İnsanın Fiilleri Örneğinde; Sebeplerin Fonksiyon ve Rolü: Yürüyen biziz, Yürüten O
Önceki yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimini” anlatmaya çalışmış ve Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Mektep, Medrese ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığının burada yattığını söylemiştik. Bu kısmı tamamlayıp, yazının kalanını Medreset-üz Zehra’da “Eğitmen / öğretmen” ve “Eğitim Biçiminin” farkı ve ayrıcalığını anlamaya çalışacağız.
Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi (bilmâna): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en zengin ve câmisi, en donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile kendi üzerinde gerçekleşen, hattâ kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile; % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken bile ne de bir şuuru var! Kendi iradî fiillerinde bile insanın durumu buyken; diğer, kâinattaki işleyişte “etken sebep”, yani “fail” ve “özne” saydıklarımız ne haltetsin!?”
Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Not: Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararla gerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği, istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)
Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesini dilemektedir; kendisinde yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî veya örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma, adaptasyon vs!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası bilgi ve irademiz dışında gerçekleşiyor; olurken bile farkında olmuyor, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biziz, yürüten O!
Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile; “birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve “yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor”, hatta “olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak”; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!
Eylem ve fiillerimizin inşa ve icad ve yaratılmasında, insan iradesinin rolü; bindiği helikopterin hiçbir yerine dokunmadan, helikopteri (uzaktan kumanda gibi) sadece düşünerek kontrol edip, sağa – sola yönlendiren insanın durumu gibi. Yani, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve olurken bile nasılını farketmiyor, bilmiyorsak; “ben yapıyorum, hayır – şer tüm fiillerimi ben terkip ve inşa ediyorum” demek, doğru değildir.
Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bil(e)miyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (yani olay yerine intikal etmemden) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı; arzu – heves – hırslarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)
Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!” (“İstemeye’ ve ‘neyi isteyeceğimize’ biz mi karar veriyoruz?” sorusu, ayrı bir konu olduğundan; burada bir soru işareti bırakıp, devam ediyoruz.) Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail ve mucid! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O! Misâlleri, “anne – bebek” ilişki / illiyyeti gibi örneklerle çoğaltabiliriz…
Demek; sebepler içerisinde, akıl, şuur, his, cihaz ve aletçe en donanımlı ve güçlüsü “insan”ın, kendi üzerindeki kontrol ve iradeli fiillerinin icad ve inşaşında bile; %99,9’u bilgi – kontrol ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; insanla kıyas edilemez derecede aciz ve cahil ve şuursuz diğerleri için, mes’elâ: “Ağaç, elmaya sebep ve vasıtadır; arı, bal yapar; bulut, yağmur yağdırır; Güneş, yeryüzünü ısıtır; rüzgâr, bitkileri aşılar; karaciğer, 300’den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir; bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder” gibi ifadeler, gerçeğin saptırılmasından başka birşey değil!
Güya tarafsız ve olgusal bu tür ateist ifadelerin, — doğumdan ölüme kadar, okulda, evde, TV’de, kitaplarda — defalarca telkin ve tekrarıyla programlanan kişiler, bütün bu fiil ve eserleri Allah’ın yaptığını unutur. Bu tür gizli, bilinçaltı / subliminâl mesaj taşıyan ifadeler; bunları “rızık ve ni’met” olarak veren Rabbimiz’i saklar ve perdeler. Mona Lisa tablosuna bakınca, otomatik refleks olarak (hadsen) gelen Da Vinci çağrışımı gibi; kâinat tablosuna bakınca, Rabbimiz akla gelmez; gördüklerimiz O’nu hatırlatmaz olur!
