"YEZİD HAKKINDA ALLAH’TAN KORK, ALLAH hakkında
Yezid’den korkma. Allah seni Yezid’den korur, ama Yezid seni asla
Allah’tan koruyamaz. Ey Hubeyre’nin oğlu! Yaratana isyan konusunda
yaratılana itaat yoktur."
-Hasan-ı Basrî’den, Emevî sultanı Yezid b.
Abdülmelik’in valisi Ömer b. Hubeyre’ye.
Bir siyaset bilimci, siyaset biliminin felsefî
tahlilini yaptığı bir çalışmada, şu kanaati serdeder: Bilim adamları
ve diğer insanlar, metafizik inançlara ve değerlere sahip
olabilirler; ama ne bilim, ne de bilimsel bilgi metafizik inanç ve
değerler üzerine kurulabilir. Bilim adamının ortaya koyduğu çalışma,
bu inançları reddetmediği gibi, onlar üzerine kurulmuş da
olmamalıdır.1
Bilim dünyasında hâlâ daha hükmünü icra eden
pozitivist anlayışa nazaran, serdedilen bu yaklaşımın ılımlı olduğu
ve bir ‘orta yol’u temsil ettiği düşünülebilir. Fakat, Hintli
düşünür Ananda K. Coomaraswamy’nin dile getirdiği şu fikir, tam da
bu noktada, hayli manidardır. "Aslında," der Coomaraswamy, "teolojik
olmayan hiçbir bilgi yoktur."2
Bu hüküm, tüm ‘bilgi’lerin bir inanç temeli
üzerinde kurulduğunun ifadesidir. ‘Objektif bilgi’ veya ‘bilimsel
bilgi’ efsanesine hâlâ daha inananlar bu hükme elbette itiraz
edeceklerdir. Ne var ki, böylesi ‘bilimsel’ efsanelerin sarsıldığı
son onyıllarda, ortaya konulan tüm bilgilerin gerisinde insanın
varoluşu yorumlama tarzının yattığını kabul edenlerin sayısı giderek
artmaktadır. Gün geçtikçe daha bir açıklıkla vurgulanan husus şudur:
İnsan kendini nasıl tanımlıyorsa, eşyayı da ona göre tanımlıyor.
Kendi varlığını ne şekilde açıklıyorsa, eşyayı ve olayları da bu
temelde açıklıyor.
Bu konular düşünen insanların gündeminin ilk
sıralarına tırmanırken, dünün ‘fizik-metafizik’ veya ‘teoloji-bilim’
gibi ayrımlarının da sorgulanır olduğunu görüyoruz. Dün kimilerince
‘metafizik’ veya ‘teoloji’ye hasredilen ve dolayısıyla ‘görünen
âlem’in dışında tutulan yaratılış, kulluk, uluhiyet gibi
kavramların, bugünlerde yeniden hayatın merkezine ric’at ediyor. Bir
bakıma, birçok eserde, şu görünen âlemi, yani ‘şehadet âlemi’ni gayb
âlemi olmaksızın; şu âlem-i mülkü melekût âlemi olmaksızın
açıklamanın imkânsızlığı şu veya bu düzeyde dile geliyor. Melekûtu
reddeden modern dünyanın yaptığı şeyin, gerçekte, bir ‘sahte
melekût’ inşasından öteye gitmediği artık kimilerince ima,
kimilerince ihsas, kimilerince açıkça ifade ediliyor. Birçok
düşünür, ‘din’i reddeden modern dünyanın, aslında yalnızca ‘semavî’
ve ‘ilahî’ bir din yerine dünyevî ve beşerî sahte ‘din’ler icadı
olduğunu belirtiyor.
Bunu, Coomaraswamy’nin temsil ettiği
‘tradisyonalist’ okula mensup insanların söylemesi, beklenen bir
durumdur. Ne var ki, bu okulla uzaktan yakından ilgisi olmayan
insanlar bile, sözümona Allah’ı reddeden modern dünyanın, gerçekte
Allah’ı reddederken, O’nun yerine başka şeyleri ilahlaştırdığını
söylemektedir. Meselâ, yeni rasyonalist okulun önde gelen
temsilcilerinden Karl Popper, "Tanrı’ya karşı natüralist devrim,
‘Tanrı’nın yerine ‘Tabiat’ı geçirdi. Bunun dışında hemen herşey aynı
kaldı" demektedir. "Teoloji, yani Tanrıbilim yerini Doğa Bilim’e;
Tanrı yasaları yerini Doğa yasalarına; Tanrı iradesi ve gücü yerini
Doğa iradesi ve Doğal güçlere; nihayet, Tanrı düzeni ve yargısı da
yerini Doğal Ayıklama’ya bıraktı."3 Bir adım ileri giden Popper, en
önde gelen materyalist düşünürlerden Marx’ın bile, Hegel’in izinde,
bir ‘Tarih tanrısı’ icad ettiğini söyler. Edgar Morin ise,
‘Hıristiyan dünya’yı reddederek doğan ‘seküler Avrupa’nın, bu kez
bir ulus-devlet dini icad ettiğini söyler. Hatta, muharref
Hıristiyanlığın teslis akidesi bile olduğu gibi durmaktadır. Sadece
özneler değişmiştir: Baba Devlet, Ana Vatan, Oğul Ulus!4
Bir ‘fantazi’nin perde arkası
Bu makalenin konusu, münhasıran, dini reddeden
modern dünyanın nasıl bir ‘seküler din’ kurduğu değildir. Ama, hangi
konu ele alınırsa alınsın, bu genel çerçeveyi akıldan çıkarmamak
gerekmektedir. Gerçekte ‘iman’ ve ‘din’ boyutu olmayan hiçbir
düşünce yoktur. Mesele, esasen, inanıp inanmamakta değil, neye
inanıldığı hususunda düğümlenmektedir. Bu bakımdan, insanın ferdî
hayata, ekonomiye, siyasete, sosyal hayata, kısacası hayatın tüm
veçhelerine bakışı, bir inanç tercihini doğrudan içermekte; daha
doğrusu, bu tercih üzerinde temellenmektedir.
Dolayısıyla, ‘devlet ve iktidar’ konusunun tahlili
de, diğer meseleler gibi, öncelikle kişinin kendini ve içinde
yaşadığı kâinatı nasıl açıkladığı ile ilgilidir.
Konuya bu çerçeveden bakıldığında ise, yakın
tarihin sözümona ‘büyük’ olayları arasında ‘fantazi’ gibi duran bir
tavrın önemi ve ciddiyeti açıklıkla ortaya çıkmaktadır.
1922 sonlarında, ısrarlı davetler üzerine Ankara’ya
gelen Said Nursî, burada ‘anlaşılmaz’ bir tavır sergilemiştir.5
Devir, Batıya karşı yapılan Kurtuluş Savaşının henüz bittiği bir
devirdir; ve saltanatın lağvedildiği bu hengâmda, herkes yeni devlet
üzerinde tartışmaktadır. Mecliste, iki ayrı yaklaşımı sergileyen iki
grup belirmiştir. Sayıca daha az, ama daha etkili olan, başını
Mustafa Kemal’in çektiği Birinci Grubun yüzü daha Batıya dönüktür.
İkinci Grup ise İslâmî kimliğin öne çıktığı bir devlet tasavvuru
taşımaktadır. Bu iki grubun alabildiğine çekiştiği bir ortamda, Said
Nursî’nin yaptığı en önemli üç iş, açıkçası biraz ‘fantazi’ gibi
görünmektedir. O, herkes devlet öyle mi olsun, böyle mi olsun diye
tartışırken, Habbe adlı risalesinin Zeylü’z-Zeyl’ini yayınlamış;
ayrıca, çoğu mebusun namaz kılmadığını ve dünyevî bir inkılabın
zihinlerin asıl gündemini teşkil ettiğini görerek, namaza ve dinin
kudsî emirlerinin hakikatına dair iki beyanname neşretmiştir. İlave
bir olay olarak, onun bu tavrından memnun olmadığını ihsas eden
Mustafa Kemal ile yaptığı, ve teklif edilen hiçbir resmî görevi
kabul etmediği sert görüşme zikredilebilir.
Sonuç olarak, Ankara’da ancak birkaç ay kalan Said
Nursî, kendisini oradan Van’a götüren tren için, ‘Eski Said’i Yeni
Said’e götüren’ tren diyecek; ‘mühim meseleler için’ çağrıldığı
Ankara’yı, arkada namazın ve dinin kudsî emirlerinin hakikatına dair
uyarılar ve sebeb-i hikmeti anlaşılamayan bir Zeylü’z-Zeyl bırakarak
terkedecektir.
Bu risalenin içeriğine bakıldığında, o gün için
böyle bir eseri yayınlamanın hikmetini anlamak, gerçekten zordur.
Herkesin fikrini devlet üzerinde odaklaştırdığı, üstelik yeni
devletin İslâmî kimliği için mücadele edenlerin hem sayıca fazla,
hem de halk desteği bakımından daha avantajlı göründüğü bir ortamda,
bu eser tabiatçılıktan söz etmektedir. Eserde belirtildiğine göre,
insanların ağzında sayıca az, ama nitelik itibarıyla büyük üç söz
dolaşmaktadır:
Birincisi: Her şey kendi kendine teşekkül etmiştir.
İkincisi: Mûcid ve müessir esbabdır.
Üçüncüsü: Tabiat iktiza etti.
Bu üç sözden ilki, insanı hem sâni, hem de masnû
olarak görmekte; kendisi yaratılmış birşeye yaratıcılık izafe etme
gibi bir çelişkiyi içermekte; eşyanın ve insanın varoluşunu ilim,
kasd ve irade sahibi bir Yaratıcıya nisbet etmeksizin açıklamaya
çalışmaktadır. İkinci söze göre, insan sebeplerin tesiriyle vücuda
gelmiştir. Üçüncüye göre ise, mevhum tabiatın eseridir.
Sözkonusu eser, varoluşu Sâni-i Zülcelâle nisbet
etmeden açıklama iddiasındaki bu küfrî tezlerin çelişki ve
tutarsızlıklarını ortaya koyduktan sonra, ‘dördüncü cihet’i, yani
eşyayı ve insanı yaratanın Allah olduğunu isbatı hedeflemektedir.
Namaza ve dinin kudsî emirlerine dair uyarılar ise,
bu bahisle doğrudan ilgilidir. Eğer insan Allah’ın mahluku ise,
O’nun emir ve rızasına göre yaşama durumundadır. İnsan hem Müteâl
bir Yaratıcıyı kabul edip, hem de O’nun emirlerini yok sayamaz. Bu,
bir çelişkinin ifadesidir. Bu bakımdan, namaz kılmıyor olmak ya
sözkonusu hakikatı inkârdan; yahut bu hakikatın hakkını veren bir
imanî donanım edinme konusundaki zaaf veya ihmalden
kaynaklanmaktadır. Her hâlükârda, namaz, imanî şuurun sağlaması
hükmündedir. Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) bildirdiği üzere, imanın
kalbe yerleşip yerleşmediğinin işareti her gününde namaz üzere kaim
olmaktır ve Meclisinóİslâmî kimliği vurgulayan İkinci Grubun birçok
üyesi de dahil olmak üzereósergilediği tablo, kimilerinde bu şuurun
tamamen yok olduğunu, kimilerinde ise eksikliğini göstermektedir.
