Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (1)

Ateist–Materyalist Eğitim Suçu Engelle(ye)miyor; Üstelik “Nitelikli” hâle getirip, bir de Çeşit ve Sayısını Arttırıyor!

Bedî’üzzaman Hazretlerinin kitaplarında önerdiği ve anahatlarıyla tanım ve ta’rif ettiği “Medreset-üz Zehra Eğitim Model ve Yöntemi”ni anlamak ve günümüzde uygulanan “Seküler Modern Eğitim Felsefesi” ve Okullarından farkı ve ayrıcalığını göstermek için; her iki Eğitim Modelini kıyaslamalı incelemek gerekiyor. Konuya yabancı ve indirekt bağlantılı olanların da, mes’eleye nüfuz edebilmesi için bu gerekli ve lüzumlu.

Ayrıca, Bedî’üzzaman’ın önerdiği tek Eğitim Modeli var diye anlaşılmaması için; “Medreset-üz Zehra”dan ayrı ve öncelikli olarak; “Medrese-i Nurîye” ismindeki ana ve temel eğitim modeline de değinmek gerekiyor. İnformel ve gayri resmî, herhangi bir kabul ve devam şartı olmayan, yaygın (tüm fert – zemin – zamana yayılmış), en birinci asıl ve öncelik verdiği, “Medrese-i Nurîye” ana eğitim modeli hakkında da bilgi vermek gerekiyor.

Beşerî münasebetlerde artan çözülme ve bozulma; dolandırıcılık ve diğer suç oranlarının konuşulduğu her yerde, konuşma ve tartışmaların geldiği son nokta genellikle “eğitim ve öğretim” olur. Herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözülebileceği ifade edilir. Klişe ifadeyle “işin başı eğitim.”(!)

Halbuki, işlenen suç oranlarında “eğitimli” ile “eğitimsiz” arasında kayda değer bir fark olmayıp; üstelik eğitimlilerin işlediği suçlar, genelde “nitelikli suçlar” kapsamına girmektedir! Yani eğitimliler suç oranlarını azaltmaktan ziyade, suçların “kalite” ve “çeşidini” arttırmakta! Yani Ateist–Materyalist Eğitim suçu engelle(ye)miyor; üstelik “nitelikli” hâle getirip, bir de çeşit ve sayısını arttırıyor! Üstelik bunlar “okumuş” olduklarından, suçlarını yasal kılıflara bürüyüp, “fatura – muhasebeleştirme hileleri” gibi yöntemlerle gizlemekte de mahirler! Yani bu tür suçların “tespit” ve “ispatı” da zor!

Bir de herhangi bir kurumda uzman veya yönetici olarak, yüksek miktarda hisse ve sermaye veya insan yönettikleri için veya stratejik / kilit bilgilere sahip olduklarından; özellikle “vergi kaçırma, hırsızlık ve dolandırıcılık” gibi suçlarda; çaldıkları miktar ve firma veya ülke / vatandaşa verdikleri zarar; eğitimsizlerin işledikleri “âdi suçlara” göre, kıyas kabul etmez derecede daha fazla!

Bir vesileyle başka bir yazımızda da geçtiği gibi; okuma – yazma öğrenecek kadar bile günümüz eğitim çarkından geçmemiş köydeki Çoban Mehmet’e, yönetmesi için en fazla bir koyun sürüsü emanet edilir. Kimseye farkettirmeden sürünün bir kısmını pazarda satmayı kafasına koyan Çoban Mehmet’in sınırları bellidir. Öyle “koyunları kaç tür, hangi yöntemlerle gaspedebilirim, suçumu nasıl gizlerim, hangi yalanlar inandırıcı olur, pazarda tanınmamak için ne yapabilirim” gibilerinden şeylere de kafası çalışmaz! Zaten elindeki imkân ve gücü; en fazla, kendisine emanet edilen sürünün tamamını çalma ve gasbedip, satması olabilir. Ve daha ilk suçunda da, akşama kalmadan yakayı ele verir. Sonuçta kendisine emanet edilen koyun sayısı belli, geri gelen belli ve bunu saklaması da mümkün değil. Ne olur?: Böylelikle bir daha kimse hayvanını Çoban Mehmet’e teslim etmez. Daha ilk hırsızlığında yakalanıp, ismi çevre köylere kadar yayılan Mehmet’in, aynı suçu bir daha işlemesi de mümkün değildir.