Bu Bilimsel Bakış Açısının bize verdiği Nazar / Niyetle; kâinata ateist bakışın, meleke ve alışkanlık olmasıyla; o insan zihninde kâinat ve madde, O’na şeffaflık ve aynalığını kaybedip; O’na “ayet” ve “işaret” ve “alâmet” olma vasfını kaybeder. Halbuki okuma – yazma bilmeyen Peygamberimiz’e (S.Â.V.) ilk gelen emir ve âyettir; “Yaratan Rabbimiz’in adıyla (Onun ismiyle, yani besmeleyle) kâinatı okumak!…”
Elhasıl Bedî’üzzaman, “sebep” kavramının ve işleyişteki hikmet ve rolünün, inanmayan ve inanmayan tüm insanların dünyasında yanlış anlaşıldığını ve putlaştırıldığını söyler. Yani “sebep” ismi verdiklerimizin aslında hiçbirşeye sebep olamayacaklarını, çünkü buna ilim ve kudretlerinin yetmediğini söyler. Nesneleri bir “kalem” veya “alet” ve “maşa” gibi, Rabbimiz Kudret Eliyle tutmadan, bunların kendi kendine, kendi başına hareket bile edemeyeceklerini söyler. Hareket etmeyi bırak, varlıkta bile duramayacaklarını söyler.
Bu açıdan, “kitap yazma” örneğinde; “yazma fiili” ve “yazar fail” ve “kâtibinden” bahsetmeden veya “yazar gibi bir sebep veya faile gerek ve ihtiyaç yok” anlamında; “kalem, yazının ve yazının ifade ettiği bilginin sebebidir” diyerek; olayları Deterministik İfade etmek; saçmalık ve hurafeden başka birşey değildir!
Günümüz Bilim’i ve işlenen dersler hep bu ateist ve materyalist inanca, natüralist ve determinist safsataya göre işlenip, dizayn edildiğinden; öğrencinin bilinçaltına “bu işlerle Allah’ın ilgisi yok, O olsun olmasın bu işler olur ve zaten oluyor; demek ‘Allah’ gibi ek bir sebep veya faile ve buna inanmaya ilmen ve mantıken herhangi bir zaruret ve ihtiyaç yok!” Virüslü Gizli Mesajı, bilinçaltımıza ilka ve şırınga edilir ve ediliyor!
Yani olayları “Ateist Bilim/sellik Kriterleri”ne göre; yani “Determinist Felsefenin İnanç Esasları”na göre “Yatay Sebep – Sonuç Etkileşim ve İlişkileriyle” açıklayıp, tasvir etmek; “bu fiil ve eserin, fail ve özne ve ustası yok; Allah olmasa da bu işler zaten olur ve oluyor; (haşa!) Allah bu işe karışmıyor” virüsünü bilinçaltımıza kodlar ve çalıştırır!
Bilim’in bu Bilimsel ve Deterministik Yöntem ve İfadeleri; bilincimize direkt “Allah yok, varsa bile karışmıyor, bu işleri yapmıyor!” demekten çok daha etkili ve zararlıdır! Çünkü Ateist Bilimsel İfadelerde saklı ve gizli, bu tür subliminâl mesajların taşıdığı Bilgi Virüsü, direkt bilinçaltımıza gönderildiğinden; bilincimiz farkedemez, tepki de veremez! Dahası; antivirüs programlarımız virüsü farkedemediği veya tanımlı olmadığı için (çünkü virüs, “bilim, bilimsel, doğru bilgi – gözlem – ölçüm” kılıf ve ambalaj ve şırıngasıyla zihne gönderiliyor) savunma da geliştiremez! Bu Zararlı Kod / Program, bilincin Antivirüs Programlarında filtrelenmeden, direkt zihne girip, oradan kalbe ve diğer organ; yani davranışlara sirayet eder!
Bedi’üzzaman Hazretleri, Risaleler’de; Bilim’in bu Bilimsel Yönteminin hurafe ve safsatalar doğurduğunu, bunun da kişide inkâr ve şirke yolaçtığını söyler. Yani Ateist – Materyalist Felsefeye göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel İfadelerde; deney – gözlem – ölçümü yapılan olaylarda Rabbimiz’i fail ve özne göstermemek için veya bu olayın failsiz ve öznesiz olduğuna inandırmak için; “tabiât, tesadüf, içgüdü, mekanizma” gibi vehmî veya zihnî şeylere veya “madde, kuvvet, ısı, basınç, çekim, enerji” gibi nedenlere “fail ve özne” sıfatı yüklendiğini; böylece tek Allah’tan kaçarken, zerreler adedince ilâha inanmak zorunda kalındığını söyler. Yani bu zerrelere bazı ilâhlık özellik ve sıfatları yüklenilmek zorunda kalındığını veya “tabiât, tesadüf, içgüdü” gibi; zihnin dışında herhangi bir somut vücudu olmayan; yani haricî ve maddî (hatta soyut ve manevî olarak bile) mevcudiyeti olmayan (metafizik) başla ilâhlara inanmak zorunda kalındığını söyler.
