Âlem–i Şehadet (Zahir / Somut / Mülk / Maddî / Fizik / Afak / Dünya ve Âlem–i Gayb (Batın / Soyut / Melekût / Manevî / Metafizik / Enfüs / Ahiret İlişkisi (1)

fraktal1

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bu yazıyla birlikte, birkaç hafta Âlem-i Şehadet (Zahir / Somut / Mülk / Maddî / Fizik / Afak / Dünya / Kuvvet – Enerji) ve Âlem-i Gayb (Batın / Soyut / Melekût / Manevî / Metafizik / Enfüs / Ahiret / İlim – İrade – Kudret, Emir, Kanun, İsim – Sıfat) ilişki ve ayrımı ve nerede başlayıp, nerede bittikleri problemini netleştirmeye çalışacağız.

Fakat buna başlamadan önce, geçen haftaki yazılarımızdan şu tespiti akılda tutmakta yarar var: “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş filtreli bilgi’ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz. Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim, evrendeki bilgi’nin dar ve eksik ve saptırılmış bir türü olabilir ancak. Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu ölçüm / ham data / veri; bilimsellik yorumundan geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşür…

Bilim’in “Rabbimiz, ahiret, melekler” gibi mes’eleleri, “metafizik” diye etiketleyerek, araştırma konusu dışına almasının; yani daha işin başında “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” tarafta yer almasının mazereti olarak; “Varlığın iki temel alanı vardır; duyularımızla algılanan Âlem-i Şehadet ve algılanamayan Âlem-i Gayb. Bilim; sadece gözleyip, ölçebildiği ve deneyselleyebildiği Şehadet Âlemini konu edinir” sözü çok klişe bir mazerettir!

Bir kere burada “şehadet – gayb” tanımı muğlak bırakılmış olup; hangisinin nerede başladığı, yani sınırları problemi vardır. Batı Felsefe ve dünya görüşünden doğmuş mevcut Bilim, aslında “Âlem-i Gayb” üzerinde de etkinlik gösteren bir faaliyettir. Zaten bu Bilim’in en genel tanım ve ta’rifi: Görünenden, görünmeyen kanun ve ilişki ve düzen ve varlıkları çıkarsamaya çalışmak; bunun üzerinde hipotez ve teoriler kurmaktır; sonra bunlar üzerinden gözlem – deneyler yaparak, deliller bulmaya çalışmaktır. Yani zaten mevcut Bilim’in yaptığı, yapmaya çalıştığı şey de: Somuttan soyuta geçmek, değişenden değişmeyenleri bulmak, “şimdiki ân / mekân”dan “geçmiş – gelecek ân / mekânlar”a ulaşmaya çalışmaktır. Zaten hayvan değiliz ki sadece gördüğümüze ve duyularımıza tâbi olup; “akıl, kâlp, irade, vicdan” gibi diğer duyu ve hislerimizi kullanmayalım!

“Şehadet ve gayb”ın anlam ve sınırları demiştik. “Gayb”ın en temel tanım ve ta’rifi: “Fiziksel duyularötesi” olması; yani maddî duyularımızla algıla(ya)madığımız şeyleri kapsamasıdır. Bu açıdan Bilim; duyularötesi, yani bu ân / mekân ve şimdi / şurada olmadığı için şahid olamayacağımız; yani laboratuvarda deneyle bile tekrar ve ölçüm, müşahede ve gözlem imkânımızın ol(a)madığı; gaybî varlık ve olaylar hakkında da tespitlerde bulunur. Bu açıdan örneğin “tarih bilimi” gayb kategorisindedir. Psikoloji, sosyoloji, iktisat gibi sosyal bilimler de böyledir. Hatta bir cihette mantık ve matematiği de buna dahil edebiliriz; çünkü zihinsel oldukları için bu kavram, kural ve rakamları da 5 fiziksel duyumuzla tadamıyor, göremiyoruz.

Gene Fizik’te; geçmişte olduğu için, şimdi / şurada deney ve gözlem imkânımızın olmadığı “Big Bang” olayı da gayb kategorisinde olup; ancak şehadetteki gözlem ve deney sahamızda olan, şimdi / şuradaki delilller(in)den ispatına gidilebiliyor.

Bununla gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler, “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir. Zaten bu ân / mekânda görüp algıladığımız, yani şimdi gözümüz önünde olan şeyler için delil – ispat istenmez. Çünkü delilin, müddeadan daha zahir olması gerekir.

İspat derken; örneğin: “Yerçekimi, kütleçekimi” diye bir kuvvetin olması gerektiği; birinci, ikinci derece delillerle söylenebiliyor; yani bu çekimi ne mikroskop ve ne de teleskopla gözleme, koklama, işitme, depolama vs. yetkinliğimiz yok. Hatta Einstein”ın İzafiyet Teorisi’ne göre “yerçekimi” diye bir “kuvvet” bile yok; sadece (kauçuk yatak üzerindeki demir bilyelerin, ağırlıklarına göre yatakta meydana getirdikleri çukur – tümsekler gibi) dev kütlelerin uzay–zamanda meydana getirdiği bükülme / eğilme / eğim; gezegenlerin birbirine çekilme ve düşmesinin nedeni!

[Yeri gelmişken; mevcut Bilim bu eksik ve dar kriterleriyle bile Rabbimiz’in isim – sıfat – fiillerini (fiil ve eserleri olan kâinatı zaten inceliyor) konusuna dahil edebilir. Sonuçta varlık ve işleyişini direkt veya indirekt bile gözleyemeyip; sadece etkileriyle varlığını farkedip, özelliklerini incelediği bir sürü parça, dalga, kuvvet, madde, alan var! Aksi hâlde eser fiilsiz ve müessirsiz; ve fiil / eser de failsizmiş gibi; failsiz ve öznesiz Bilimsel İfadelerdeki görünmeyen “tabiât, tesadüf, kanun, mekanizma, süreç, bileşik, içgüdü” vs.’yle herhangi birşeyi açıklamak ve nedensellemek; hatta nasıl olduğunu tasvir etmek anlamında “nasıllamak” mümkün değildir! Elhasıl Bilim’in; kâinatı, “Allah yok(muş), olsa bile kâinatın varlık ve işlemesine karışmıyor(muş); çünkü kâinat Samed olup, Allahu Teâlâ’ya ihtiyaç ve zarureti yok(muş); çünkü kâinat kendi içinde sebep – netice ilişkileri, madde – enerji dönüşümleri, uzun zaman – evrim, elenme – adaptasyon mekanizmalarıyla kendi içinde açıklanabilirmiş” önvarsayım ve iddiası inandırıcı değil! Bu hurafenin delilini bulma çalışmalarından ve güya ispatlanmış gibi Bilimsel İfadelerinden artık vazgeçmeli!]

Burada; cisimler, neden ve niçin çeker?, Çekim’e çekme özelliği kazandıran (varsa) parça yapısı nedir?, Çekim, cisimleri nasıl çeker; nefesimizi kuvvetlice içimize çektiğimizde olduğu gibi, aynı mekanizmayla mı çeker!?, Yoksa cisimlerin elinden tuturak mı çeker veya onlarla parçacık alışverişi yaparak veya onlardan yük eksilterek mi çeker!?, Bu çekim veya uzay (mekân) – zamanla etkileşmediği için çekilmeyen bir element yapsak veya çekimi filtreleyip, engelleyen bir kalkan, bir kaplama yapsak; bununla yere etki / kuvvet ve hız uygulamadan uçmamız mümkün olur mu!?, Veya lokâl boyutta çekimi sıfırlayan alanlar oluşturmamız nasıl mümkün olabilir?, Acaba “ışık” uzay – zamana bağımlı olmayıp, dolayısıyle kesikli ve bölünebilir değil ve saniyede 300 bin km. hızla hareket etmiyor; yani sabit duruyor da, acaba biz evren ve içindekiler mi saniyede 300 bin km. hareket ediyoruz da; bu sebepten mi ışığı kesikli, parçalı, dalgalı ve hızlı, hareketli ölçüyor ve algılıyoruz? Yani hareket eden ışık değil de, biz miyiz?… gibi yeni soru ve bakış açıları geliştirebiliriz.

