Geçen haftaki Yazımızda: “Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) ‘Medresetüz Zehra’ Projesi kapsamında; ‘Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz?’ konulu Kitap Çalışmamızın çerçeve yazısı niteliğindeki Yazı Dizimize devam etmeden önce; bazı konulardaki bilgi eksikliğinin doğurduğu; kavram kargaşası ve anlam bulanıklığını gidermemiz gerekiyor…
Çünkü çoğu kez; ‘yanlış bilmek’, ‘hiç bilmemek’ten çok daha tehlikelidir. Hiç bilmemek ‘cehaletse’, yanlış bilmek ‘kat kat cehalettir’; çünkü bilmediğini de bilmez ki doğrusunu öğrensin, çünkü cehaletine ilmi yok! İşte ateist – materyalist Bilim’in, en dehşetli zararlarından birisi de budur, yani: Öğrenilmiş Cehalet!” demiş ve buna örnek olarak verdiğimiz: “Delil” ile “ispat”ın aynı şeyler olduğuna inanılması ve bununla bağlantılı olarak, “bilgi’ ve “inanç” arasında fark olduğu; yani “bilmek’ ve ‘inanmak’ın farklı ve ayrı kategoriler olduğu” yanlışının izahını bu haftaya bırakmıştık; oradan devam ediyoruz.
Bir kere “delil” = “ispat” değildir. