bunu Kur’ân’ın metoduyla
karşılaştıralım. Pozitif
denen bilimler aslında negatiftir Bilimsel
metod, ilk önce problemin belirlendiği ve ardından gözlemlerle, deneylerle
ve ilgili verilerle bunu çözümlemeye yönelik hipotezlerin kurulduğu ya da
sınandığı bir süreçtir. Bilimsel ilkeler bu şekilde belirlenir. Genel
kanaat bu metodun tümevarımsal olduğu, yani yeni bilgiler verdiği
şeklindedir. Ancak, bir bilim felsefecisi tümevarımcılığı bilim
adamlarının meşgul olageldiği asıl işlemleri doğru temsil etmediği için
eleştirmektedir. Dediklerine göre, bilimsel bir teori bir geçici
önkabulden daha fazlasını hak etmez, çünkü prensipte her teori
çürütülebilir niteliktedir. Bir teoriye, sadece aksi ispatlanamadığı için
inanılır. Yani, bilimin gözlemci ve deneyci metodlarının hedefi doğrulama
değil, yanlışlamadır. Şimdiden
belirtmek gerek ki, burada ortaya atılan problem bir delil getirme ve
doğrulama kavramı olarak bilimsel metodu ilgilendiren bir problemdir.
Problemin mahiyetini anlamak için bir örnek verelim.
Hepimiz okulda
“güneş ışığının bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi olduğu”nu
öğrendik. Bu hipotez deneyle ispatlanabilir. Bunun için iki bitki alırız.
Birini güneş ışığına maruz bırakır, diğerini kalın bir kâğıtla örteriz.
Her iki bitkiyi de düzenli olarak sularız. Bir hafta sonra, güneş ışığı
almayan bitkinin solduğunu görürüz. Burada çıkarılan sonucun şu olduğu
söylenir bize: Bu deney güneş ışığının bitkilerin normal olarak
büyümelerini ve yeşil kalmalarını sağladığını göstermektedir. Oysa, burada gözlenen tek şey güneş ışığının olmaması
durumunda bitkilerin büyümediğidir. Ve bu, şüphesiz, güneş ışığının
bitkilerin büyümesine neden olduğunu söylemekten farklıdır. Bir bitkinin
büyümesi sayısız şarta bağlıdır. Fakat, bu
şartlardan sadece birinin eksikliği bir bitkinin büyümemesi için kâfidir.
Dolayısıyla, bu deney, yalnızca, bitkilerin güneş ışığının yokluğunda
büyümediklerini ispatlar. Ve bu çıkarımdan, mantıksal olarak, “güneş
ışığının bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi vardır” hipotezi ile
ilgili bir hüküm çıkarmak imkânsızdır. Daha derinlemesine düşünüldüğünde
böyle bir ispat yönteminin mantıksız ve abes olduğu görülür.(***)
Bu hipotezi
sınamak için, probleme pozitif olarak yaklaşmalı ve “Güneş ışığının
bitkilerin büyümesi üzerinde bir etkisi var mı?” gibi pozitif sorular
sormalıyız. Bu amaçla, güneş ışığını incelememiz ve ‘Bunun özellikleri
nelerdir?’, ‘Bitkilerin büyümesi üzerinde etkili olabilmesi için ne gibi
özellikleri olmalı?’ gibi sorular sormalıyız. Kâinatta
bitkilerin iç düzenlerinin ve yaratılış ölçülerinin bitkiden bitkiye
değiştiğini görüyoruz. Diğer taraftan, güneş ışığı bu bitkilerin hepsine
girer, her birine ayrı ayrı nüfuz edebilir. Her birinde hiç hatasız
işleyebilir. Eğer bitkilerin ayrı ayrı düzenleri, ayrı ayrı kanunları
güneş ışığınca bilinmezse, her birisinde işleyemez, işlese de böylesine
hatasız işleyemez. Ki bu durumda, görevini hiç hatasız yerine getiren
güneş ışığı, tüm bitkilerin ayrı ayrı yapılarını, ölçülerini ve
şekillerini biliyor olmalı ya da, herşeyi bilen Birinin emri ve iradesi,
altında hareket ediyor olmalıdır. Yani, güneş ışığı ya herşeyi bilen ve
herşeye kudreti yeten Birinin ilmi ve kudreti altında ve iradesine bağlı
olarak hareket ediyor olmalı ya da kendisi herşeyi biliyor ve herşeye
kudreti yetiyor olmalıdır. Çünkü, tüm bitkilerde
ve aslında tüm canlıların bünyesinde düzenli biçimde işliyor ya da
işleyebiliyor. Ancak, güneş
ışığında bu özelliklerin hiçbiri yoktur. Onun bitkilere hayat verecek ne
ilmi, ne iradesi, ne de kudreti vardır. Kör ve şuursuzdur. Bu da onun
hikmetle iş gören, Hakîm-i Mutlak ve herşeyi bilen, Alîm-i Mutlak bir Yaratıcı’nın izniyle hareket ettiğini
gösterir. Akılları
gözlerine inmiş, yani akıllarını sadece gözlerine görünür olan şeylerin
akışına göre işleten materyalistler ise, olayları nedensellik çerçevesi
içinde algılarlar. Sözgelimi, iki olay birlikte gerçekleşiyorsa, birinin
diğerine sebep olduğunu düşünürler. Ve bir Yaratıcının varlığını baştan
kabul etmeme önyargıları yüzünden, mantıksal bir temeli olmayan ve kısır
bir fikir olan nedenselliği kabul etmeye zorlanırlar ve güneş ışığının
bitkilerin büyümesinde etkili olduğunu öne sürerler. Hiçbir zaman, güneş
ışığının tüm yapıyor göründüğü şeyleri nasıl bildiğini, nasıl güç
yetirdiğini, bunu hangi sıfatları, kabiliyetleri sayesinde başardığını vs.