Burada emin olmamız gereken şeylerden biri: Havaya attığımız nesnelerin yere düşmesinin tek nedeni “yerçekimi” diye bir “kuvvet” olmak zorunda değil ve olmayabilir (bunun sebebi “gökitimi” de olabilir! 🙂 Yani kalemimizin yere düşmesi, yerçekimine “delil” olarak kullanılabilir; fakat yerçekiminin “ispatı” olarak kullanılamaz!

Burada dikkat edilmesi gereken nokta: Kalemin düşmesinin çekim diye bir “kuvvet”ten kaynaklandığı belki ileride ampirik olarak, deney – ölçümle gösterilip, ispatlanabilir; belki nasıl çektiği de gösterilebilir. Fakat hiçbir deney – gözleme başvurmadan, salt “kalemin yere düşmesi vak’ası”na bakarak; buradan, yerçekiminin o kalemi çekmesi sebebiyle düştüğü sonucunu mantıkî açıdan çıkartamayız; mantık bize bu kesinliği vermez! Bu konuda ancak mantıkî tahminler yapar, sonra deney – ölçümlerle, hangi mantıkî tahmin / ihtimâl / teorinin doğru olduğunu anlamaya çalışırız.

“Şehadet ve gayb”ın anlam ve sınırları flû ve değişken demiştik; aynı durum “bilgi / bilmek” ve “inanç / inanmak” için de geçerli. Örneğin: “Su 100 derecede kaynamaya başlar” sözü, bizim için “naklî bir haber ve inanç” olup; bir biliminsanı gibi o deney – gözlemi biz yapmadığımız, o olaya şahid olmadığımız sürece bizim için gaybî olup; o deney – ölçümü bizzat yapmadığımız veya gözlemlemediğimiz sürece o “haber”in doğruluğuna / “doğru bilgi” olduğuna inanmaktan başka çaremiz yoktur! Suyun 100 derecede kaynamaya başladığı haberi’nin “bilgi / doğru bilgi” olduğuna inandığımız için; “acaba doğru mu” diye aynı gözlem – deneyi biz de yapmayı düşünmeyiz, hatta bunu saçma buluruz! Bu “bilgi”nin doğruluğundan veya bu “haber”in doğru bilgi olduğundan eminizdir yani! Emin olduğumuz için “bilgi” deriz bu habere; “inanç” demeyiz. “Suyun 100 derecede kaynamaya başladığına inanıyorum” demeyiz; “biliyorum” deriz. Aslında çoğu kez bir haberin “bilgi” olup olmadığına, inanç ve kanaâtimizle karar veriyoruz! “Bilmek” ve “inanmak” ayrımının yapay ve sun’î ve aldatıcı olduğunu başka bir yazımızda işlemiş olduğumuzdan burada bırakıyoruz.

“Şehadet – gayb” konusuyla bağlantılı olarak; “tümevarım (endüksiyon)” denilen mantıkî akıl yürütme biçimi de “inanç (veya zann-ı galibe) dayanıp, oradan beslenir. Bu akıl yürütme biçimi de “bilgi / kesin bilgi”ye dayanmaz yani. Güneş’in bugün ve geçmişte defalarca doğması, yarın da doğacağına ispat olmaması gibi; şimdi / şurada gözlediğimiz ateşin pamuğu yaktığı deney / gözlem / ölçümü de; (o ateşin ve gözlem yapmadığımız diğer ateşlerin) yarın da yakacağına zannı galip ve yakini arttırıcı, kanaât verici “delil” olsa bile; “ispat” olmaması gibi! Diğer akıl yürütme biçimi olan “tümdengelim (dedüksiyon)”un ilk öncül / önermesi de “tümevarım”a dayandığı için, bu mantık kuralında da arasını “inanç” veya “kanaât, zan, vehim”le doldurduğumuz bir boşluk ve zayıflık vardır!…