Said Nursî’nin her iki tavrının ardındaki bakış
açısının bu muhtevada olduğu, onun Yeni Said olarak yazdığı ilk
eserlerden biri olan Tabiat Risalesi’nin girişindeki ‘ihtar’dan da
anlaşılabilir. Bu ‘ihtar’da, ‘tabiat’ı ‘küfrün temel taşı’ olarak
tanımlayan Said Nursî, İbrahim sûresinin 10. âyetini tâdât ettikten
sonra,6 şu otobiyografik ifadelere yer vermektedir:
"Bin üçyüz otuzsekizde Ankara’ya gittim. İslâm
ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli
efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve
bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah,
dedim, bu ejderha îmanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i
kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle
ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı
Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım.
Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab’ettirmiştim. Fakat maatteessüf
Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber,
gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te’sirini
göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem
kuvvet buldu."
‘Zeylü’z-Zeyl’in Arapça ile ifade ettiğinin
gelişmiş ve genişlemiş Türkçe versiyonu hükmündeki Tabiat
Risalesi’nin girişindeki bu ‘ihtar,’ birkaç önemli noktayı
barındırır:
(1) Said Nursî, iman-küfür denklemi içinde eşyaya
ve olaylara bakmaktadır. Dolayısıyla, Yunan ordusuna karşı galip
gelinmiş olması, onun için, tek başına bir anlam ifade etmez.
Bilakis, Yunan’a karşı galip gelen ehl-i İslâm içinde, Eski
Yunan’dan intikal edegelen küfrî felsefenin yerleşip kök salma
istidadı olduğunu görmüştür. Bu ‘zındıka fikri’ni taşıyanlarla ortak
hareket etmesi, onların devlet projesine ortak olması mümkün
değildir.
(2) O, bu fikri taşıyanlara karşı, İkinci Grubun
dinî hassasiyeti ön plana çıkaran iktidar mücadelesini de
desteklememiştir. Halbuki, İkinci Grubun birçok ismi onun ya 1907
öncesinde Doğuda, yahut 1907’de geldiği İstanbul’da tanıdığı
mu’tekid insanlardır. Said Nursî’nin üç aylık Ankara ikameti sonrası
Van’a, Erek dağına inzivaya çekilmesi ile, bu grubun safdışı
edilemeyen kısmının 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını
kurması, aralarındaki yaklaşım farkının en net ifadesidir. Birinci
Grup, emeline devlet ve iktidar yoluyla ulaşmaya çalışan seküler bir
zihniyetin mümessilidir. İkinci Grup ise, dinî endişeler taşımakta,
ama bu yolda gene devlet ve iktidarı esas edinmektedir. Said Nursî
onlarla da beraber hareket etmediğine göre, onun yaklaşımında devlet
ve iktidar asıl olmasa gerektir.
(3) Said Nursî, insanların ağzında ‘küfrü işmam
eden’ sözlerin dolaştığını, ‘ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde’
tabiatçı ve esbabperest bir zihniyetin gelişme istidadı taşıdığını
hissetmiştir. Devlet ve iktidarı asıl tutan biri, bu durumda,
iktidarı ele geçirerek buna mani olmayı planlar. Ama o, daha 1911’de
Doğudaki aşiretlerin ‘inkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf
ederek’ yönelttiği devlet eksenli sorulara, şahsî inisiyatifi öne
çıkaran cevaplar vermiştir: "Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle
teşebbüs eder." O, sözünün eri olarak, bizatihî teşebbüste bulunmuş;
önce iktidarı ele geçirme, sonra ‘zındıka fikri’ne mani olma gibi
‘husulü meşkuk’ bir proje yerine, bizzat ortada dolaşan küfrî
tezleri hedef alan bir eser neşretmiştir.
(4) Tabiatçı, maddeci ve determinist anlayışın
tutarsızlığını ortaya koyduğu bu risaleye ‘ehemmiyetle bakanlar
nadir’ olmuştur. Bu da, problemin özünü tesbit konusunda
yalnızlığının yansımasıdır. Birçok eski dostunun dahi, onun bu
tavrına "Sırası mı şimdi?" nazarıyla baktığı anlaşılmaktadır. Oysa,
ona göre, asıl olan devlet projesi ve iktidar mücadelesi değil;
tabiat fikrinin aşılması olmalıdır ki, bu risaleyi neşretmiştir.
Özetle, Zeylü’z-Zeyl neşrinin üçlü bir oluşumu ele
veren bir turnusol kağıdı hükmünde olduğu söylenebilir. Bir yanda
devleti ele geçirerek, iktidar yoluyla ‘zındıka fikri’ni hâkim
kılmak isteyenler; öte yanda, gene devleti ele geçirerek iktidar
yoluyla ‘dine hizmet’ için bu grupla mücadeleye girenler; üçüncüsü,
Said Nursî gibi, dine hizmeti esas edinen, ama bunu ‘devlet ve
iktidar’a bağımlı görmeyip sivil inisiyatif kullanan insanlar.
Said Nursî’nin bu tavrı, hayatının sonraki
dönemiyle tam bir uyum içindedir. Onun Yeni Said olarak sergilediği
tavrın belki en iyi özeti, şu ifadelerde saklıdır:
"Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz
var, ve ne de düşünüyoruz, ve ne de Risale-i Nur izin veriyor.
Fakat; biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka,
kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır." (Kastamonu
Lâhikası, s. 202)
Bu tavır, İslâm tarihi içinde ana ağırlığı teşkil
eden selef-i sâlihînin ‘sabır ekolü’7 diye tanımlanan tavrının tipik
bir yansımasıdır. ‘Red etmiyoruz’la kasdolunan, halk ayaklanması,
askerî darbe ve iç savaş yoluyla yahut din adına partileşme veya
kadrolaşma yoluyla siyasal iktidarı ele geçirmenin hedeflenmiyor
oluşudur. Kısacası, din karşıtı bir siyasî oluşuma karşı, gene
siyaset-merkezli dinî bir oluşumla cevap vermeyişin ifadesidir.
"Kabul de etmiyoruz" ifadesi ise, imanî ölçülere uymayan bir devlet
ve iktidara teslim de olmayışın ifadesidir. Bilakis iktidar
karşısında dinin ölçüleri esas tutulmakta; iktidarın bu ölçülere
uyumsuzluğu bilinerek, ona karşı fikrî ve kalbî bir gerilim muhafaza
olunmaktadır. "Amel de etmiyoruz" ise, bu fikrî gerilimin fiilî bir
muhalefet suretinde yansımasıdır. Özetle, bu söz, ‘red etmiyoruz’
ile anarşizme ve dinin dahilde menfi tarzda istimaliyle masumların
kanının akıtılmasına; ‘kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz’
ile de devletçiliğe ve varolan devlet adına dinin ölçülerinin eğilip
bükülmesine karşı duruşun ifadesidir.
Anarşizm ve devletçilik gibi iki tehlikeli uçtan
uzak olan bu dengeli tutum, Said Nursî’nin hayatının her karesinde
rahatlıkla görülür. Onun ‘resmî ulema’nın ve bid’alara taraftar kimi
ehl-i dinin sergilediği devletçi tavırdan ne derece uzak durduğu,
sergilediği manevî cihaddan ve maruz kaldığı hapis, sürgün ve
işkencelerden rahatlıkla anlaşılabilir. Yanısıra, o, siyaseti, yani
devleti ve iktidarı asıl edinen hiçbir hareketin içinde veya yanında
da olmamıştır. Meselâ, din adına partileşme, sonra o partinin
iktidara gelmesiyle dine hizmet etme gibi bir siyasî tasarının,
Risale-i Nur müellifinin dünyasında yeri yoktur. Kısmen dinî
motifler taşıyan TCF’ye, ve din-eksenli tüm siyasî parti
oluşumlarına karşı mesafeli durması bunun bir yansımasıdır. Onun,
Şeyh Said’in kıyamı gibi, gene iktidarı asıl tutan ‘devrimci’
hareketlere uzak durduğu da açıkça ortadadır.
‘Hilafet’in ‘ısırıcı saltanat’a dönüştüğü bir
hengâmda Hz. Hasan’dan başlayarak selef-i sâlihîn kanalıyla sonraki
çağlara intikal eden yaklaşımın devamı hükmündeki bu tavır, aradaki
nüansa rağmen, Eski Said’in de tavrıdır. Yeni Said, Hutbe-i
Şâmiye’nin Türkçe neşrine düştüğü bir notta, ‘Eski Said’in siyasetle
alâkadar olduğunu’ ifade etmekle beraber, bunun ‘siyaseti dine âlet
ve hizmetkâr’ kılmaya yönelik bir alâkadarlık olduğunu
bildirmektedir. Yoksa, Eski Said de, siyaseti asıl edinen bir
tavırdan uzaktır:
"Sakın zannetmeyiniz ki, o dini siyasete âlet veya
vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ; belki o bütün kuvvetiyle
siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatını bin
siyasete tercih ederim.’ ...Fakat, gizli münafık zındıkların
Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına
mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye
âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve
tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir,
büyük bir cinayettir." (Hutbe-i Şâmiye, s. 40-41, dipnot.)
Özetle, Yeni Said ne dinin ölçülerini şu veya bu
düzeyde çiğneyen bir rejime rıza gösterme anlamında devletçidir; ne
de dine hizmeti dindarların iktidarına bağımlı görme anlamında. O
‘devlet’in değil ‘insan’ın, ‘siyasî irade’nin değil ‘şahsî
teşebbüs’ün asıl olduğu bir anlayışa sahiptir. Ankara’da iktidar
mücadelesine girmiş iki grup karşısında sergilediği tavır, özelde
bizatihî Zeylü’z-Zeyl’i neşretmesi bunun yansıması hükmündedir. Ve
bu tavrın, gerek Birinci Gruba, gerek İkinci Gruba bakan örtülü ama
önemli bir veçhesi daha vardır. Bu da, devleti önceleyen bir
anlayışın, esasen ‘tabiat’ fikriyle taşıdığı benzerliktir. Açıkçası,
tabiatçılık ile devletçilik arasında ciddi paralellikler mevcuttur.
Dolayısıyla, devletçiliğin aşılması, tabiat fikrinin ciddi bir
sorgulamaya tâbi tutulmasına bakmaktadır.
Şeytan üçgeni
Bir kez daha ifade edelim ki, şu gökkubbe altında
ele alınan konu, iştigal edilen mesele her ne olursa olsun, onun
özünde insanın kendini ve eşyayı tanımlama biçimi vardır. Bu anlamda
siyasî, sosyal, iktisadî, dinî ayrımı anlamsızdır. Bütün tavırlar,
ister siyasî alanda olsun, ister iktisadî veya sosyal alanda,
ardında bir imanî tercih barındırır.
Herkesin yeni devletin iktidar odağı olmakla meşgul
olduğu bir dönemde Said Nursî’nin tabiatçılığı reddeden bir eser
yazması, işte bu açıdan, bir ‘fantazi’ değil, bilakis en köklü ve en
esaslı imanî karşı çıkışın ifadesidir. ‘Zeylinin zeyli’ni Ankara’da
yazdığı Hubab’ın başındaki şu ifadeler, bu imanî cehdin yeni
olmadığının da ifadesidir:
"Otuz seneden beri, iki tâğut ile mücadelem vardır.
Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ‘ene’dir, diğeri
‘tabiat’tır. Birinci tâğutu, gayr-i kasdî, gölge-vârî bir ayine gibi
gördüm. Fakat o tâğutu kasden veya bizzat nazar-ı ehemmiyete
alanlar, Nemrud ve Fir’avun olurlar. ikinci tâğut ise, onu ilahî bir
san’at, rahmanî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm.
Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve
maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahâzâ, o tabiat zannedilen şey,
ilahî bir san’attır. Cenab-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki,
Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her
iki sanemin kırılmasıyla neticelendi." (bkz. Mesnevî-i Nûriye,
"Habbe")
Bu iki tâğutun kıdemlisi ise, ‘ene’dir. Cenab-ı
Hakkın isim ve sıfatları mutlak ve muhîttir. Mutlak ve muhît olan bu
sıfatların sonu ve sınırı olmadığı için de, yaratılmışlığı
itibarıyla ister istemez iktidar ve iradesi sınırlı olan insan, onun
esma ve sıfatını tanıyamaz. Tanıması için, geometrideki farazî
hatlar gibi, ‘farazî ve vehmî’ bir had, bir sınır çizmek gerekir.
Bunu da enaniyet yapar. ‘Ene’si ile insan, kendinde malikiyet,
rububiyet, hâkimiyet.. gibi özellikler farz ve vehm etmesinin
yardımıyla, Hâlikını, onun Rabb, Mâlik ve Hâkim gibi isim ve
sıfatlarını tanır. Meselâ, "Bu ev benimdir" diyen insan, bu
malikiyet iddiası sayesinde, şu dünya evinin Mâlikini tanır.
Ardından, dünya evi içindeki kendi evinin de hakikî mâlikinin O
olduğunu anlayarak bu iddiadan vazgeçer. Enenin yardımıyla Hüveyi
tanır; O’nu tanıması ile de, eneyi yırtar ve terkeder.
İnsana ‘ene,’ yani benlik duygusu bunun için
verilmiş iken, gaflet ile insan kendine ait ‘farz ve vehm’ ettiği
özellikleri gerçekten kendine ait zanneder. Bu zann hoşuna gittiği;
aksi takdirde nefis Rabb-ı Rahîm’in emirlerine itaat durumunda
olduğu için de, nefis bu iddiayı korumak ve sürdürmek ister. İşte bu
nokta, ‘şirk’in başladığı noktadır. İnsanın kendi üzerinde görünen
bazı özellikleri gerçekten kendinin bilmesi ile başlayan bu Allah’a
ortak koşma hali, eğer vazgeçilmezse, insanın âlem tasavvurunu da
şekillendirir. Kırk haramiler meselini andıran bir durumdur bu.
Devlet hazinesinden kırk altın çalan hırsızın kendisini gören
arkadaşlarına birer dirhem vermeye razı ve mecbur olması gibi,
"Vücudumun sahibi benim" diyen adam, "Herşey kendine maliktir"
demeye ve öyle itikad etmeye mecbur kalır.8
Kısacası, ‘ene’si ile çizdiği farazî ve mevhum
çizgiyi hakikî ve asıl zanneden; ve kendini gerçekten üzerinde
görünen ilim, irade, kudret, terbiye, iktidar, malikiyet vs.nin
sahibi zanneden insan, kendisi gibi yaratılmış olan sair mevcutlara
da bir derece ilim, irade, kudret verir. Mülk perdesinde görünen
işler içinde kendi iktidarı dahilinde gördüklerini kendine mal
ederken, kendine mal edemediği işleri ve oluşları sebeplere ve
tabiata mal eder. Bu tavrın kaçınılmaz bir uzantısı, insanın ait
olduğu milliyete ve bütünüyle insanlığa da bir enaniyet verip,
Sani-i Zülcelâl’in kudsî emirlerine karşı mübarezeye kalkışmasıdır.
Bu bakımdan, Allah’a kulluğu reddedip O’na karşı
bağımsızlığını ilan etmekle işe başlayan modern çağın tabiatçılıkla
başlayan yolculuğunun devleti ilahlaştıran faşizmle, sınıfı (ve
proleter devleti) ilahlaştıran sosyalizmle, ulus-devleti
ilahlaştıran milliyetçilikle yahut insanlığı ilahlaştıran hümanizmle
nihayete ermesi bir tesadüf değildir. Müteâl bir Rabbi reddeden
maddeci bir zihniyetin doğurduğu kutsal laik devletler! Azer gibi
put-yapıcıları olan Nemrut’un, kendini ilah bilen biri ve
raiyyetince ilah olarak kabul edilen bir iktidar sahibi olması da
tesadüf değildir. Aynısı Şeddâd ve Firavun ile raiyyetleri için de
geçerlidir.
Bu tehlikeli süreçte, herşeyin küçük bir gafletle
başlaması manidardır. Herşey, ‘basit’ bir dikkatsizlikle
başlamıştır. ‘Vücud-u haricî’si olmayan ‘ene’nin ‘farazî’ ve
‘mevhum’ olduğu; yani yalnızca zihinsel bir ‘varlık’ taşıdığı
unutulmuş; kendisine haricî bir vücud verilmiştir. Böylece, O
olmaksızın var olamayan ‘ben,’ "O yok, ben varım" deme noktasına
kadar işi vardırmıştır. Ardında ‘Hüve’yi gösterecek bir ayna
hükmündeki iken, ‘Hüve’yi göstermeyen bir perdeye dönüşmüştür.
Aynı basit hatanın uzantısı, ‘tabiat’ ve ‘tabiat
kanunları’nın gerçekten var olduğuna inanılmasıdır. ‘Tabiat,’ her
akıl sahibinin de bildiği üzere, ‘mevhum’dur, ‘farazî’dir. Kâinat
var, ama ‘tabiat’ yoktur. Tabiat, ‘vücud-u haricî’si olmayan,
itibarî, daha doğrusu ‘zihinsel’ bir ‘entity’dir. Varolan
âlemdeóişte kozmos deyin, ister kâinatóolup bitenlerin taşıdığı
düzenin ve uyumun zihinsel izdüşümü hükmündedir. Görünen âlemdeki
herşeyin bir düzen ve ölçü içinde ve bir kanuniyet dahilinde
olduğunu gören insan, işte bu düzeni ‘tabiat,’ bu kanuniyeti ise
‘tabiat kanunları’ diye adlandırmıştır. Ama, garip bir biçimde,
sonradan olanın öncekinin sebebi olarak gösterilmesi gibi bariz bir
mantık çarpıklığı yaşanmaktadır. Meselâ, atılan her taşın yere
düştüğünü gören insan, ‘atma’ ve ‘yere düşme’ arasındaki ilintiden
hareketle bir kanuniyeti keşfetmiş, gördüğü bu durumu ‘yerçekimi
kanunu’ diye ifade etmiştir. ‘Yerçekimi kanunu’ ifadesi, gözlenen
bir durumun ifadesidir; sebebi değil. Newton’dan önce de dalından
kopan elmalar yere düşegelmiştir. ‘Yerçekimi kanunu’ ifadesiyle,
havaya atılan veya yüksekte asılı duran her cismin yere düşüyor
olduğu olgusuna dikkat çekilir iken, ‘basit’ bir dikkatsizlikle,
insanlar "Yerçekimi kanunu yüzünden taş düşüyor" demeye
başlamışlardır. İlahî kudretin yaratışındaki kanuniyeti, yani
sürekliliği ifade için öngörülen ‘vehmî’ ve ‘farazî’ bir tanım,
zamanla ilgili olayın müsebbibi olan haricî bir varlık rengine
büründürülmüştür.
Tekrar vurgularsak, gerek ‘tabiat,’ gerek ‘tabiat
kanunları,’ gerek ‘nedensellik,’ zaten var olanın zihinsel
ifadesidir. Lâkin, soyut bir zihinsel ifade olmaktan çıkarılarak,
kendilerine somut bir ‘vücud-u haricî’ giydirilmiş; böylece Kadîr-i
Mutlak’a ait özellikler onlara verilmiştir. Önce kendi ‘ene’sini,
ardından bunun zorunlu bir sonucu olarak ‘tabiat’ı bir ‘farazî hat’
değil, gerçek bir varlık olarak gören; dolayısıyla kâinat Hâlıkına
ait özellikleri ona mal ederek Allah’ın nurunu görmeyen insanın
gelip dayanacağı nokta, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına
musallat etmesidir.
Bu ‘basit’ zihinsel yanılgının üçüncü perdesi,
‘devlet’tir. Ene ve tabiat gibi, devletin de bir ‘vücud-u haricî’si
yoktur. Uğruna ölünen devlet, yalnızca ‘zihinsel’ bir varlıktır.
Gerçekten var olan birşey değil, bir ‘tüzel kişilik’tir. En koyu bir
devletçi dahi, kendisinden ‘devlet’i göstermesini istediğinizde,
olsa olsa resmî binaları, belli bir toprak parçasını, veya bu toprak
içinde yaşayan insanları gösterecektir. ‘Devlet,’ tıpkı bir ‘şirket’
veya ‘aile’ gibi, insanların belirli amaçlarla oluşturduğu bir
‘tüzel kişilik’ iken, kendisine bir ‘vücud-u haricî’ giydirilmiştir.
Önceden var olan insanların, belli ihtiyaçlara binaen sonradan
oluşturduğu ‘tüzel’ bir nitelik taşırken, insanı önceleyen ve
sonralayanóyani, ezelî ve ebedîóbir niteliğe büründürülmüştür.
Bugün, nice insan üzerinde yaşadığı ve hatta uğrunda öldüğü
devletin, vaktiyle dedelerinin yaptığı bir ‘sosyal sözleşme’den
ibaret olduğunu düşünemez haldedir. Yine pek çok insan, "Benim nâçiz
vücudum toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar
kalacaktır" gibi bir sözüósözün her iki parçası da yanlış olduğu
haldeódoğruymuş gibi algılamaktadır. Oysa ne insan ölünce hiçliğe
gidecektir; ne de fani bir dünya ve ‘entropi’ ile mâlûl bir kâinat
içinde oluşan bir tüzel kişiliğin ebediyet imkânı vardır.
Özetle, devleti kutsayıcı tüm tavırların gerisinde,
tıpkı enaniyet ve tabiatçılık gibi, ‘zihinsel’ bir ‘entity’ye
‘haricî vücud verme’ gibi ‘küçük’ bir dikkatsizlik yatmaktadır. Said
Nursî’nin herkesin zihnini ve fikrini devlete endekslediği bir
ortamda ‘mevhum’ bir mefhum olarak ‘tabiat’ı çalışması, işte bu
bakımdan ‘anlaşılmaz’ değil, bilakis çok anlamlıdır.
