(1955 yılında İngiltere'nin Birmingham şehrinde dünyaya
geldi. 1975 yılında İslam'la şereflendi. Yüksek tahsilini Durham
Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı.
Daha sonra, İran'da Safeviler döneminde siyasi ve dini hareketler
konusunda doktora yaptı. On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur
üzerinde çalışmaktadır.)
Biz Müslümanların Batıya neler
sunabileceği, İngiltere'de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık
sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim:
Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz
için mi Allah'a inanıyoruz?
Bu soru, on yıl kadar önce,
Rusya'nın Afganistan'ı işgalini protesto için Londra sokaklarında
yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce
resmen İslamiyet'e girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi.
Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat- hepsi vardı. "Ruslar
defolun", "Brejnev'e ölüm" ve "Yaşasın Afganistan Müslümanları" gibi
sloganların arasında, kendi İslami sloganlarımızı da
haykırıyorduk:
Allahu Ekber ve La ilahe İllâllah. Gösterinin
sonuna doğru, kendisini İslam'a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir
genç yanıma yaklaştı. “Affedersiniz," dedi, "La İlahe illallah ne
demek?" Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: "Allah'tan başka ilah
yoktur." "Tercüme etmenizi istemiyorum" dedi. "Bu sözün gerçekten ne
manaya geldiğini soruyorum."
Kendisine cevap vermekte aciz
kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip
etti.
Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: "Bu ne biçim bir
Müslüman ki, La ilahe illallah'ın manasını bilmiyor?" Cevap vereyim:
"Tipik bir Müslüman."
O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun
düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda
vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da
arttırmıştı.
Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın
hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine
uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken
bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor,
gözü yaşlar içinde..Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor.
Sorar: "Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?" Yeni bir biberi eline
alıp ısıran hoca, "Çünkü," der, "sepetin içinde tatlı biber
arıyorum."
Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı
yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya
alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca
gelmez "bir şey" ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş
gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet
İngiltere'den ayrılarak Ortadoğu'ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir
tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada
buldum.
İslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mana
ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir
sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı.
Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu,
açıktı ve anlaşılması kolaydı. Ha, bir de Allah'ı vardı. O zamana
kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o
kadar. "La ilahe illallah" dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum.
Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini
tadıyordum.
Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok
şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidamı takip eden birkaç
yıl içinde benim de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok
öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki! İslam
tarihi üzerine İslam'ın ekonomik sistemi üzerine, İslam'da devlet
mefhumu üzerine kitaplar, İslam hukukuna dair sayısız broşürler ve,
hepsinin de ötesinde, İslam ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların
nasıl ayaklanarak İslami idareler kurmaları gerektiğini anlatan
kitaplar.. 1979 başlarında İngiltere 'ye üniversitedeki derslerim
için döndüğümde, İslam'ı Batıya tanıtmak için artık
hazırdım!
"La ilahe illallah"ın manasını öğrenmek için, bu
kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar
İslam'dan bahsediyordu, fakat Allah'tan bahsetmiyordu. Hayalinize
hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan
konu yoktu. Üniversite camindeki imama durumu anlattım. O da bir
mazeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan
bir kardeş yanıma gelerek, "Bende La ilahe illallah tefsiri var,"
dedi. "İstersen beraber okuyabiliriz." Bu tefsirin en fazla on veya
yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer 5 bin sayfanın
üzerindeymiş! Tahmin ettiğiniz gibi, bu eserler, üstad Bediüzzaman
Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatıydı.
Önceleri, Risale-i
Nur'u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu
hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski
kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş
hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni
bir bakış demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. "Merak etme,"
dedi. "Daha önce okuduğun kitapların da hepsinin yeri var. Onlar
cilt gibidir. Fakat bu (Ayetü'l-Kübra'nın bir nüshasını işaret
ederek) meyvenin kendisidir." Böylece okumaya başladık- bu defa
Allah'ın adıyla. Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya
başladı.
Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma
arzusu ise içimizde vardır. "Ben kimim? Nereden geldim? Kendimi
içinde bulduğum bu yer neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni
varlık alemine çıkaran kim?" gibi soruları hepimiz kendimize göre
cevaplandırırız, ya doğrudan gözlemle, ya da başkalarının ileri
sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. İnsanın hayatını
nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği
de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Ayetü'l-Kübra ise, rehber
eşliğinde bir kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara
cevap arar.
Ayetül-Kübra, Allah'a imanı peşin olarak
varsaymaz; yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat
eder ki, bu sorulara samimî olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı
kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi
gören kimse, kaçınılmaz bir surette "La ilahe illallah" neticesine
gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve ölçü,
adalet ve merhamet, rububiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların
fanilik ve mahkûmiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan
yaratılmışlara ait olmadığını görür, bütün bu sıfatların mutlak ve
mükemmel bir surette bir Vacibü'l-Vücudda mevcut olduğunu anlar.
Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak
görür.
Tabiat Risalesinde Bediüzzaman "La ilahe illallah"
tefsirini daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki,
bu materyalizmin temel taşıdır ve modern ilim bunun üzerine
kurulmuştur. Sebeplere inanmak, "Bu tabidir, tabiat yaptı, tesadüfen
oldu" gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Mantıki
delillerle sebepler efsanesini berhava eden Bediüzzaman, bu inanca
sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri
gibi gördüklerini ortaya koyar.
Tabiat Risalesinde,
Bediüzzaman, her seviyedeki bütün yaratıkların birbirleriyle
mütedahil daireler gibi iç içe münasebetler içinde bulunduklarını ve
birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık alemine
sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, her
biri kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, ilahi sıfatların ve
Esma-i Hüsnanın sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi
vazife görür. Kendi vücutları dışındaki faktörlere tam ve kesin
bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir ki,
onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi değildir nerede kaldı,
kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları mükemmel
özelliklerle donatmak!
Materyalistler ise eşyayı farklı
görür, yoksa farklı şeyler görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi
inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya
çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı istedikleri
şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın
varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne manaya geldiğini
materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri
yaratılmış, aciz, cahil, fani ve başıboş sebepler, hiç yoktan ortaya
çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o
harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icad
etmektedirler Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren İbrahim
Aleyhisselam gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir.
Tekrar tekrar teyid eder: Her şey birbiriyle münasebet
içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim yaratmışsa çiçeği de o
yaratacak. Birbirlerine bağımlı olduklarına göre, çiçeği kim
yaratmışsa ağacı O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler
içinde yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O
yaratacak, ilh. Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün
bir kâinatı yaratmak gerekir. Buna ise kör, aciz, fani, muhtaç,
cahil ve gayesiz bir "sebebin" boyu yetişmez.
***
Maksadım Risale-i Nur'u özetlemek değil, Allah
hakkındaki daha evvelki düşüncelerimin, Risale-i Nur'un tasvir
ettiği portrelerden ne kadar uzak düştüğünü göstermekti. Bu eserleri
okuduktan sonra, Lâ ilâhe illâllah derken, Allah hakkında
söylenebilecek her şeyi söylemiş olduğumu düşünmeye başladım.
Risale-i Nur sayesinde anladım ki, evvelki düşüncemde Allah,
manzarayı tamamlamak için ve teselsülün imkânsızlığını önlemek
üzere, yaratılış hadisesinin başına neredeyse rasgele yerleştirilmiş
bilinmeyen bir faktördü. O bir ilk Sebep idi; İlk Muharrik idi;
boşlukları dolduran bir tanrı idi. Adeta İngilizlerinki gibi bir
"meşruti kral” idi. kendisine azami saygı gösterilmeli, fakat günlük
hayata karışmasına da müsaade edilmemeliydi!