“İnanç – bilgi” arasındaki yapaylığın diğer bir yönü de şu: Epistemolojik veya ontolojik sebeplerle direkt gözlem, ölçüm ve deneyle tekrarlama yapmamızın mümkün olmadığı için “gayb” kategorisinde olan algıla(ya)madığımız “atom” veya gör(e)mediğimiz “Fatih Sultan Mehmed”e; fizikçi ve tarihçi biliminsanlarının delil ve sözlerine itimad ederek (taklîden) inanmamız gibi; Peygamberler’in de (Â.S.) dediklerine inanırız. Aynı şekilde; bir mühendiste, bir doktorun dediğine inanır ve güvenir. Elhasıl herkes her alanda uzman olamaz ve uzmanı olmadığı alanda uzman olanı taklid etmekle mükelleftir; yoksa aynı eğitimi kendimizin de alması; bu da yetmez, o konuda aynı araştırmayı kendimizin de yapması gerekir! Peygamberimiz’in (S.Â.V.) dediğini biz de deneyip; bizzat şahid olup, görmek istiyorsak; talebesi olmayı kabul edip, aynı eğitimden geçmek zorundayız, başka yolu yok. Doktorun teşhis – tedavisi işe yaramazsa, başka doktor arayabiliriz. Elhasıl “deney – gözlem – ölçme” denilen şey sadece dışarıda / afakta olanla sınırlı değil; bunun enfüsî ve içsel olanı da var!

Arabasına bindiğimiz şoför ve okuldaki öğretmene bile başta güven ve itimad şart; öğretmenin her dediğine “yalan ve yanılma ihtimâliyle” yaklaşırsak “öğrenme” gerçekleşmez! Bir adamın yalanı – hilesi var mı ve varsa bunu ortaya çıkartmak için bile; bir süre yanında kalmak, kendisinden eğitim almak, güvenini kazanmak gerekir! Öğrenim gerçekleşip, konunun uzmanı olduktan sonra, ancak o zaman itiraz veya rey hakkımız olabilir! Tanımadığımız, hatta diplomasını bile görmediğimiz doktora güvendiğimiz kadar olsun güvenimiz! Bu aklı atmak veya askıya almak değil, akılla karar vermek; yani aklın söylediği şey zaten. Doktora tâbi olmak ve ne dediğini anlamak için de o akıl her zaman bize lâzım zaten!…

“İslâmi Bilim”e itiraz sebeplerinden biri de şu argüman: “Genelde İslâmiyet, özelde Allah ve ahirete inanç ve imanın hakikâti zaten ‘gayba imandır’; görmeden inanmaktır!”

İyi de zaten değişik sebeplerle göremediğimiz için bize “gayb” olan konularda delil – ispat istenir; zaten delil – ispat sürecinin kullanıldığı yer bu alandır! Bizzat şahit olup, algıladığımız şeyin delil – ispatına zaten ihtiyaç yoktur; zaten görüyor, dokunuyoruz! Çünkü görüp, algıladığımızdan çok daha kesin ve açık bir şey yoktur ki; algıladığımızın varlık ve sıfatlarını, ona bağlayıp, te’yid ettirelim; böylece daha açık ve net hâle getirelim! İspat; kendisinin doğruluk ve kesinliği daha alenî ve apaçık olan bir bilgi / haber’e, yani doğruluğundan emin olduğumuz bir naklî bilgi / habere; emin olmadığımız veya hakkında bilgi sahibi olmadığımız diğer birşeyi yaslamakla; o yeni şey hakkında, yeni bilgi ve kesinliğe ulaşma çabasıdır.

Elhasıl “gayb’a iman”; delilsiz – ispatsız, körükörüne ve dogmatik bir biçimde; salt güvene dayalı bir inanç değildir. Hatta özellikle görmediğimiz ve algılamamızın mümkün ol(a)madığı gaybî konularda; “gaybî” olduğu için, delil – ispata ihtiyaç ve zaruret vardır! Zaten görmediğimiz, algılamadığımız veya bu dünyada görmemizin ve algılamamızın mümkün olmadığı şeyleri bilmek ve bu bilginin doğruluk ve kesinliğinden emin olup; buna iman ve itikad ve iz’ân etmek için delil – ispat ihtiyacı hasıl oluyor. Yoksa bu dünyada görüp, algıladığımız ve bizzat yaşayarak şahit olduğumuz şeyler hakkında delil arayıp, ispat etmeye gerek yoktur.

Bu ân / mekânımızda olmadığından, duyularımızla algılayamadığımız için bize gayb olan şeyi doğal olarak bilemeyeceğimiz için; birbirine hem delil ve hem de ispat (netice) olup, içiçe birbirini gösteren “Peygamber, Kitap, kâinat, fıtrat, akıl – kâlp, vicdan, ene, nefs” gibi delil – ispatlar göndermiş ve vermiş Rabbimiz bize!