‘Devlet’i önceleyen yaklaşımlar, ‘farazî’ olanı
‘hakikî’ olana; sonradan olanı önceden olana; zihinsel olanı haricî
olana tercih gibi bir hata ile mâluldür. Devlet, önceden ve
gerçekten var olan insanların ortak bazı ihtiyaçlarını beraberce
karşılamak için sonradan oluşturdukları bir tüzel kişiliktir. Bunu
böyle bilme kaydıyla, devlet denilen bir kurumun varlığında problem
yoktur. Dahası, bu haliyle devletin varlığı, insanın sair insanlarla
işbirliğine muhtaç bir halde, ‘medenî-i bittab’ olarak yaratılması
vâkıasının, keza sair mahlukata nazaran duygularına had konulmamış
olmasının bir gereğidir. Yine bu bakımdan, devleti tümden reddeden
anarşist fikirler, insanın gerçek durumuna uymaması itibarıyla
ütopik, hiçbir kayıt ve kural tanımazlığı itibarıyla tehlikeli
fikirlerdir. Ama aynı derecede tehlikeli olan, insanı kendi kurduğu
bir yapının mahkûmu kılan, hatta bu yapıyı ilahlaştıran devletçi
anlayıştır. Mü’min ‘devletli’ olur; fıtratına muvafık biçimde bir
ortak idare içinde yaşar. Öyle ki, üç kişi olarak bir yolculuğa
çıktıklarında bile, içlerinden birini ‘imam’ seçerler. Mü’min,
anarşizmin savunucuları gibi devletsizliği savunacak bir fıtrat
cahili olamaz. Ama, gerçek kişilerin hakkını insanın eliyle kurulan
devlet adlı tüzel kişiliğe ezdiren; keza insanın eliyle kurulan bir
kuruma ezeliyet ve ebediyet biçen; onu, âlemler Rabbinin kudret,
iktidar ve ihsanını gölgeleyen kalın bir perdeye dönüştüren bir
devletçi olması da tanım gereği imkânsızdır.
Kıssalarla verilen ders
Mü’minin iki yönlü sapmadan uzak bu müstakim
tavrının en net örnekleri, peygamber kıssalarında görülür.
Peygamberlerin iktidar mücadelesi olmamış, ama iktidarla
mücadeleleri olmuştur. Hz. Nuh’un kavminin ileri gelenleri ile
mücahedesinde, bu husus rahatlıkla görünür. Salih aleyhisselâm,
hiçbir iktidar hesabı yapmaksızın tevhidi tebliğ etmiş, ama
karşısında iktidar sahiplerini bulmuştur. İbrahim’in (as) Nemrud’la
olan mücahedesinde de durum budur. O, Nemrud’a karşı iktidar
kavgasına girişmemiş; ama "Ufule gidenleri sevmem" imanî dersi
eşliğinde gelen, uluhiyet vasfının ancak ve ancak fena ve zevalden
berî ve herşeyin Hâlıkı olan âlemler Rabbine lâyık olduğunu bildiren
tevhid mesajı, tanrı-kral Nemrud’u ve tâbilerini karşısında
bulmasına yetmiştir. Musa aleyhisselâmı Firavun’la karşı karşıya
getiren de, onu Allah’a kulluğa davet etmesidir. O, bırakın iktidar
mücadelesini, emr-i ilahî gereği ‘kavl-i leyyin’le, yani yumuşak
sözle kendisini ubudiyete davet ettiği anda, Firavun ve iktidar
ehlini karşısında bulmuştur.
Hûd’u Şeddad’la ve kavmi d ile karşı karşıya
getiren de, Allah’a kul olma davetidir. Kavminin tebliğine mukabil
kendisiniyönelttiği soru, bunu açıkça gösterir: "Bize, yalnız
Allah’a kulluk etmemiz, babalarımızın taptıklarını bırakmamız için
mi geldin?" Hud’un cevabı, bu makalenin ‘şeytan üçgeni’ bölümünü
özellikle ilgilendirir mahiyettedir: "Allah’ın onlar için bir delil
indirmediği, sizin ve babalarınızın taktığı bazı isimler hakkında
benimle mücadele mi ediyorsunuz?"9 ‘Babaların taktığı isimler’in
başında ene ve tabiatın geldiğini anlamak zor değildir. Zira, bütün
zamanlarda küfr ve dalâlete giden tüm yollar bu şirk ikilisinden
geçmiştir. Hûd sûresinde yer alan bir ifade ise, sözünü ettiğimiz
‘şeytan üçgeni’nin üçüncü unsuru olan devletçiliği ihsas etmektedir:
"Onlar, her cebbar, inatçı idarecinin emrine tâbi oldular."10
Kısacası, tüm nebîlerin en birinci dâvâsı, tek bir
Allah’ın varlığı, mülkün O’nun oluşu, dolayısıyla yalnız O’na kul
olma gereğidir. Bu ise, kaçınılmaz olarak, sözünü ettiğimiz ‘şeytan
üçgeni’ni bertaraf etmekte; O’na ait vasıfları sırasıyla eneye,
tabiata ve devlete mal edenleri karşılarında görmelerine
yetmektedir. Birer tanrı-kral hükmündeki Firavun’un Hz. Musa’ya,
Nemrud’un Hz. İbrahim’e, Şeddad’ın Hz. Hûd’a yönelik icraatı bunun
bir örneğidir. Manidar bir husus, bu isimlerin peygamberlere
ettikleri zulüm esnasında, iktidarı odak bilen zümrelerden de destek
görmüş olmasıdır. Nebîler, "Ben bu görevime karşılık sizden bir
ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca beni yaratan Allah’a
aittir"11 diyerek, getirdikleri mesaja karşılık maddî manevî hiçbir
çıkar ve makam peşinde olmadıklarını ifade ettikleri halde, vâkıa
budur. Buna karşılık, nebilerin mesajına öncelikle ‘zayıflar’ın
olumlu cevap vermeleri de manidardır.12
Nübüvvet çizgisinin devlet ve iktidara ilişkin
tavrının en mücessem örneği, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) hayatında
görülür. Bugünkü anlamda bir modern devletin olmadığı, ama ‘riyaset’
ve ‘iktidar’ mekanizmalarının yine de var olduğu Mekke’de Hz.
Peygamber’in sunduğu tebliğ, aslında hiçbir ‘iktidar’ atfı
taşımamaktadır. ‘Lâ ilahe illallah’ ile, ancak Allah’ın ilah
olduğunu; ondan maada hiçbir şeyin ilah olamayacağını; eşyayı ve
insanı yaratanın O olduğunu; yaratılanın Yaratana karşı kullukla ve
O’ndan başka hiçbir şeye kul olmamakla yükümlü olduğunu bildirmiştir
Muhammed-i Arabî (a.s.m.). O, getirdiği "Mülk O’nundur" mesajı
paralelinde bir iktidar mücadelesine girmiş değildir. İstediği,
herkesin bu hakikatı bilmesi ve ona göre yaşamasıdır. Ama, burada
devleti veya iktidarı doğrudan hedef seçen bir yön olmadığı halde,
Mekke’nin iktidar odakları kendilerine yönelik bir tehdit
hissetmişlerdir. Bu yüzden, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.), kendi
putlarına karışmama şartıyla iktidar ortaklığı bile teklif
etmişlerdiróResulullah’ın bu teklifi kabul etmemesi, buna karşılık
üç yıllık ağır boykotu, ölüm tehdidini ve de hicreti tercih etmesi
ise, amaçlar kadar, araçların da meşruiyeti gereğini tesbit
açısından dikkate şâyândır.
Kısacası, Mekke hayatının açıkça belgelediği üzere,
Resulullah’ın bir iktidar hedefi veya projesi olmamış; ama iktidarla
problemi olmuştur. Maamafih onu Medine’de ‘idareci’ olarak da
görmekteyiz. Fakat, bunun bir ‘iktidar projesi’nin izini sürerek
değil, fıtrî bir biçimde tahakkuk ettiği bir vâkıadır. Onu
bağırlarına basan Ensâr’ın, ve onun getirdiği hakka sadakatleri
sonucu hicreti bile göze alan Muhacirîn’in, ortak yaşamanın
getirdiği ‘idare’ ihtiyacına bedel, ‘idareci’ olarak başkalarına
meyletmeleri elbette sözkonusu olamazdı.
Kaldı ki, Resul-i Ekrem’in sergilediği ‘idare’ ile
bugünün ‘modern devlet’ini beraber düşünmek imkânsızdır. Gerçi,
dünün saltanat yanlısı bazı âlimlerinin Resul-i Ekrem’i deyim
yerindeyse bir ‘hükümdar’ olarak resmetme teşebbüslerine benzer
şekilde, bugünün ‘modern devlet’e endeksli kimi İslamcı düşünürleri
de, Kur’ân ve sünnetten hareketle bir ‘İslâmî devlet’ projesi
geliştirme teşebbüsünde olagelmişlerdir. Ama, Resul-i Ekrem ve
ashabının Medine’de sergilediği ‘idare,’ fıtrî bir ihtiyaçtan
doğmuş; ‘tüzel kişilik’ler adına gerçek kişilerin hukukunu çiğneme
kabilinden devletçi yaklaşımlara ise asla müsaade etmemiştir. Zira,
Manzuruddin Ahmed’in belirttiği gibi, "modern siyaset bilimine göre,
devlet kavramı, belirli bir toprak parçasında yaşayan bir halk,
hukukî olarak oluşturulan bir hükûmet, toplum içinde yüksek bir
iktidar ve yabancı kontrolünden bağımsızlık gibi unsurların
toplamından teşekkül eden soyut bir hukukî şahsiyet’ iken, Medine
‘devlet’i organik bir nitelik arzeder. O, hiçbir zaman, sahabilerden
ayrı ve onların üstünde bir tüzel kişilik konumunda olmamıştır.
Zaten, "Modern siyaset bilimine göre anlaşılan devlet kavramını,
Kur’ânî terminoloji çerçevesinde keşfetme gayreti abestir...
İslâm’da, buna tekabül eden bir devlet teorisi bulamayız."13
Büyük Bölünme
Resul-i Ekrem’den miras kalan devletin bu ‘organik’
ve ‘fıtrî’ niteliğini Raşid Halifeler döneminde de sürdürdüğü
görülür. Hz. Ebubekir’in, bîattan sonra söyledikleri, bunun bir
delilidir; ki, bu sözler ‘devletli’ olmayı aşıp ‘devletçi’ de olan
geçmiş hükümdarlara da, modern yöneticilere de asla nasip
olmamıştır:
"Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde yöneticiniz
seçildim. İyi yaparsam beni destekleyin. Kötü yapacak olursam, beni
yola getirin... Zayıfınız, Allah’ın izniyle hakkını kendisine
verinceye dek benim yanımda güçlüdür. Güçlü olan da, Allah’ın
izniyle zayıfın hakkı ondan alınıncaya dek benim yanımdadır. Allah
yolunda cihadı hiçbiriniz bırakmayın... Allah’a ve Resulü’ne itaat
ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Allah’a ve Resulü’ne itaat
etmezsem, sizin de bana itaat etmeniz gerekmez."14
Raşid Halifelerin idare ettiği devletin bu organik
niteliğini, bir Batılı yazar, Hz. Ömer’in, memurlarının
farkedemediği muhtaç bir dul kadına kendi sırtında yiyecek götürmesi
örneğinden hareketle vurgular. Hz. Ömer’in bu tavrı, ‘Hesap Gününde,
icrayı mümkün olan en iyi devlet organlarına devretmesiyle
sorumluluğun kendi üzerinden kalktığını mazeret olarak
söyleyemeyeceğini bilmesinden dolayı’dır. "Bu prensip esas
alındığında, ne anayasaya, ne de ayrı bir kamu hukukuna gerek
kalmıyordu" der Hodgson. "Çünkü, kamu görevleri denebilecek görevler
de, özel olanları gibi, kanunen hemen hemen aynı esas üzere ele
alınıyordu."15
Ne var ki, bu örnek dönem fazla uzun sürmemiştir.
Resul-i Ekrem’in "Benden sonra hilafet 30 senedir" hadisiyle verdiği
haber, tahakkuk etmiştir. Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katilleri
meselesi ile ilgili olarak, ferdin hukukunu ve de adaleti esas tutan
duyarlı yaklaşımının Muaviye’nin ‘devletin bekası’ endişesini öne
çıkaran muhalefetiyle karşılaşmasıyla birlikte İslâm tarihinin ilk
‘fitne’si yaşanmış; Hz. Ali’nin katli ve Hz. Hasan’ın altı aylık bir
süre sonunda maddî hilafetten feragati ile birlikte, Resul-i
Ekrem’in (a.s.m.) haber verdiği ‘ısırıcı saltanat’ devri
başlamıştır. Bu devrin en belirgin özelliği devleti önceleyen bir
anlayışın hükümferma olması; "Cemaatın selameti için cüz’î hukuklar
feda edilir" tezinin esas alınmasıdır. Bu açıdan, Muaviye ile Hz.
Ali arasındaki mücadeleye siyaset-adalet mücadelesi nazarıyla bakmak
mümkündür. Hz. Ali’nin ómuhakkak ki hukukullaha da bakanóhukuk-u
ibad üzerindeki hassasiyetine karşılık, Muaviye’nin öne sürdüğü
argümanlarda ‘devletin bekası’ kaygısı öne çıkmaktadır. Deyim
yerindeyse Hz. Ali ‘devletli’ ve adaletçi, Muaviye ise ‘devletçi’ ve
siyasetçidir.
Bu noktada, Hz. Hasan’ın maddî hilafeti bırakarak
sergilediği tavır da dikkat çekicidir. Burada, Hz. Ali gibi, ferdi
önceleyen bir anlayış sözkonusudur. O, çoğu insanın nazarında
adalet-i hakikiyenin önemsizleştiğinin, insanların devletin bekasını
akıl ve kalb gündemlerinin ön sıralarına aldıklarının görüldüğü bir
ortamda, seçilmiş bir halife olarak devlet gücünü akımı tersine
çevirmek için kullanabilirdi. Ama bu işi iktidar yoluyla yapma
yerine, ferden ferda tebliğ yoluyla yapmayı tercih etmiştir. Said
Nursî’nin ilavesiyle, devleti önceleyen, ‘ibadet’in ayrılmaz bir
parçası olan adaleti ikinci plana iten tavrın ardında bir imanî zaaf
görmüş; bu zaafı tedavi için iman hakikatlerini talim ve neşr ederek
manevî hilâfeti deruhte etmek üzere, maddî hilâfetin bu imanî
vazifeye göre tâlî kalan meselelerinden feragat etmiştir.16
Hz. Hasan’ın, bu tavrıyla, sonraki tüm dönemlerde
ümmetin ‘saltanat’ ve de devletçilik karşısındaki aslî tercihini
şekillendirdiği söylenebilir. Gerçekten, Muaviye döneminden
itibaren, ehl-i hakikatın ana kütlesinin iktidardan uzak durduğu;
devlete ve saraya yakın olmanın onların nazarında bir değer ifadesi
değil, zillet ve değersizlik ifadesi olarak mütalaa edildiği
görülmektedir. Hayatta kalan son ‘aşere-i mübeşşere’ ehli olan Sa’d
b. Ebî Vakkas’ın, oğullarının sultanlara gitme yönündeki teşvikleri
karşısında söylediği şu söz, bu anlayışın bir yansımasıdır: "Bir
topluluğun etrafını çevrelediği bir leşe mi gideyim? Yemin olsun ki,
elimden gelirse, bu meclislere asla katılmayacağım." Aynı şekilde,
tâbiînin en büyük isimlerinden Said b. Müseyyeb’in "limin, emîrlerin
meclisine gittiğini görürseniz, ondan sakının" dediği rivayet
edilmektedir. Bu sözleri nakleden Nevin A. Mustafa, hilafetin
saltanata inkılabı ile birlikte siyasî liderlik ile dinî liderliğin
ayrıştığına dikkat çekmektedir:
"Ümmetin uleması, dinî ilimlerin tedvini, ders ve
fetva verme gibi işleri, hükûmetten ayrı ve ondan yardımsız
yürütmüşlerdir. Hatta çoğu kez hükûmete rağmen ve bu işi yapmaktan
alıkoymadaki gayrimeşru müdahalesine meydan okurcasına
yürütmüşlerdir... Müslümanların çoğu naarında, dinî liderliğin
ehliyet ve salâhiyetinin ölçüsü, yöneticilerden uzak duruş, onların
öfke ve baskılarına karşı direnme olagelmiştir. Herhangi bir mensubu
bu tavırdan uzaklaşırsa, insanlar ona şüpheyle bakmışlardır. Bu,
Raşid Halifeliğin dünyevî saltanata dönüşmesinin bir sonucu olarak
ortaya çıkmış;... siyasete girmeme ve iktidarla herhangi bir ilişki
içinde olmama, fukahanın tercih ettiği tutum olagelmiştir."17
Ehl-i hakikat ile ‘devlet’i önceleyen iktidar ehli
arasındaki gerilimin bariz bir örneği, dört mezhep imamının da,
mevcut iktidarların gadrine maruz kalmasıdır. İmam-ı A’zam, Emevî
sultanlarına karşı olduğu gibi; Abbasîler döneminde de, başkadılık
görevini reddettiği için hapse atılmış ve işkence görmüştür. İmam
Malik, zor altında yapılan yeminin geçersizliğine dair içtihadı
ile,óki bu, zorlamayla verilen bîatın geçersiz olduğu anlamına da
geliyorduóAbbasî sultanı Mansur’un işkencesine maruz kalmıştır. İmam
Şafiî de, ‘iktidar’la olan gerilim yüzünden kısa süreli bir hapis
hayatı yaşamış; asıl çalışmalarını ise, iktidarın nisbeten elini
uzatamadığı Mısır’da gerçekleştirmiştir. Ahmed b. Hanbel’in
Me’mun’un sarayında eziyet gördüğü , fikrini açıkça savunduğu için
darağacının eşiğine geldiği, ve yapılan işkenceler sonucu öldüğü bir
sır değildir. Her ne kadar İmam Mâverdî gibi, saltanatı Kur’ân ve
sünnetin öngördüğü bir siyasî yapı olarak sunmaya çalışan âlimler
olmuşsa da, gerek ulemanın, gerek tasavvuf erbabının ana eğilimi
devlet ve iktidardan uzak durma yönünde gerçekleşmiştir.18
Çağlar süren gerilim
Ahmed b. Hanbel ile ilgili bir olay, gerek
ulemanın, gerek tasavvuf erbabının ‘iktidar’a bakışını yansıtması
açısından son derece manidardır. İmam Ahmed b. Hanbel’e bir kadın
gelir ve sultanın sarayının ışığından istifade ile yün eğirmenin
hükmünü öğrenmek istediğini belirtir. (Olay Abbasîler döneminde vuku
bulmaktadır ve resmen ‘halife’ olan sultanın halk nezdinde
‘meşruiyet krizi’ne duçar olduğunun bir alametidir.) İmam, kadına,
"Sen kimsin?" diye sorar. Kadın, kendisinin, Bişr-i Hafî’nin19
kızkardeşi olduğunu söyler. Bunun üzerine İmam şu cevabı verir:
"Bişr-i Hafî’nin kızkardeşine, sultanın sarayının ışığı altında yün
eğirmek caiz değildir."20
Ferdin hukukunu ve adaleti esas tutan ‘hilâfet-i
râşide’nin yerini alan devletçi saltanat rejimine karşı ulemanın ve
tasavvuf erbabının taşıdığı bu gerilimin ve iktidardan uzak durma
tavrının sonraki dönemlerde İslâm coğrafyasının tümünde nasıl devam
ettiğine dair birçok anekdot vardır. Burada, küçük bir not olarak,
Selçuklu döneminin iki önemli siması zikredilebilir. İmam Gazalî’yi
‘Hüccetü’l-İslâm’ kılan Nizamülmülk’ün kurduğu ünlü Nizamiye
medresesinin başına geçmesi değil; bu görevi terk ederek yaşadığı
uzlet sonrasında memleketine çekilip sultanların ve idarecilerin
sarayından uzak durması olmuştur. İhyau Ulûmi’d-Dîn gibi en olgun
eserlerini bu devirde veren Gazalî’nin, vezir Fahrulmülk’ün
istirahat içinde gelmesi için her ne lâzımsa yapılacağını da
belirten davet mektubuna ‘sultanların sarayına gitmediği’ cevabını
verdiği anlatılır. Diğer taraftan, Anadolu Selçuklularının başşehri
Konya’da yaşayan Mevlânâ’ya ait hatıralar içinde, onun sultanla
ilişkisini ifade eden kayıtlar bulunmayışı anlamlıdır.
Bu gerilimin Osmanlıda pek görülmediği; bilakis,
Akşemseddin ve Molla Gürani örneğinden hareketle, tam bir uyumun
sözkonusu olduğu söylenebilir. Osmanlıda bağımsız bir ulema ve
arifler sınıfının olmayışı ayrı bir tartışma konusudır. Yine de,
padişahın ‘müneccimbaşı’ olabilmiş Ahmed b. Lütfullah’ın
Camiü’d-Düvel’inde adalet-siyaset, ferd-devlet ikilemine dair ilginç
notlar bulmak olasıdır. Hem ilim, hem tasavvuf ehli olan bu zât,
ferdin hukukuna karşı ‘devletin bekası’nı önceleyen zalimâne bir
anlayışın maalesef ‘fetva’ suretine bürünmüş bir yansıması olan
"Devletin selâmeti için kardeş katli caizdir" hükmünü; bu minvalde,
Fatih’in daha çocuk yaştaki kardeşini öldürtmesini eleştirir. Onun
vezir-i a’zam Mahmud Paşa’yı azlederken sergilediği tavır karşısında
ise, şunları söyler: "Mahmud Paşa, devlet-i âliyyeye hiçbir vezirin
yapmadığı hizmetleri yapmıştı. Hükümdarlara ve ehl-i dünyaya
hizmetin gözü kör olsun."21 Bu noktada, Said Nursî’nin, "Selef
alimleri istibdadın fenalığından söz etmişler mi?" şeklindeki bir
soruya, birçok şairin felekten şikayetinin de aslında istibdada
yönelik bir itiraz mahiyetinde olduğuna işaret eden şu cevabı
verdiğini hatırlamak gerekir:
"Bin kere evet. Zira, ağleb-i şuarâ kasidelerinde,
çok müellifler kitaplarının dibacelerinde zamandan şikayet ve dehre
itiraz ve feleğe hücum etmiştir. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle
dinleyip baksanız, göreceksiniz ki, bütün itirazat okları mazinin
muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider; ve işiteceksiniz
ki, bütün vâveylâlar istibdad pençesinin tesirinden gelir."22
Velhasıl, Osmanlı dönemi de devleti önceleyen bir
tavrın zaaflarıyla mâluldür. Bu dönemde, devletin bekası uğruna
masumların katline verilen cevazın İslâmî bir asla dayanmadığı;
zorlamalı ‘maslahat’ izahlarına dayandırılmaya çalışılan ‘zalimâne’
bir hükümdür.23 Aynı şekilde, devlet-i ebed-müddet ülküsünün imanî
bir hakikate dayanmadığı ortadadır. Fani bir dünyada, sonsuza dek
yaşayacak tek bir devlet bile olmamıştır.