Elhasıl eğitimliler, işledikleri suçların “kalite ve nitelik”, “çeşit” ve “sayı” ve “tekrarı”; ayrıca “zarar verme genişlik” ve “miktarı” ve bu tür suç(lu)ların “tespit ve ispat zorluğuna” kıyasla; ‘eğitilmemiş / cahillere’ göre açık ara önde!

Resmin bütününde görünen manzara bu. Demek ki “eğitim, okumak”; suçu engellemiyor, bilâkis suçların nitelik ve kalite, sayı ve çeşidini arttırıyor! Demek ki “eğitim”i çözüm olarak sunmadan önce, “eğitim – öğretim”i başlıbaşına bir problem olarak görüp, önce bu problemi çözmeli. Eğitimdeki sorunları çözmeden, eğitim başka derde çözüm olmaz.

Yukarıda demiştik ya; herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözülebileceği konusunda herkes hemfikir. Aynen bunun gibi; “eğitim – öğretimin kalitesinin arttırılması ve yaygınlaştırılması” konusunda da herkes görüşbirliği içerisinde.

Fakat iş, “eğitim” kavramının içine doldurmaya gelince; yani “nasıl ve neyin eğitimi verilecek?” sorusuna gelince; biraz önce görülen konsensüs ve fikir birliğinin, sadece bir ilüzyon ve görünüşten ibaret olduğu anlaşılıyor. Elhasıl konuşmalarımızda aynı kelimeleri kullanmamız, aynı kavramlarda anlaşmamız; “o konuda aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri anlıyoruz” anlamına gelmiyor!

Yani artık “herşeyin çözümü eğitimde, eğitimde kalite, müfredatta değişiklik, sistemde revizyon” sözlerini tekrarlamanın bir anlamı yok, çünkü herkes bunların içini farklı dolduruyor! Artık somut adımlar atmak ve artık işin bir adım daha ilerisine geçip; “neyin eğitimi ve nasıl bir eğitim?” sorusunun cevabına bakmalıyız. Bu konuda projeler üretmeli, müfredat ve ders kitapları hazırlamalı ama önce bu konuda öğretmen, yazar ve öğretim üye / görevlilerine yol gösterip, rehberlik edecek başvuru kaynakları hazırlamalıyız.

Çağımızın Eğitim Anlayışı ve Bedî’üzzaman’ın Eğitim Anlayışı

Günümüz dünyasında hâkim olan genel eğitim modeli; bağlı bulunulan devletin yasalarına iman etmiş, “mü’min ve muttakî”; yani “iyi ve uysal vatandaş” yetiştirme üzerine kurgulanmış ve tasarlanmıştır. Bu tür eğitim modelinin hâkim olduğu devletler; vatandaşlarının günah işleyip işlemediği, faiz alıp almadığı, piyango – kumar oynayıp oynamadığı veya ibadetleriyle, cami veya kiliseye gidip gitmedikleriyle ilgilenmez. İlgilendikleri: Vergilerini ödeyip ödemedikleri, kanunla tanımlanmış suçları işleyip işlemedikleri gibi fiillerdir.

Bedi’üzzaman’ın eğitim – öğretim modelinin vizyon ve görüş alanı ise bu 60 – 70 senelik dünya hayatıyla sınırlı değil. O’nun teklif ettiği eğitim metodu; kişinin kendine ve içinde bulunduğu topluma, sığ ve geçici bir getirisi olan “iyi vatandaş, uysal yurttaş” olmanın ötesine geçip; hatta fıtratımızda olup, doğuştan getirdiğimiz, default / fabrika ayarları diyebileceğimiz “iyi insan” olmanın da ötesine geçip; (Risale-i Nur’da “insaniyet-i kübra” olarak isimlendirilen)kâmil insan” olmayı hedefler. “Kâmil İnsan” olmanın tanım / ta’rif, yöntemini de İslâm’dan alır; yani “iyi mü’min, müslüman” olmayı hedefler.