İslâmiyet’te bu böyle olup, aklı olmayanın dini de yoktur ve kişilerin dinden ve amelden hissesi; akıl ve anlayış, ihlâs ve niyetleriyle doğru orantılıdır. Bu sebepten kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de “akıl” hep müspet ve olumlu anlamda kullanılmış olup; kâfir ve münafıklar “akılsızlık ve aklını kullanmamakla” nitelendirilmişlerdir. (Burada belki “akıl” ve “zekâ”yı da ayırmak gerekebilir. Örneğin: Akıllı insan, bile bile kendini zehirlemek ve tedricî intihar denilebilecek birşeyi yapmaz, mes’elâ sigara içmez; fakat kişide günah veya gaflet veya başka bir zaaf noktasından akıl daralması yaşanmaya başlamışsa, o kişi zeki olsa bile sigara içebilir…)

Burada “delil” ve “ispat”ın eşanlamlı ve özdeş ve aynı şeyler olmadığından başka; neyin, neye ve kime göre, nasıl ve ne yönden delil (sebep) ve ne yönden ispat (netice) olduğu da ayrı bir konu. Yani Aklî delil ve Naklî delil ve Enfüsî delil – Afakî delil ayrımları da diğer bir konu… Burna ispat, kokuyla; gözün hidayeti ışıkla; dile tatladır. Akla, hüccet / bürhanla; kalbe irfanladır. Yani maddî – manevî her letaif ve kuvvemizin hidayet ve delil’i farklı, rızkı farklıdır; aynı şekilde sıhhat – hastalık, ilâç – zehiri de farklıdır.

“Gayb”ın diğer tanım / ta’rifine göre; Rabbimiz, ahiret, melekler bizzat ve şahsen şimdi / şuradamızda olmadığı veya olduğu veya olabildiğinde bile; mevcut duyularımızın sayı ve çeşit ve derinliği, algılamaya yeterli ol(a)madığı için; yani biz insanlara göre gayb kategorisinde olan sadece Rabbimiz, ahiret, meleklerin “zâtı”! Yoksa varlık ve sıfat ve özellikleri değil! Yani Rabbimiz’in varlık ve isim – sıfatları ve bunun delil – ispatları gaybî ve gizli ve algılanamaz değil! Bu delil – ispatlar şuhudî ve alenî, zahir ve somut! Manevî duyularımızla olduğu kadar; fiziksel / maddî duyularımızla da görüyoruz yani!

Yeri gelmişken; Bilim’in “madde – enerji, tesadüf, çekim, kuvvet, paralel evren, sicimler” gibi başka şey(ler)i mutlak bir aksiyom ve önvarsayım olarak kabul edip, bunlara sonsuzluk vermesinden çok daha ma’kul ve mantıklı ve delil – ispatlı, mutlak ve sonsuz Allahu Teâlâ’yı kabul etmesi! Aksi hâlde Rabbimiz’i kabul etmezse; düşünce sisteminde başka birşeyi “mutlak” ve “temel” kabul edip; delilsiz buna inanmak zorunda kalacak! Halbuki Rabbimiz’den doğan boşluğa koyduğu bu batıl inanç ve aksiyomlarının bırak doğruluğu; bunun imkânına dahi delil – ispat yok, bilâkis muhâl ve mümteni olduğuna çok delil, gözlemler mevcut…