sormazlar. Diğer taraftan, bu iddialarını da ispatlayamazlar, çünkü
mantıksızdır. Çareyi negatif bir yaklaşımı benimsemekte bulurlar ve bu
yaklaşıma “bilimsel metod” adını verirler. Bu negatif bilimsel yaklaşımın,
Kur’ân’da bildirilen pozitif yaklaşımla karşılaştırıldığında, tamamen akıl
dışı ve abes olduğu görülür. “Alah’tan
başka koruyucular (yardımcılar ya da tesir sahipleri) edinenlerin meseli
kendine bir ev edinen örümceğin meseli gibidir: zira, evlerin en küçüğü örümcek evidir. Keşke bunu
anlayabilselerdi.”(****) Bilimsel metod
bu meseldeki örümcek evi gibidir. Bir sorgulamaya görün, hemen
dağılıverir, böylece bir vehim üzerine bina edildiği anlaşılır.
Sonuç
Bilimsel
ispatlama metodunu inceledikten sonra, bu metodun mantıkî olarak temelsiz
olduğu anlaşılır. Materyalist felsefecilerin kendi ifadeleri de, bilimsel
bilgi paradigması denen bu şeyin doğrulama değil,
yanlışlama esası üzerine bina edildiği şeklindedir. Materyalist
felsefeciler nedenselliği ispatlamanın imkânsız olduğunun farkındalar;
fakat bu iddianın aynı zamanda çürütülemez oluşuna da güveniyorlar.
Ancak, pozitif
yaklaşımı benimseyip, “Güneş ışığı bir bitkinin büyümesini etkileyebilir
mi?...” gibi sorular sorduğumuzda, nedensellik
fikri çöküverir. Bilimsel metod hiçbir şekilde nedenselliğin doğruluğunu
ispatlayamamakta ve, dolayısıyla, bu kavramsal
iddiaları temellendirememektedir. Bilimsel olarak ortaya atılmış “Güneş
ışığının bitkilerin büyümesinde etkisi vardır” gibi çıkarımlara inanmak
için hiçbir aklî gerekçe yoktur. Buradan hareketle, bilimsel, daha doğrusu
materyalist bilgi paradigmasının gerçek bilginin
temeli olamayacağı sonucuna varıyoruz. Kur’ânî paradigma ise pozitif bir yaklaşımı temel almaktadır.
Kur’ân bize eşya ve olaylar hakkında nasıl pozitif sorular soracağımızı
öğretir. Eşyanın nasıl varedildiğini anlatır. Eşyanın bizim için ne ifade
ettiğini, hangi anlamlara işaret ettiğini bildirir. Bahsetttiği herşeyden,
bize onun Yaratıcısını sıfatları ve isimleri ile tanıtmak için bahseder.
Bize yeni bir bilgi, yani marifetullah bilgisini kazandırır.
Nitekim, en küçük bir
zerre bile, halinin ve hareketinin diliyle, adetâ, “Bak! ben cahil ve aciz olduğum halde, herşeyi bilen ilim ve
herşeye hükmeden bir kudret gerektiren sayısız işler görüyorum. O halde,
benim herşeyi bilen bir Alim-i Küll-i Şey ve
herşeye gücü yeten bir Kadir-i Küll-i Şey’in emriyle hareket ettiğimi
görmüyor musun?” der. Materyalist
felsefe ve bilim eşyaya kendileri adına bakar. Bilim adamları doğrudan
gözledikleri şeyi olduğu gibi tasvir ettiklerini sanırlar. Fakat, yanılgılı ve hatalı tasvirleri ruha ürkütücü ve
korkunç bir hayret duygusundan başka bir kemalat kazandırmaz. Örneğin,
bilim güneşi gezegenlerin etrafında dolaşması için gerekli çekim gücünü
sağlayan büyük ve akışkan bir ateş kitlesi olarak tasvir eder.
Açıklamasına, güneşin ağırlığı şu kadar şu kadardır. Güneş şöyledir,
böyledir diye devam eder. Kur’ân’ın konuştuğu gibi konuşmaz:
“Görmüyor
musunuz, Allah...güneşi size bir lamba
yaptı?”(*****) “Lamba”
tabiriyle, Kur’ân, dünyayı Yaratıcının rahmet ve lütfuna işaret eden bir
misafirhane olarak tasvir eder. Buna göre, Kur’ân
bizden kâinata kendi Yaratıcısını tanımak için bakmamızı ister. Bu
durumda, gerçek bilim vahiyle el ele, onun rehberliği altında işler. Bilim
Kur’ân’ın maksatlarını inkâr etmemeli, bu maksatlara hizmet etmelidir.