Abdülhamid-Said Nursî ikilemi
Din namına devlet ve iktidarı esas alan tavır ile
dinin hakikatı namına ferdi ve adaleti esas tutan tavrın Osmanlı
tarihindeki belki en manidar karşılaşması, Abdülhamid-Said Nursî
ikileminde görülmektedir. Said Nursî’nin Abdülhamid’in gözünde ne
anlam ifade ettiği, istibdad ve hürriyete ilişkin görüşlerinden
dolayı onu tımarhaneye sevkettirmesinden akarakalemnlaşıldığı gibi,
Said Nursî’nin Abdülhamid’i nasıl gördüğü de, eserlerinden
anlaşılmaktadır. Abdülhamid’in taşıdığı şahsî faziletleri görmezden
gelme gibi bir tavra düşmediği onu ‘velî padişah’ olarak tarif
etmesinden anlaşılmakta; ama bu faziletleri, bulunduğu konumu ve bu
konumda sergilediği tavrı sorgulamama vesilesi de yapmamaktadır.
Saltanat, hilafet-i raşidenin yıkıcısı olan ‘ısırıcı’ bir rejimdir.
Devletin bekasını öne çıkarma tavrı, devleti denilen tüzel kişiliği
oluşturan gerçek kişilere haksızlık ve zulüm etme gibi bir riski
daima taşımıştır. Hürriyet imanın bir hâssası iken, öyle ki Cenab-ı
Hak mucizeleri bile ‘aklın ihtiyarını elinden alacak’ bir surette
göstermemiş iken, istibdad hürriyeti ketmetmektedir. İnsanın
yaratılmışlığı, dolayısıyla ilminin, iradesinin ve iktidarının cüz’î
olduğu gerçeği ‘meşveret’i iktiza ederken, saltanat ‘rey-i vahid’e
dayanmaktadır. İnsanın duygularına had konulmamış olması gerçeği
şahsî otoritelerin ‘kanunda inhisar-ı kuvvet’ ile sınırlanmasını
gerektirir ve Müteâl bir Otoritenin vaz’ettiği ilahî şeriat bunu
temin ederken, istibdad iktidar sahiplerinin suiistimaline müsait
bir zemin hazırlamaktadır.
Kısacası, İslâmî açıdan, aslolan saltanat ve
siyaset değil; adalet ve ibadettir. Siyaset nazarı çoğunluğun
rahatı, devletin bekası, vatanın selameti adına çok zulümlere fetva
verdirir. Ama Kur’ânî adalet, tek bir masumun hayatını ve kanını
‘insanlık nev’inin umumu’ adına dahi heder görmeye ve feda etmeye
izin vermez. "Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir"
ilahî fermanı, işte böyle bir ‘mahz-ı adalet’i emretmektedir. İlahî
adalet, ferd ile cemaatı, şahıs ile tüm insanlığı, kudret nazarında
bir oldukları cihette, ikisine bir bakar. Ferd, kendi rızasıyla
kendi hakkını feda etmediği sürece, devletin, rejimin, cemaatin,
toplumun, insanlığın selameti veya bekası adına feda edilemez.
Kur’ânî ölçü bu olduğu; ve Hz. Ali gibi ‘ilim
şehrinin kapısı’ olan bir sahabi bu uğurda hayatını feda ettiği
halde, devleti önceleyen bir tavrın savunulması imanî açıdan mümkün
değildir. Said Nursî’nin bakışı, özetle budur. Ki, bir kez daha
belirtelim, Raşid Halifeler’in ve selef-i salihînin bakışı hep bu
olagelmiştir.
Buna karşılık, Abdülhamid, Muaviye ile başlayan ve
devleti önceleyen tavrın mümessilidir. Bir sultan olarak, devletin
bekası onun zihin gündeminin ilk sırasını işgal etmektedir. Üstelik,
dinin bekasını devletin bekasına bağladığı için, din adına böyle
yapmaktadır. Hürriyet, adalet, meşveret gibi Kur’ânî ölçülerin
tatbikini talep etmek ise, bu zihniyet mucibince, devleti,
dolayısıyla dini tehlikeye atan bir yaklaşım olarak görülmektedir.
Abdülhamid’in ‘şeriatı istibdada müsait zanneden,’
dahası din adına devleti önceleyen bu tavrında yalnız olmadığı,
İkinci Meşrutiyet günlerinde Doğuda aşiretlerin Said Nursî’ye
yönelttiği sorularda rahatlıkla görülür. Payitahtta bir ‘inkılâb-ı
siyasî’ olduğunu duyan bu insanlar, "Dine zarar gelmesin, ne olursa
olsun" demişlerdir. Bunun Türkçesi, "Varsın istibdad etsin"dir.
Münazarat’ın sayfalar boyu süren diyaloglarının istibdad-meşrutiyet
ikilemi üzere gitmesi boşuna değildir. Bu eserden anladığımıza göre,
Abdülhamid’e hürriyetçilerden daha ziyade hücum eden, "Hürriyeti ve
kanun-i esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için, fenadır" diyen
insanlar bile vardır.
Bediüzzaman’ın dinin bekasını ‘devlet’e endeksleyen
tüm ‘dinî’ itiraz ve endişeler karşısında verdiği cevap ise, çok
anlamlıdır. "İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz
gibidir, göz yummakla gece olmaz" diyerek başlayan cevabın bir
sonraki adımı, dinin himayesini devlete bırakmanın yanlışlığına
ilişkindir. Herkesin kalbindeki imanî hissiyatı bu nokta imtizac
ettirmesi (sivil inisiyatif), dinin himayesini ‘mağlup biçare bir
reis’e (sultan), müdahin memurlara (bürokrasi), veyahut mantıksız
bir kısım zabitlere (ordu) bırakmaktan daha iyi ve daha etkili değil
midir? "Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder." Devletten
beklemez, kendi işe sarılır. Nitekim, bir aşiretin koyunlarını çalan
"Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofi yapan," koyunları çobana
emanet etmek yerine herkesin koyununa sahip çıkması olmuştur.
Dinin himayesini bile devletten beklediği için,
devletin bekası adına istibdada bile razı olan sözkonusu tavra,
sivil inisiyatifi vurgulayan böyle bir yaklaşımla cevap veren Said
Nursî, bir sonraki adımda, muhatap olduğu devletçi tavrın imanî şuur
zaafına dikkat çeker:
"Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı
demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf
etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakâikın esrarını
ihtizaza veren mûsika-i ilâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm
eder. Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur‘ân denilen
musika-i ilahiyesiyle umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda
şiddetli ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misal olan ulema ve
meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı
onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit
sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadanın tecessüm ve
intibaıyla umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve
bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel bir neviyle onu ilan eden
o sada-i semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya
dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emirin
demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının
vızvızlarını işitecek midir?
Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf
eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş;
cehalettir, onu korkutur, takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira,
itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız
hükûmetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin
kesesinden tahayyül eder, korkar." (Münazarat, s. 46-7).
Buradan anlaşıldığına göre, ‘inkılâb-ı siyasî’
cihetinde dine zarar gelmesinden korkan, dolayısıyla el’an ilahî
şeriata sığmayan hallere duçar da olsa devletin bekasını asıl alan
bir anlayış, ‘padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî’den de, O’nun
‘kâinatı ihtizaza getiren musika-i ilahî’sinden de, bu musika-i
ilahînin asırlar boyu selef-i sâlihînin akıl, kalb ve ruhlarındaki
yansımasından da, bu yansımaların eseri olan ve İslâm’ın
hakkaniyetini ders veren umum imanî kitaplardan da hakkıyla haberdar
değildir. O bu semavî ve ruhanî sadâyı hakkıyla duyamadığı için,
dinin hakikatinin ilanını o semavî sadâya nisbeten sivrisinek gibi
bir emîrin (iktidar) vızıltılarına, karasinekler gibi bir hükûmetin
adamlarının (bürokrasi) vızvızlarına bağımlı görmektedir. O yüzden
de, herhangi bir ‘inkılâb-ı siyasî’ onu dinine zarar geleceği
korkusuna sevketmekte; devletin bekası için imanî ölçülere sığmayan
bir yönetim tarzına, hatta zulüm ve haksızlıklara dahi ‘devletin
bekası’ adına arka çıkmasına sebep olmaktadır. Bu devletçi tavrın
ana sebebi, o kişinin dinde hissesinin örümcek yuvası gibi zayıf
olmasıdır. Bu kişi imanın birçok hakikatının cahili olduğu gibi,
imanı da taklidîdir. Marifet ve şuhuda dayanan tahkikî bir imana
sahip değildir. Yine bu sırdan dolayı, Cenab-ı Hakkın isimlerinin
cilvesi olan hıfz, himaye, rızk, iaşe.. gibi hususları devletten
bilmektedir. "Saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden,
kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar."
Said Nursî’nin Münazarat’ta sunduğu yaklaşım bu
şekilde okunduğunda, onun daha 1909’da "Milletin kalb hastalığı
zaaf-ı diyanettir" derken neleri kasdettiği daha berrak bir şekilde
anlaşılacaktır.
İşte, onun ilerleyen yıllarının Risale-i Nur’a
beşik ve fidanlık olacak çalışmalarla geçmesinin; keza, 1922 sonunda
geldiği Ankara’da Birinci ve İkinci Gruplar arasındaki iktidar
mücadelesine dahil olmak yerine Zeylü’z-Zeyl’i yazmasının;
sonrasında da tüm mesaisini iman ve Kur’ân hakikatlerinin ferden
ferda tebliğine hasretmesinin sırrı buradadır. Fıtrî ‘ortak idare’
ihtiyacı ile sonradan kurulan devlet, devleti kuran insanlarca
‘ilelebed’ payidar sanılır hale gelmiş; eneye ve tabiata mal edilen
ilahî özelliklerin bir kısmı da devlete pay edilmiş; hatta dinin
devam ve bekası da devletin bekasına bağımlı görülür olmuş; bu
uğurda dinin ölçülerinden bile taviz verilmiştir.
Bu tahlile göre, devleti ve iktidarı önceleyen bir
tavır, yalnız bunu yapanlar din-karşıtı insanlar ise yanlış
değildir. Bu, dindar insanların böyle yapması durumunda dahi
yanlıştır ve imanî ölçüler dışındadır.