Elhasıl dinimiz “gayb” derken; öyle çok uzakta Kaf Dağının arkasında yaşayıp, hiçbir alâmet ve işareti olmayan ve sadece dağı aşan özel insanların gördüğü Zümrüdü Anka Kuşu gibi bir masaldan bahsetmiyor bize! Dinimizde “iman”ın epistemolojik temelleri gösterilmiş olup; aksi hâlde, aklını kullanmadığı ve tahkik etmediği için, anne – babasından gördüğü gibi; yani atalarını takliden ve onlara güvendiğinden delil – ispat aramaya ihtiyaç duymayıp, ineğe veya puta tapan batıl bir inanç sahibiyle veya “saçma ve mantıksız olduğu için inanıyorum” diyen bir hıristiyanla; aynı şekilde (bu dinamiklerle) İslâmiyet’e inanan müslüman (sosyolojik müslüman) arasında; inanma şekil ve dinamikleri bakımından hemen hemen hiç fark kalmamış olur! Ki gerek Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerin ve gerekse Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’in uygulamalarının ve gerek İslâmiyet’in özellikle ilk üç asrındaki dönemlerdeki İslâm Âlimleri’nin uygulamalarının şahitliğiyle; körükörüne ve dogmatik bir tarzda inanç ve iman ve itaat, bizden istenmemektedir! Hatta körükörüne, anne – baba hangi dindeyse; bu şekilde bir taklidî imanın, makbul ve geçerli iman olup olmadığı konusunda mezheplerarası ihtilâflar da mevcut.

Elhasıl 5 duyumuzla algıla(ya)madığımız, algılasak bile; olmayan dışına çıkıp ihata edemediğimizden veya ayrımını yapabileceğimiz zıttı olmadığından veya kıyaslayıp – karşılaştırabileceğimiz misli ve benzeri olmadığından; kısaca kayıtlı duyu eşiklerimizin çok çok üzerinde; yani zamansız ve mekânsız ve sonsuz olduğu için; yani hem “evvel” hem de “ahir” ve hem “zahir” hem de “batın” olup; yani “şiddet-i zuhurundan en somut olması, bize en soyut olmasına sebep olan” Rabbimiz bize “gaybî!” Yoksa O’nun varlık ve sıfatlarına ayna ve alâmet ve şeffaf cam olan enfüs ve afaktaki delil ve ayetler; gaybî değil, “şuhudî”; gözü olan herkes görüyor! Zaten O’na enfüs ve afakta delil olmasa; Rabbimiz’i inkâr eden kâfir, ahirette niye cezalandırılsınki!? Demek kimsenin “kâinatta delil / yeterli delil yok / ispat bulamadım” diye saklanabileceği bir mazereti yok! (İnkâr edenin mazereti yok; kabul etmeyenin değil. Çünkü ehl-i fetret gibi bazıları işitmemiş ki; inkâr veya kabul etsin! Yani inkâr etmemek ayrı, kabul etmek ayrıdır; iman etmek daha ayrı.)

Yani Rabbimiz dünyada hem “iman”a ve hem de “küfür / şirk / inkâr”a delil yaratmamıştır; (haşa!) tuzak kurar gibi kâinata her 2 yönde deliller serpiştirmemiştir! Kâinat Kitabında sadece Rabbimiz’in ayet ve delilleri olup; aksine delil olabilecek herhangi bir varlık ve olay; örneğin şirke emare ve delil nevinden, Rabbimiz dışında başkasının yazdığı / yazabileceği harf ve kelime yoktur! Yani evrende sadece hidayet ve rahmet nurları vardır.

O hâlde dalâlete giden elinde bir delil olduğu için değil; gözkapama nevinden veya zan ve vehmî kuruntularla gitmektedir. Güneş’in ışığından faydalanmak için birşey yapmak gerekmez, hatta irade ve niyet etmek bile gerekmez; fakat tersi için göz kapamaya niyet etmek yeterli! Yağmur herkese isabet eder, fıtraten devamlı açık kâlp kabını, su-i niyet ve istimâlle kapatmayı irade edenlerin kabı dolmuyor ancak!

Demek başımıza gelen hayır Rabbimiz’den; şer bizden, bizim istememiz veya hak etmemizden! Demek kâinattan bize devamlı, “1” anlamında hidayet mesajları geliyor; bunu kendimize “0” yaparak akımın geçmesine biz mâni oluyoruz! Demek ötelerden gelen mesaj / sinyalleri duyabilmek için, yerden gelen gürültü ve parazitleri azaltmak; bunun için de istasyon ayarlarını doğru yapmak gerek. Demek fıtrattaki cihazlar bozulunca; baştaki göz gibi, içimizdeki göz de körlüğe kadar gidebiliyor; sonra kâinat kitabındaki delilleri görmüyor, sesleri duymuyoruz!