Ayet-i kerimeden
ilham alan Risale-i Nur ise, Allah'ın isim ve sıfatlarının birer
aynası olan varlıklarda Allah'ın varlık ve birliğini gösteren
delillerin devamlı değişen yeni şekiller ve kompozisyonlarla her an
gözlerimizin önüne serildiğini ve marifet, tasdik, teslim, muhabbet
ve ubudiyeti netice verdiğini gösteriyordu. Böylece, Risale-i Nur,
kelimenin hakiki manasıyla bir Müslüman olmanın açık bir vetire
halinde gerçekleştiğini de ortaya koyuyordu:
tefekkürden
ilme, ilimden tasdike, tasdikten iman veya itikada, itikattan da
teslime varış. Her yeni hareket, her yeni gün ise İlahi hakikatin
yeni bir cephesini ortaya çıkardığına göre, bu vetire de devamlılık
arz etmektedir. İslam'ın dış tezahürleri, yani ibadet şekilleri bir
manada statiktir; halbuki iman, sözünü ettiğim bu vetireye bağlı
olarak, artma veya eksilmeye maruzdur. İşte, dikkatimizin büyük
kısmını teksif etmemiz gereken iman hakikati budur; İslam'ın
hakikatleri ise bunu zaruri olarak takip edecektir.
Bu
yüzdendir ki, “Risale-i Nur'u tanımadan önce Müslümandım, fakat
mü'min değildim" diyebilirim. Çünkü o zaman iman diye kabul ettiğim
şey, gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey değildi.
Her ne kadar bana İslam'ı tanıtan Bediüzzaman değil idiyse de ki
-bunu herkes yapabilirdi- o beni imanla tanıştırdı. Taklitle değil,
tahkik yoluyla elde edilen bir iman.
Şimdi asıl sorumuza
dönelim: Müslümanlar olarak Batıya sunabilecek neyimiz var? Cevap:
Her şeyimiz ve hiçbir şeyimiz. İmanımız ve İslamiyetimiz var ki
bunlar her şeydir. Bir de İslamiyet'i anlayışımız ve yorumlayışımız
var ki, çoğu zaman sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Bana İslam'ı
tanıtan kitaplardan da açıkça anlaşılabileceği gibi, Batıyı dikkate
alarak yazılmış ne varsa, hemen hemen hepsi de masum bir kültür
alışverişi seviyesinde kalmıştır. Asıl mesele olan iman ise,
kaçınılmaz bir şekilde, ya bir dipnotu hacminde geçiştirilmiş veya
tamamıyla ihmal edilmiştir.
***
Bununla beraber,
uyanmaya başlayan ve bugüne kadar içinde yaşadıkları hayal
dünyasının farkına varanlar da vardır. İşte bunlara "ene" hastalığı
gösterilmelidir. Bu hastalıkla malül kimselere İslam'ın iktisat veya
hukuk sisteminin en müsavatçı veya en adil sistem olduğunu anlatıp
durmanın hiçbir faydası yoktur. Kanserden mustarip bir hastaya yeni
bir ceket hediye ederek onu tedavi edemezsiniz. Onun muhtaç olduğu
şey, doğru bir teşhis, radikal bir ameliyat ve onu takip edecek
sürekli bir tedavidir. Risale-i Nur'da bunların hepsi
vardır.
Hatırlayacağınız gibi, Risale-i Nur'u önceleri mistik
bir eser diye reddetmiştim. Aynı zamanda başkalarının da bu eserleri
böyle vasıflandırdığını işitmiştim. Gerçek ise bunun tam tersidir;
çünkü Said Nursi'nin önümüze koyduğu berrak tercihte hiçbir
esrarengizlik yoktur: ya iman, ya da inkâr; ya ebedi saadet, ya da
ebedi felaket; ya kurtuluş, ya helak hem bu dünyada, hem de
ahirette.