Dolayısıyla, son yüzyılda şu topraklar üzerindeóve
esasen bütün İslâm coğrafyasındaóyaşanan gelişmelerin ikili bir
kategoride ele alınması doğru değildir. Konunun bir
dindarlar-lâdinîler boyutu olduğu gibi, ayrıca devletçiler-devletçi
olmayanlar boyutu daha vardır. Dolayısıyla, gerek Osmanlının son
dönemi, gerek TC, gerek diğer İslâm ülkeleri itibarıyla yapılacak
tahlillerin dörtlü bir kombinezon içermesi gerekmektedir:
1. Seküler (lâdinî) Devletçi
2. Seküler (lâdinî) Devletçi değil
3. Dindar Devletçi
4. Dindar Devletçi değil
Said Nursî, bu tabloda dördüncü grup içinde yer
almaktadır.
Bu tablo gözönünde tutulduğunda, çelişkili gibi
görünen bazı tavırların gerçekte nasıl bir tutarlılık yüklü olduğu
görülecektir.
O, ‘dindar’lığı cihetiyle ‘velî’ bildiği
Abdülhamid’e, ‘devletçi’liği cihetinde taraftar olmamıştır.
İçlerinde lâdinî ve hatta masonların da olduğunu bildiği
İttihadçılara, hürriyet ve meşrutiyet talepleri cihetiyle taraftar
olmuş; ama ‘hürriyet’ ve ‘meşrutiyet’i unuttukları dakikada onlara
karşı da tavır takınmıştır. Ankara’da seküler-devletçi Birinci
Grubun da, dindar-devletçi İkinci Grubun da yanında yer almamıştır.
Şeyh Said’in bir kıyam aracılığıyla din ehlini iktidara getirme
projesine asla destek vermemiştir. Devletçiliği parti ve devlet
düsturu edinen CHP’ye karşı, hürriyeti ve demokrasiyi öne çıkaran
Demokratlara destek vermiştir. Dinî bir parti kurarak iktidarı ele
geçirmeyi hedefleyen kesimlere de taraftar olmamıştır. Sebilürreşad
ve Büyük Doğu gibi dinî endişeler taşıyan ve zihniyet itibarıyla
devletçi olan insanların çıkardığı dergiler için, "Sebilürreşad,
Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâletin
tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları
takdir ve tahsin edip, onlarla dostuz ve kardeşiz" demiş ve
eklemiştir: "fakat siyaset noktasında değil."24 Mısır’da İhvan-ı
Müslimîn’in, İran’da mollaların iktidar mücadelelerinden haberdar
olmuş;25 din noktasında kardeşimiz olan bu insanların siyasî
tavırlarını tasvip etmediğini belirtmiştir. Ki, İhvan’ın Nâsır
darbesi, mollaların ise Musaddık devriminde sergiledikleri tavır,
iktidar ve devlet-merkezli anlayışın bir yansımasıdır.
Yine bu ayrım uyarınca, bir Risale-i Nur
talebesinin devletçi olması mesleğiyle tutarlı değildir. O, mevcut
rejim karşısında "Red de etmiyoruz, kabul de etmiyoruz, amel
etmiyoruz, istemiyoruz" tavrıyla yükümlü olduğu gibi, insanların
çoğunluğunun dindar olmadığı bir ortamda siyasî iktidarı hedefleyen
bir oluşuma da taraftar olamaz. Bu, ister ‘devrim,’ ister ‘evrim’
yoluyla olsun. Meselâ, Risale-i Nur talebesi, dindar kişiliğinden
dolayı, Ziyaü’l-Hak’ın askerî darbesine arka çıkamaz. Bu, iktidar
yoluyla insanları dönüştürmeyi hedefleyen devletçi-baskıcı bir
tavrın yansımasıdır. Çoğunluğun dindar olduğu bir ortamda ise,
devletin dini empoze etmesi zaten sözkonusu olamaz. Zira, insanlar
dindardır, devletin kimliğini de toplumun kimliği
belirlemektediródevlet toplumun kimliğini belirliyor değil. Keza,
dinî bir parti ile iktidara geçip, sonra iktidar kanalıyla toplumu
dindarlaştırmayı hedefleyen ‘evrimci’ bir yaklaşıma da, Risale-i Nur
ölçüleri dahilinde yer yoktur.
Devletli olup devletçi olmamak
Bugün Risale-i Nur’un sergilediği, ama çoğu ehl-i
dinin uzağında olduğu devletçilikten uzak, siyaseti değil adaleti,
devleti değil ferdi, baskıcılığı değil hürriyeti vurgulayan tavır,
kısmen ifadeye çalıştığımız üzere, Asr-ı Saadet’ten miras alınan ve
selef-i sâlihînin çağlar boyu sürdürdüğü hâkim tavırdır. Salih
selefler, bir ‘devlet’ içinde yaşamış, ‘ortak idare’ ihtiyacını asla
yadsımamış, ama devletçi de olmamışlardır. Buna mukabil, Hz.
Muaviye’nin yanlışlığı ısrarla vurgulanagelen ‘adalet-i izafiye’
içtihadı ile, ferdin karşısına devlet, ferdin hukuku karşısına ‘kamu
çıkarı,’ hilafetin karşısına ise saltanat çıkarılmıştır. Devleti
önceleyen bu tavrın, İslâm’ın ‘cadde-i kübra’sını temsil etmediği
açıktır. Bununla birlikte, kendileri sultan olduğu halde adalet
üzere hareket eden Ömer b. Abdülaziz-i Emevî, Mehdî-i Abbasî gibi
mümtaz sultanlar da olmuştur. Birer istisna oluşturan böylesi
şahsiyetlere mukabil, devletin bekasını esas alarak oluşan kurumlar
karşısında ehl-i iman her çağda bir gerilim yaşamış ve mesafeli
durmuştur.
Günümüzde ise, dörtlü bir tercihle yüzyüze
yaşıyoruz. Bir yanda, dinsizliği rejim edinenlerin oluşturduğu bir
siyasal yapı ve anlayış mevcuttur; ki bu anlayış, din ehli arasında
yer almayan, ama devletçi de olmayan insanları bile çileden çıkaran
bir totaliter zihniyeti sergilemektedir. Bu zihniyet, "Türkiye
Cumhuriyetinin payidarlığı" uğruna tüm insanî gelişmeleri
bastırmayı, tüm arayışları durdurmayı, kafaları küçük yaştan
itibaren belli bir doğrultuda şekillendirmeyi ‘çağdaşlık’ ve
‘uygarlık’ gereği olarak görmektedir.
Buna karşı, ehl-i dinin önemli bir kısmında da,
Osmanlıdan hiç sorgulamadan miras alınan ve yine devletin bekasını
önde tutan ‘devlet-i ebed-müddet’ anlayışı yer etmiş durumdadır.
Garip bir şekilde, dünden miras alınan devleti kutsayıcı tavır,
bugün, laik devleti kutsama, laik devlet uğruna ölenleri şehit
bilme, laik devlete ödenen vergiyi kutsal bilme gibi tuhaflıklara
vesile olabilmektedir. İslâmî kimliğiyle öne çıkan kişilerin
oluşturduğu bir partinin, iktidarın büyük ortağı olduğunda,
devletçiliği sarsmak yerine sıkı bir devletçilik sergilemesi, öyle
ki Susurluk gibi büyük zulümler içeren ciddi skandalları dahi örtme
yoluna gitmesi, aynı devletçi mirasın yansıması olsa gerektir. Başka
bazı dindarların, bu partinin iktidar ortaklığını, ‘devletin bekası’
adına ve derin devlet lehine eleştirmesi ise, tam bir insanlık
komedisi hükmündedir.
Bu noktada, ‘radikal’ tabir edilen kesimlerde de
ciddi bir kafa karışıklığı görülmektedir. ‘İslâm devlet’ idealini
herşeyin üstünde tutan bu kesim, en başta, ‘devlet’i esas alan bir
tavrın İslâmîliğini sorgulamaktan aciz durumdadır. Keza, zihnindeki
‘İslâmî devlet’in esasen bir ‘modern devlet’ tasarımı olması da
düşündürücüdür.
Sonuç olarak, şu söylenebiliir: Bugün, İslâmî
kesimin devlet ve iktidarla sorunu vardır, ama devletçiliği
sorgulamanın da uzağındadır. Pek çok dindar kişinin bakış açısı,
Abdülhamid-Mustafa Kemal ikilemesinde takılıp kalmıştır. Halbuki, bu
iki insan, biri dindar, diğeri din-karşıtı olmakla birlikte,
devletçilikte ortaklaşmaktadır.
Bugün kimi ehl-i din, Kemal rejimin totalitarizmine
karşı olmakla birlikte, totalitarizmin kendisine karşı değildir.
Kemalist ordunun dayatmalarına karşı olmakla birlikte, ordu
dayatmasının kendisine karşı değildir. Kemalistlerin devletin
bekasını esas alarak işledikleri haksızlık ve zulümlere karşı
olmakla birlikte, devletin bekasının ferdin hukukuna tercih
edilmesine karşı değildir. Tüm bu tavırların ise, imanî şuurdaki
zaafa işaret eden derin kökleri vardır.
Özetle, ‘siyaset’e tutarlı bir bakış, ene’nin ve
tabiatın tahlilinden, adaletin ve hürriyetin tesisine uzanan çok
kapsamlı bir alanda zihnî ve kalbî bir berraklığa sahip olmayı
gerektirmektedir. Ama, bin küsur yıl sonra durdukları yerde Hz. Ali
karşısında Hz. Muaviye’nin içtihadını eleştirenler bile, gerçekte
tam da onun durduğu yerde durmaktadır.
Dipnotlar
1. Vernon van Dyke, Political Science: A
Philosophical Analysis, ikinci baskı, Stanford: Stanford University
Press, 1962, s. 192
2. Ananda K. Coomaraswamy, Sanatta Mahiyetin
Dönüşümü, çev. .., İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. ?
3. Karl Popper, "Toplum Bilimlerinde Öndeyi ve
Kehanet," çev. Şahin Alpay; Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim
Felsefesi ve Siyaset Kuramı içinde (çev. Mete Tunçay, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1982), s. 148-9. Popper devamla şöyle söyler:
"Hegel ve Marx, Doğa tanrıçasının yerine Tarih
tanrıçasını koydular. Böylece Tarih yasaları, Tarih güçleri,
akımları, planları ve tarihî determinizmin herşeye kâdir ve herşeyi
bilirliği ortaya çıktı. Tanrı’ya karşı günah işleyenlerin yerini
‘Tarihin ilerleyişine boşuboşuna direnen caniler’ aldı ve nihaî
yargıyı Tanrı’nın değil, Tarih’in (milletlerin ya da sınıfların
Tarihinin) vereceğini öğrendik."
"Tanrı-Doğa-Tarih sıralaması ve buna karşılık olan
laikleşmiş dinler sıralaması burada bitmemektedir" diyen Popper,
milliyetçiliği, sınıfçılığı, varoluşçuluğu, pozitivizmi,
davranışçılığı bu ‘seküler din’lerin örneği olarak zikreder.
4. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, çev. Şirin
Tekeli, İstanbul: Afa Yayınları, 1988, s. 55 vd. "Bundan böyle
ulus-devlet yeni ve gerçek anlamda modern bir dinin hem kaynağı, hem
temeli, hem de odak merkezi olacaktı" diyen Morin, bu ‘ulus-devlet
dininin özü, ana sevgisi benzeri bir yurt sevgisidir" der. Zikrini
ettiğimiz sayfalar boyunca, ‘ulus-devlet dini’nin içerdiği ‘modern
Teslis’ten söz eden Morin, s. 94 ve devamında ise, ‘hümanizm’ dinine
sözü getirir: ‘insan cinsini, bireyi ve insanlığı özleri bakımından
birbirine kenetleyen bir Teslis’e dayanmaktadır hümanizm dini.
Morin’in, bireyin imanla bağını koparmasının
ardından önce ulus-devlet, sonra hümanizm dininin ortaya çıkışına
ilişkin izahları, "Otuzuncu Söz"deki "Ene" (Ben) bahsinin şu kısacık
ifade üzerinde daha bir ciddiyetle durmaya yöneltiyor: "...sonra
nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o
enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet,i nev’iyeye istinad
ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl’in evâmirine karşı mübareze
eder." (bkz. B. Said Nursî, Sözler, "Otuzuncu Söz.")
5. Bu ‘anlaşılmaz’ tavır, Bediüzzaman Said
Nursî’nin hayatındaki en manidar kesitleri içeren bir
‘otobiyografik’ boyut da taşıyan "Yirmialtıncı Lem’a"nın ‘yedinci
rica’sındaki şu ifadenin yardımıyla belki daha rahat anlaşılabilir:
"Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni
Said’in ağlamalarına inkılab ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i
dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim... Ankara’da
en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden, bir nur, bir teselli, bir
rica aradım..."
6. Bu âyette, Cenab-ı Hak, Fâtır ismiyle
zikredilir. Fâtır ismi, Hâlık ismi gibi, Allah’ın yaratma vasfını
ifade eder, ama şeriat-ı fıtriye..... Tabiat fikri, Fâtır’sız bir
Hâlık ismine imana da bakıyor olmalı...
7. Bkz. Nevin Abdülhâlık Mustafa, İslâm Siyasî
Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul: İz Yayıncılık,
1990, s. 229-271. İlgili bölümde Hasan-ı Basrî, Said b. Müseyyeb,
İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel örneğinde sunulan
‘sabır’ tutumu ve gerekçeleri incelendiğinde, Risale-i Nur
müellifinin gerek ‘saltanat’ karşısındaki tavrının, gerek TC
rejimine yönelik tavrının İslâm tarihi içinde infiradî bir tavır
değil, bilakis sahabe, tâbiîn ve selef-i salihînden alınan bir miras
olduğu rahatlıkla görülür. Maalesef, Risale-i Nur’un bu miras ile
bağını kuran hiçbir çalışma mevcut değildir.
8. Bkz. Sözler, "Otuzuncu Söz," "Birinci Maksad,"
özellikle s. 504, 509, 510; Mesnevî-i Nûriye, s. 166, 168.
9. A’raf, 7:70-1.
10. Hûd, 11:59.
11. Örnek olarak, bkz. Hûd, 11:51.
12. İnsanlar fıtraten birlikte yaşamaya ve
dolayısıyla bir ‘ortak idare’ye muhtaç halde yaratıldığına göre,
‘devletli’ olmak fıtrî bir zorunluluktur. İnsanlık durumu bu
olduğuna göre, Cenab-ı Hak, nebîleri eliyle Rabbini‘idareci’nin
nasıl olması gerektiğini yine nebîleri eliyle gösterecek; Kelâm-ı
Ezelîsi ile de bunu tüm çağlara ders verecektir. Hz. Yûsuf, Hz.
Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s.), bunun bir örneğidir. Yine Kur’ân,
Tâlût ve Zülkarneyn örneğinde, nebî olmayan, ama nübüvvet çizgisine
tâbi olan ‘idareci’lerle de tanıştırır bizi. Manidar olan husus,
yine Kur’ân’ın, bu kişilerin ‘idareci’ konumuna geçişlerinde bir
‘iktidar mücadelesi’ boyutunu zikretmeyişidir. Meselâ, Tâlût,
İsrailoğullarının o günkü nebîye başlarına bir idareci bulunması
talebi üzerine gitmelerinden sonra, aralarından ilahî seçim ile
tayin edilen bir kişidir. Dâvûd daha çocuk yaşta onun ordusunda
zalim hükümdar Câlût’a karşı cihad etmiş; ilerleyen yıllarda Tâlût
idareyi ona devretmiştir. Süleyman ise, daha babası hayatta iken
hüküm ve hikmeti tebeyyün etmiş biri olarak, babasına halef
olmuştur. Buna karşılık, Mevdudî gibi, devlet-eksenli düşünen bazı
muasır müslüman düşünürlerin, zorlamalı biçimde meselâ Yusuf
aleyhisselâma adım adım iktidara ulaşma projesi çizdirdiklerini
maalesef görmekteyiz.
13. Bkz. Manzuruddin Ahmed, "Kur’ân’da Anahtar
Siyasî Kavramlar," İslâm’da Siyaset Düşüncesi içinde, çev. Kâzım
Güleçyüz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s. 90-1.
14. Bkz. Muhammed Ziyauddin Rayyıs, İslâmda Siyasî
Düşünce Tarihi, çev. Ahmed Sarıkaya, İstanbul: Nehir Yayınları,
1990, s. 232 (Taberî, 3/210’dan naklen).
15. Bkz. Marshall G.S. Hodgson, İslâm’ın Serüveni,
cilt 1, İstanbul: İz Yayıncılık, 1993, s. 279.
16. Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 52;
Emirdağ Lahikası, I, s. 71. Din-Felsefe, Akıl-Vahiy İlişkisi adlı
değerli eserinde (İstanbul: İz Yayıncılık, 1994)Ali Bulaç’ın
belirttiği gibi, İslâm ümmetindeki ilk ve önemli ihtilaf konuları
siyasal nitelikli idi. İlk ciddi ve kapsamlı görüş ayrılığı, yönetim
biçimini belirleyecek ilkeler üzerinde ortaya çıktı (bkz. age, s.
83). Fakat, şu makalede serdettiğim tahlil paralelinde, bu ‘siyasal’
nitelikli ihtilafın imanî bir boyutunun da olduğunu; devleti
önceleyen grubun sergilediği davranışın, onların imanî şuur
bakımından adaleti esas alan gruba göre daha geride kalışlarıyla
ilgisi olduğunu düşünüyorum. Allahu a’lem bi’s-sevab!
17. Nevin Abdülhâlık Mustafa, age, s. 263-4.
18. Marshall Hodgson, bunu, şeriatın ana çizgisi
içinde yorumlar. "Şeriat," der Hodgson, "biz Modernlerin alışık
olduğu, yeni bir siyasî sınırlar çizgisinin bireyin hak ve
ödevlerini belirlediği, milliyetlerin bölge bölge ayrılması olgusunu
kabul edemezdi: Allah tarafından emredilmişti ve her yerde aynıydı.
Aslında, açık konuşacak olursak, kamu işlerine bakmakla yükümlü bir
teşkilât şeklindeki devleti bile kabul edemezdi. Herhangi bir kamu
işi, ya Allah’ın emirlerinin ifasına dair bir husus olurdu ya da
gayrimeşru bir abesle iştigal... Kısacası, meşru olarak, hiçbir
kimseye, hiçbir müesseseye, hiçbir beşerî yapıya müslüman bireyin
Allah indindeki doğrudan ve herşeyi-kuşatan sorumluluğunu
gevşetebilecek cinsten bir sorumluluk verilemezdi."
İslâm’ın öngördüğü kamu düzenini "bireysel hakları
kollektif menfaatlerin üstünde tutan bir kamu düzeni" olarak tarif
eden yazar, fıkhın ‘yol hakkı’na ilişkin kurallarını örnek olarak
vermektedir.
Bkz. Marshall G.S. Hodgson, age, cilt I, 276, 279,
295, özellikle 303 vd., "Kollektif Otorite Üzerindeki Sınırlamalar"
başlıklı alt-bölüm.
19. Bişr-i Hafî (Bişr b. Hâris), ilk dönem
mutasavvıflarının en büyükleri arasındadır.
20. İmam Şâtıbî, el-Muvâfakât, cilt IV, çev. Mehmed
Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 1993, s. 244; Abdülkâdir-i
Geylânî, Gunyetu’t-tâlibîn, c. 1, s. 131-134.
21. Bu eserin Arapça yazılmış olduğunu belirtelim.
Osmanlı tarihine dair bölümünün kısmî bir tenkidli tercümesi için
bkz. Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-Düvel: Osmanlı Tarihi
(1299-1481), yay. haz. Doç. Dr. Ahmet Ağırakça, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1995. Yukarıda iktibas ettiğimiz ifade s. 274’te
geçmektedir.
22. bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, 2.
baskı, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1993, s. 91 vd.
23. Raşid Halifelerin tümünün tatbik ettikleri ve
ilk fitne döneminde Hz. Ali’nin bayraktarı olduğu ‘adalet-i
mahza’nın hakkaniyeti, cemaatin veya devletin selameti adına ferdin
hukukunu çiğnemenin İslâmî ölçülere uygunsuzluğu, bilakis açık bir
zulüm olduğu hususu berrak biçimde ortada olduğu halde, ehl-i dinin
büyük çoğunluğu için hususan Osmanlı dönemi bir ‘tabu’ hükmündedir.
Osmanlı tarihinde, Yıldırım Bayezid’den başlayarak sergilenen
‘kardeş katli’ olayları, bir mü’minin ‘haklı’ görüp savunacağı
olaylar olmadığı halde, bu konuda akıl almaz te’villere
girişilmektedir.
Said Nursî’nin bu konuda ne kadar net olduğunu izah
için ise, şu üç ifade herhalde kâfidir: "... insanın, cüz’î ve
zahirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evlâdını
zalimâne öldürmesi..." (Şuâlar, s. 128). "Çok padişahlar, bu redd-i
müdahale haysiyetiyle, masum evladlarını ve sevdiği kardeşlerini
merhametsizce kesmişler." (Lem’alar, s. 305). "Vahşet ve bedevîliğin
dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki
öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: ‘Cemaatin
selameti için fert feda edilir. Vatanın selameti için eşhasın hukuku
nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selameti için cüz’î zulümler
nazara alınmaz.‘..." (Emirdağ Lahikası, II, s. 82).
24. B. Said Nursî, age, s. 36.
25. Cemal Abdünnâsır’ın 1952’de bir askerî darbe
sonucu iktidara gelişindeki önemli bir unsurun, devleti ele geçirme
tasarısı bulunan İhvan-ı Müslimîn’in verdiği destek olduğu; keza
Şah’a karşı Musaddık’ın gerçekleştirdiği darbede, aralarında
Humeynî’nin de bulunduğu âyetullahların etkili oldukları
hatırlanmalıdır. İhvan-ı Müslimîn’in iktidarı hedefleyen yaklaşımını
bazı mektuplarda bahis konusu edenóve eleştirenóSaid Nursî’nin
Emirdağ Lahikası’nda, "Mısır’da, İran’da işittiği bazı hareketler"
konusunda uyarıda bulunduğunu da belirtelim.
© 2008
karakalem.net, Metin Karabaşoğlu