Bedi’üzzaman’ın teklif ettiği eğitim modeline göre; insan davranışlarını değiştirme ve suça bulaşmayıp, ek olarak ahlâkî ve faziletli davranışlarda bulunmasını teşvik ve sevk ve zorlamak için, sadece “dünyevî suç – dünyevî ceza” mekanizması, motivasyon dinamiği olarak yeterli olmaz. Buna “günah – uhrevî ceza”nın da eklenmesini, üstüne ayrıca “ibadet – (ecir) sevap”ta diyebileceğimiz “faziletli davranış – ödül” motivasyonunun da eklenmesini teklif eder. Bir sonraki aşamada da, “ihlâs / ihlâslı davranış” diyebileceğimiz “dünyevî ve uhrevî karşılık beklememe”; yani yaptığımız veya yapmadıklarımızın sırf “Allah emrettiği” için olmasını hedefler.

O’na göre; bir “müslüman”, devlet veya kanun emrettiği için değil; öncelikle ve asıl Allah emrettiği için, suç işlemez. Polis veya hapisten korktuğu için değil; Rabbinden ve ahiretteki kötü akıbetten korktuğu için suç işlemez. Bağlı bulunulan veya içinde bulunduğu ülke / devlet / kanunun meşru ve mübah emir ve kurallarına uyup, anarşi ve fitne çıkarmamak; hain, asi, bâğî olmamakta Rabbinin ayrı bir emridir zaten. Yani kanunun çoğu emir – yasaklarına uymamak “suç” olduğu gibi, aynı zamanda “günahtır” da!

Bedi’üzzaman Hazretlerinin eğitim modelinde, yukarıda “ibadet – (ecir) sevap / faziletli davranış – ödül” ismini verdiğimiz, “teşvik / sevk” motivasyonunu açmak gerekiyor. Şöyle ki: Günümüz devletleri suçu cezalandırıyor; fakat suç işlemeyip, üstüne faziletli davranış gösterenlere herhangi bir ödül ve teşvik ve özendirme politikası yok. Varsa bile bu basit bir plâket veya bir binaya kişinin ismini vermekten öteye geçmiyor. Halbuki bu, insan davranışlarını değiştirme veya geliştirmede, yeterli ve geçerli bir motivasyon ve etki sağlamaz.

Yani bir insan, plâket almak için veya bir yerlerde isminin yaşaması ve gelecekte iyi anılmak için; “şu kurum veya yoksullara para bağışlıyayım, bina yapayım” demez. Yani bu tür yardımların çoğu “vicdanî ve insanî” veya “fıtrî ve İslâmî” sebeplerle gerçekleşiyor. Bina yapıp, yardım için fon kuranların da çoğu, bunu “gider gösterip, vergiden düştükleri” için; yapılan bu yardım da vergilerimizle yapılmış gibi oluyor!

Bedi’üzzaman’ın eğitim sistemi ile günümüz eğitim sistemindeki diğer fark: Günümüzde geçerli olan eğitim anlayışı “formel, şekilsel ve resmî öğretim”e dayanır. Ve bu öğretimin de “eğitim” kısmı eksik olup; okulda verilen şeyler genelde “IQ / entelektüel zekâ”ya hitap eder. Ve bunda kullanılan metod bile eksik / yanlışlarla malûl olup; bu okullarda öğrenciye verilen “bilgi”, onu kullanmak ve pratiğe döküp, realize etmekten ziyade; “hafızayabilgi depolama, böylelikle sınavda çıkacak soruları çözme amacı taşır…

Vatandaşın çocukları, sabah daha hava aydınlanmadan, uyandırılır; sıcak döşeği, anne kucağından alınıp “kreş, okul, üniversite” ismi verilen binalara alınır. Öğrenilmesi ve ezberlenmesi zorunlu tutulan müfredat burada beyinlere dikte edilip, sokulur. Öğrenciden, bunların doğru – yanlışlığını sorgulamadan, “mutlak doğru” olarak kabul etmesi istenir. Okul çıkışında ise eğitim bitmiş olup; öğrenciye en fazla, evde yapması gereken ödevler verilir. Bu okulların “üniversite” düzeyinde olanların çoğunda “anadilde” eğitim yasaktır! Eğitim dilinin Türkçe olmasının yasaklandığı bu okullarda, derslerin tamamı veya çoğu İngilizce olup; başka bir dile de müsaâde edilmez!…

Medrese-i Nurîye ve Medreset-üz Zehra

Bedî’üzzaman kitaplarında, en birinci asıl ve öncelikli olarak “Medrese-i Nurîye” ismini verdiği, informel ve gayri resmî, herhangi bir kabul ve devam şartı olmayan, yaygın (tüm fert – zemin – zamana yayılmış) eğitimle birlikte; “Medreset-üz Zehra” ismini verdiği formel ve şekilsel, resmî ve diplomalı eğitim modelini de önerir.