Risale-i Nur'un "inkılâpçı" olarak
vasıflandırıldığını da işitmiştim. Gerçi buna iştirak ederim; fakat
kelimenin siyasi manasıyla değil. Risale-i Nur'da böyle bir şeyin
bahsi yoktur. Ama eminim ki, eğer Bediüzzaman bütün laik idarelerin
şiddet yoluyla devrilmeleri gerektiğini savunmuş olsaydı, bütün Batı
üniversitelerinde Risale-i Nur mecburi ders olarak okutulur ve
Bediüzzaman Batı dünyasında her ev halkının tanıdığı bir isim haline
gelirdi. Çünkü aşırılık, hele bir de dini duygularla
renklendirilmişse, Batının zayıf noktasıdır.
Batı basını
için, uzak beldelerden birinde "Amerika'ya ölüm!" diye bağıran,
ihtilal ve şeriat isteyen binlerce öfkeli Müslüman'dan daha güzel,
daha sevimli ve daha nefis hangi manzara vardır? Batı, artık İslam'ı
yanlış tanıtmak için zahmete girmek zorunda değildir. Bunu onlar
adına biz yapıyoruz; onlara ise sadece filme çekip göstermek
kalıyor.
Amerika'nın "Büyük şeytan" olarak bilindiği bir
ülkede, on yıl kadar önce böyle bir gösteri seyretmiştim. Fakat
dikkatimi çekti: Göstericilerin belki de yüzde 75'i Levis blucinleri
giyiyordu; dağılan kalabalığın ardında kalan sigara izmaritleri ise
ya Marlboro idi, ya da Winston. Bir el güya bizi Batı ile bağlayan
bağları koparıyor; diğer el ise o bağları sıktıkça
sıkıyor!
Yine de "Yeteri kadar konuştuk, artık hareket
zamanıdır" deyip duruyoruz. Hatta bu sözü Risale-i Nur hakkında dahi
işitmişimdir. "Hep sözden ibaret; hiç aksiyon yok" demişti birisi.
Fakat henüz konuşmuş ta değiliz. Sadece feryad-ü figan edip durduk,
o kadar. Birbirimizle kardeş kardeşe, mü'min mü'mine, Müslüman
Müslüman'a, Allah adına, Kur'an lisanıyla ve kâinat kitabının
diliyle konuşmadığımız, sohbet etmediğimiz içindir ki, hareket
ettiğimiz zaman yanlış şekilde, yetkisiz ve disiplinsiz bir tarzda
ve hakiki bir ölçü veya referans noktasından mahrum bir halde
hareket ediyoruz. Sonunda da hiçbir kalıcı netice ortaya
çıkaramıyoruz Batı ise bunu çok iyi anlıyor.
Hayır,
Bediüzzaman'ın müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya Cezayir
sokaklarında çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılâp değildir.
Risale-i Nur'un inkılâbı zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve
nefislerde inkılâptır. Bu bir İslam devrimi değil, iman inkılâbıdır.
Bu da iki seviyede gerçekleşir. Müslümanları taklidi imandan tahkiki
imana, inanmayanları ise ene'nin kulluğundan Allah'ın kulluğuna
eriştirecek şekilde tanzim edilmiştir. Batıyı hâkimiyeti altında
tutanların Risale-i Nur'dan dehşet almaları bu
yüzdendir.
Netice olarak, yıllar süren araştırma ve
mukayeselerim sonunda şunu söyleyebilirim ki, kâinatı olduğu gibi
gören, iman vakıasını olduğu gibi aksettiren, Kur'an'ı
Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern insana
musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis
ederek çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümullü yegâne İslami
eser, Risale-i Nur'dur. Kur'an'ın nuruyla kâinatı aydınlatan
Risale-i Nur gibi bir eser görmezlikten gelinemez. Çünkü çağdaş
insanı karşı karşıya bulunduğu felaketten kurtaracak olan yalnız
İslamdır; İslam'ın geleceği ise, Risale-i Nur'a ve ona uyan ve ondan
ilham alanlara bağlıdır.
Okunma
Sayısı : 225
|