Tıpkı; yerdeki ısı – ışık ve gündüzün sebebi olarak, gökteki tek Güneş’i kabul etmekten kaçınmanın mecburî sonucu olarak; yerdeki milyarlarca Güneş yansıma ve timsâlini, gökteki Güneş’in aynı özelliklerine sahip, aynı Güneş kabul etmek zorunda kalınması gibi. Gökteki tek azametli Güneş’e iman ve teslimden kaçarken; böylece her zerrede milyarlarca azametli Güneş’i kabul etme zorunluluğu doğması ve yerdeki ısı ve ışık – renklerin, yerdeki bu milyarlarca Güneş’ten kaynaklandığına itikad ve inanma mecburiyetinde kalınması gibi!
Bu hâliyle; yani Bilimsel İfade ve tasvir, gözlem ve ölçümlerine Rabbimiz’i dahil etmekten özellikle kaçınan ve reddeden Bilim’in, bir takım safsata ve hurafeler doğurup, buna inanmak mecburiyetinde kalındığını söyler. Böyle bir Bilim’in, kabirden sonrası için faydası olmayan, bilâkis zararı olan veya malâyanîyat kabilinden, nursuz – kuru ma’lûmat olduğunu söyler. Ona göre Allah’ı tanıma ve sevmeye götürmeyen ve O’na bağlanmayan Bilim; kâinat kitabındaki yazılı âyetlerin şekil ve münasebet ve durumlarından bahseden ama bu âyetleri okumayıp, ihtiva etiği anlamı teğet geçmiş ve hatta varlığın taşıdığı anlam ve mesajı göremediğinden reddetmiş olup, bunun tasvir ve ispatıyla meşguldür.
Sonuç olarak: Büyük resimde, inkâr ve şirkin teorisini kurmaya çalışan; yani Ateizm ve Materyalizm, Natüralizm ve Determinizm İnanç ve Felsefesinin delil – ispatına çalışan “Bilim ve Bilimsellik”; varlık ile Rabbimiz arasındaki bağları zihinde kesme ve karartıp – kopartmanın bir adı ve yöntemi olmaktadır!
Bilim’in bazı batıl inanç, hurafe ve safsatalarına, kendi kaynaklarından örnekler vererek, örneklerdeki “bilimsel ifadeleri” (gramatik ve semantik açıdan) inceleyip; bu ifadelerdeki mugalata ve mantık hatalarında kendini ele veren metafizik ve politeist (çok tanrılı) hurafe örnekleri için; https://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/ linkine bakılabilir.
Medreset-üz Zehra’da Öğretmen ve Eğitim Biçimi
Buraya kadar anlattığımız, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimi”nden çıkan sonuçlara göre, Bedî’üzzaman’ın nasıl bir öğretmen / muâllim / öğretim üyesi öngördüğü de netleşmiş oluyor.
Öyleyse öğretmen, hangi ders olursa olsun, en başta; bu “manâ-yı harfî” öğretim metodunu kulllanacak. Bilim/sellik’in, “manâ-yı ismî” çukuruna düşmemeye azamî gayret sarfedecek.
“Dini, İslâm”ı sadece Din Dersi’nin konusu olarak görmeyecek. Yani Fen, Sosyâl, Biyoloji, Matematik, Tarih, Coğrafya, Astronomi gibi sayısal – sözel ve diğer meslekî / teknik / branş derslerini de (bu dersler de Rabbimiz’in isim ve sıfat, fiil ve faâliyet, eser ve sonuçlarını anlatması nedeniyle) bu çerçeve ve paradigmadan sunacak.
Bu paradigmanın zorunlu sonucu olarak; öğretmen, öğrettiklerinin hayat, kâinat ve ahiretteki karşılık ve faydasını göstermek zorundadır. Rabbimiz’in Esma-ül Hüsnâ’sı ve tecelli ve tezahürleriyle bağlantı ve etkileşimini göstermelidir. Yani ders kitabında ve kâinatta ne yazdığını söylemek; bunu seslendirip, telâffuz etmekten ziyade; bu seslendirdiğinin anlam ve manâ ve fonksiyonunu öğretmesi ve daha önemlisi, bunun yöntem ve metodunu göstermesi gerekmektedir. Metod öğrenmekle, öğrencinin, öğretmene bağımlılık ve ihtiyacı azaltılır; yani balık tutmayı öğrenen öğrencinin, öğretmen ve balık tutmasına ihtiyacı kalmaz. Bilmediği diğer konularda, öğretmene ihtiyaç devam eder.