Aksi takdirde, hiçbir şeyi açıklayamaz, bir bilgi üretemez. Sözgelimi,
güneşin dünyanın bir lambası olacak biçimde yaratıldığını, takdir
edildiğini kabul etmeli, ondan sonra da, bu yaratılıştaki hikmet ve rahmet
eserlerini araştırmalı ve bize güneşin Yaratıcısının ne kadar hikmetle ve
rahmetle iş gördüğünü göstermelidir. Bu şekilde, bilim insanoğlunun
kendini, içinde yaşadığı dünyayı anlaması ve,
dolayısıyla, kendi Yaratıcısını daha iyi tanıması yolunda yardımcı
olur. Notlar
(*)İlk
Muharrik ya da İlk Sebeb anlayışının Kur’ânî bir kavram olan
Müsebbibü’l–Esbab’dan tamamen ayrı olduğunu önemle belirtmek gerekir. Tüm
Sebeplerin Yaratıcısı anlamına gelen Müsebbibü’l–Esbab, her zaman, her
yerde, tüm uzay ve zamanda tüm sebeplerin sonuçlarıyla birlikte doğrudan
Onun kudretiyle yaratıldığını ima eder. (**)Nitekim
Kur’ân, bizi eşyanın, neden değil, nasıl (keyfe) vücuda geldiğine bakmaya
davet eder. Meselâ: “...Ve [hayvanların ve insanların] kemiklerine
bak—nasıl onları biribiri üstüne koyuyor ve sonra onlara et giydiriyoruz!”
(Bakınız. Kur’ân, 2:259)
“Yeryüzünde
gezin ve bakın, O nasıl [insanı] ilk defasında yarattı.” (Bakınız. Kur’ân, 29:20)
“[Öldükten
sonra dirilmeyi inkâr eden] o kişiler yağmur yüklü bulutlara hiç
bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve göğe, nasıl yükseltilmiş? Ve dağlara,
nasıl sıkıca dikilmiş? Ve yeryüzüne, nasıl yayılmış?” (Bakınız. Kur’ân, 88:17-20)
(***)
“Allah kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi hakkında İbrâhim’le tartışanı görmedin mi? İbrâhim dedi ki:
‘Benim Rabbim O’dur ki hayatı ve ölümü verir.’ [Kral]
karşılık verdi: ‘Ben de hayat ve ölüm veririm.’ İbrâhim, ‘Allah
güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir’ deyince inkârda direnen
adam şaşırıp kaldı. (Bakınız. Kur’ân, 2:258) Kral bunun
üzerine huzuruna iki mahkum getirtti. Birinin
öldürülmesini emretti, diğerinin ise canını bağışladı. Böylece, kendisinin
de hayat ve ölümü verebileceğini ispatlamak istiyordu. Şöyle akıl
yürütmüştü kral: “Eğer ikinci mahkumun
öldürülmesini emretseydim, o hayatta olmayacaktı. O halde, ona ben hayat
verdim.” Bu düşünce bilim adamlarının söylediklerine çok benzer: “Eğer
güneş ışığı olmasaydı, bitkiler solup ölecekti. O halde, güneş ışığı
bitkilere hayat verir.” Aslında
böylesi akıl yürütmeler çok yaygındır. Biz de çoğu zaman küfrü ima
ettiğini farketmeden bu şekilde düşünebiliriz. İşte kendi fiillerimizi,
eylemlerimizi de böyle sahipleniriz. Meselâ, “Eğer çiçekleri sulamasaydım,
çiçekler solup öleceklerdi. O halde çiçekleri [sulayarak] ben büyütüyorum”
diye düşünürüz. Aslında, kendimi ve fiillerimi Allah’ın yaratıyor olduğunu
(Oysa, sizi de, eylediğiniz fiilleri de Allah
yaratmıştır. Bakınız, Kur’ân, 37:96) da
farkedemezsem, Onun tüm kâinatı, içindeki her sebebi ve her sonucu ayrı
ayrı yarattığını farkedemem. Kendimi tesiri olan bir sebep olarak
görürsem, sebeplere de tesir vermek, yani nedenselliğe inanmak
zorundayımdır. Âyette sözü
edilen kral, bir anlamda, kâinatta rububiyet dava eden nefsin
temsilcisidir. O halde nefsimize ve kral-misali bilim adamlarına İbrâhim’in (as) krala söylediğini söylemeliyiz: “Allah
güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir.” Yani, “O halde, sen de
kanunları değiştir. Yaratıcının kanunlarına uymadan birşey yapabilir
misin?” (****)(Bakınız,
Kur’ân, 29:41) (*****)(Bakınız,
Kur’ân, 71:16) © 2007 karakalem.net, Yamina Bouguenaya
|