Elhasıl olay irademiz sınırlarındayken çözmezsek; mevcut amel veya amelsizliklerimiz, tekrarla, meleke ve alışkanlık hâlini alıp, böylece irademiz dışına çıkıp otomatikleşecek; sonra bu alışkanlığı tekrar irade alanımıza sokup, iradî olarak bırakmak zor oluyor!

Bir de çevremizde “İlâhî değil / bizzat Allah’ın eseri – işi değil” anlamında; “tabiî, fizikî, doğal / tesadüfî, mümkün” diyerek, bu tekrar / telkinlerle kendimizi inandırdığımız; yani çevremizde her gün gördüğümüz Rabbimiz’in bu fiil ve eserleri; bizdeki alışkanlık / aşinalık / ülfetle perdelenip; sonra bunun sonuçları (irademizle uçurumdan atlamaya karar verip, bir kere atladıktan sonra, iş irademizden çıkması gibi) irademiz dışında gelişmeye başlar!

Elhasıl istikametten uzaklaştıkça, geri dönmek zorlaşır / zorlaşıyor! Başlangıçtaki ilk adım ve açı, muhitte çok büyük sonuçlara neden olabiliyor! Sonra; “Allah’ın, ahiretin, ölümün olduğunu bile bile, göz göre göre, hatta bile isteye nasıl geldim ben buraya!? Üç gün sonra önemi kalmayacak bu işler / meşgalelerle, nasıl aldattım ve uyuttum ve unuttum kendimi!?” diyoruz.

“İstisna” bile olması mümkün değilken, asıl hergün olması gayr-i mümkün ve mu’cize olan bu şeylere aşinalık ve ülfeti kırmak ve “birgün ölünce bu ülfet” bitecek demek için belki hergün uyuyor – uyanıyor; ölüyor – diriliyoruz! Belki; “bak kuralları farklı başka bir âlem de olabilir ve var” der gibi sanki, hergün “rü’ya” görüyoruz! Belki, bize göre gelecekte edeceğimiz (Rabbimiz’e göre zamansız ettiğimiz): “Bizi tekrar dünyaya gönderip, dirilt ki, böylece daha hayırlı, salih ameller işleyelim” duamızın zamansız kabulü anlamında; her gün ölüp – diriliyoruz! Belki bu sebepten herkes topluca uyumak, rü’ya ve uyanmakla, hergün mahşer – haşir – neşir – hesabın provasını yapar gibi; o gün yaptıklarımızın hesabını veriyoruz, beyin / bilinçaltımızı düzenliyoruz; yenilenmiş bir şuurla hergün yeni bir başlangıç yapıyoruz! Ömrümüzün üçte birini alan uyku ve rü’yanın, taşıdığı anlam ve iletmek istediği mesaj da bu kadar büyük bence.

“Başlangıçtaki ilk adım ve açı, muhitte çok büyük sonuçlara neden olabiliyor” demiştik ya, bakın yazı nerelere geldi!

Yazıyı asıl konumuza bağlayıp, bitirelim. Her yazımızda vurguladığımız gibi; bence önce Batı kaynaklı “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (knowledge, data, info)”yu ayırıp, sonra “İslâmî B/İlim” ismiyle müsemma; kendi kavram ve anlam haritalarımızı kurmalı. Çünkü mevcut Bilim’e göre Allahu Teâlâ “yok veya varsa bile kâinatın varlık ve işlemesinde fonksiyonu olmayan / metafizik ve gaybî”; felsefeye göre ise “soyut.” Esma-ül Hüsnâ temelli İslâmî B/İlim’e göre ise bunlardan hiçbiri! Çünkü O hem “Zahir” hem “Batın” ve hem “Evvel” hem “Ahir!”

Elhasıl mevcut Bilim’in Bilimsellik Kriterleri yerine İslâmî Bilim’in kriterlerine geçilirse; Rabbimiz, ahiret, melekler… delil – ispatları mümkün. Örneğin İslâmî Bilim’e göre “ahiret” gelecekte değil; şimdi, hatta çoktan başladı! Hatta “ahiret” önce başladı, yani her 2 evren / âlem şu ânda var ve aralarında alışveriş – etkileşimler oluyor! Bazıları bu dünyada görünüyor, mes’elâ bitkilerin toprakta haşir – neşri bu dünyada görünüyor!…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...