Yani öğretmen, talebelerine hazır bilgi ve balık vermekten ziyade, balık tutmayı öğreten; öğretmekten ziyade, bunu sevdiren ve buna ihtiyacı olduğunu gösterendir! Öyleyse, balık ve balık tutmaktan önce; derse merak, ilgi, ihtiyaç uyandırmak esastır. Yani öğretmen, hazır bilgi ve cevapları dikte edip – ezberletmekten daha çok; derse şevk ve içten gelen bir motivasyon uyandırıp; öğrenciyi soru ve sorun, ideâl ve gaye sahibi kılmalı. Zaten susamayana su vermenin, fazla bir anlam ve değeri de yoktur.
Üstelik “kalıcı ve üretici / doğurucu öğrenme” denilen şey, öğrenci, dersi; “sınıf geçme, diploma veya iş bulabilmek veya saygınlık ve itibar ve egoyu şişirmek” için değil; bizzat merak ve sevdiğinden, dersi şevkle ve öğrenmeye ihtiyaç hissetmesiyle sağlanır.
Yoksa Modern Eğitimde kullanılan, “ödül – ceza” sistemi; ödülü (not, puan, diploma) “amaç”; ders ve öğrenmeyi “araç” konumuna getirip; dersin, ödülü almak için geçilmesi gereken geçici bir köprü işlev ve fonksiyonu almasına sebep olmaktadır. Yani bu sistem, işlenen ders ve anlatılan konunun değersizleşme ve önemsizleşmesine hizmet etmektedir.
Muâllim / öğretmen; ders kitaplarında yazan şeyleri, öğrencilere aynen tekrar eden değil; kitaplarda yazılanı sindirmiş, üzerine yeni ve orjinal şeyler ekleyerek ve farklı çerçevelerde sunarak, öğrencilerinin merak ve ilgisini uyandırmaya çalışandır. Zaten öğretmen, kitapta yazılanı aynen öğrenciye aktaracaksa; o öğrencinin okula kadar yorulup, öğretmenin aracılığına ihtiyacı yoktur; aynı şeyleri zaten kitaptan da öğrenebilir!
Bedî’üzzaman’ın eğitim sisteminde muâllim ile talebe arasında ast – üst ilişkisi olmayıp; aralarındaki münasebet, eşitler ilişkisine dayanır. Yani öğretmen, öğretim üyesi, profesörün kendine bir makam vermesi, öğrenciye tepeden bakması, âmirâne konuşması; davranış – söz ve mimikleriyle öğrenciye, hiyerarşik olarak altında olduğunu imâ ve ihsas etmesi yanlış ve hatalı bir davranış biçimidir. Öyleyse, öğretmen kendisini devamlı üzüm çubuğu gibi görüp, ucundaki üzümleri kendisinin yapmadığı veya kazanmadığını bilmesi ve her zaman bunun bilincinde olması çok önemlidir. Aksi hâlde, “ben bütün bunları kendi çalışmam, ilim ve ehliyet, bilgi ve uzmanlığımla kazandım ve hakettim, tâ buralara geldim!” diyen Karun’un durumuna düşme riski vardır. Yani muâllim, kâinata “manâ-yı harfî” yöntemiyle bakarken, kendisini bunun dışında bırakmayacak.
Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.)’nin eserlerinde önerdiği; Risale-i Nur’da mantık (ve sentax / context / siyak – sibak) olarak geçen veya mefhum olarak anlaşılan Eğitim – Öğretim Modeli’nin amaç – misyon – vizyon olarak genel özetini bu yazımızla bitirmiş oluyoruz.
O’nun Medreset-üz Zehra Projesi ve buradaki Ders Müfredatı hakkında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış ve Zararları & İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? & Metabilgi–Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın bulunduğu web sitemizde detaylı bilgi verildiği için bu kadarla iktifa ediyoruz.