Medrese-i Nurîye; en küçük toplum birimi “aile”de yapılacak olan; aile bireylerinin isteğine bağlı olup, kendilerinin gerçekleştireceği; burada Risale-i Nur’ların okunup, hasbihâl edildiği, “sohbet” tarzında sürekli bir eğitim biçimidir. Ayrıca, komşularla gerçekleştirilebilecek umumî “ev sohbetleri” yapılabilir. Ayrıca, evini gayri resmî olarak “Medrese-i Nurîye” olarak tahsis veya temlik ve vakfetmiş kişilerin hânelerinde yapılan, herkesin katılımına açık “ev sohbetleri” de vardır. Fakat asıl olan; her “ev / ailenin” küçük bir “Medrese-i Nurîye” olmasıdır.

Bütün bu biraraya gelme ve sohbetlerde, “resmî – gayri resmî” herhangi bir örgütlenmeye gidip, organizasyonlar yapma veya ses getirecek ortak eylem / imza ve davranışlarda bulunma gibi hedefler güdülmez ve aranmaz. Bu ev sohbetlerinde amaçlanan; dünyevî kir veya toz, sıkıntı veya meşgalelerden teneffüs edip, üzerimizdeki toz – paslardan kurtulmak; asıl / ana, değişmez ve güncelliğini kaybetmez “İmanî ve İslâmî” konularda maddî – manevî şarj olmak; “geldiğimiz ve gideceğimiz yeri unutmama konusunda” aile, insan ve toplum olarak birbirimize yardımcı olmaktır. Aile bireyleri ve Müslümanlar arasında eskiyen veya yıpranıp, kaybolan kardeşlik ve uhuvveti, “sıla-i rahim” ve irtibatı yeniden te’sis ve tahkim ve takviye ederek; “mü’minler kardeştir…” (Hucurât Suresi, 10. Âyeti Kerime) sırrınca, hiçbir tarikat – cemaât – fırka ayrımına gitmeden “Ümmet-i Muhammed” olabilmektir. İşte bu gibi sebeplerden; Bedi’üzzaman, asıl ve temel olarak, her evin küçük bir “Medrese-i Nurîye”ye çevrilmesini tavsiye eder:

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir…” (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı / Emirdağ Lâhikası / 77. Mektup)

Onun için, daire-i meşruâdaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaât getiriniz. Sizin hânenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir…” (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı / Lem’âlar / 24. Lem’â / 3. Nükte)

Anakonumuz “Medreset-üz Zehra Eğitim–Öğretim Modeli” olduğu için, “Medrese-i Nurîye Modeli” hakkında daha fazla detaya girmiyoruz. Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretlerinin önerdiği Medrese-i Nurîye Modelinden farklı olarak; plânlı, formel ve şekilsel tabana oturmuş; resmî olup, bitirenlerin diplomalarını alacakları; üniversite olarak kurulacak ama lise – orta – ilkokul gibi kısım ve şubeleri de olacak “Medreset-üz Zehra”da, eğitim ve öğretim anadilde yapılır.

Türkiye için konuşuyoruz; eğitimin, kişinin anadili Türkçeyse türkçe, Kürtçeyse kürtçe yapıldığı; fakat her halûkârda, vatandaşı olup, içinde yaşanılan ülkenin yaygın ve resmî dili olan Türkçe’nin de öğrenilip, bilindiği. Ve başta kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve diğer İslâmî Kaynaklar ve yakın ve komşu olduğumuz müslüman kardeşlerimizle alış – veriş ve irtibat, dostluk ve ünsiyet kurabilmemiz için Arapça’nın da öğrenilmesinin zorunlu olduğu; öğrencinin burada seçtiği / seçeceği uzmanlık alanına göre “İngilizce, Almanca, Fransızca, Çince, İbranîce” gibi diğer dil(ler)i de öğrenmesinin isteğe bağlı veya zorunlu olabileceği bir üniversite – lise – orta – ilkokul modeli.

Üstad Bedi’üzzaman Hazretlerinin “Medreset-üz Zehra Modeli” ve “Eğitim Felsefesinin”, çağımız eğitim anlayışından ayırtedici üstünlük ve avantajlarını anlatmaya yer ve zamanımız kalmadı. Onu da haftaya anlatalım inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...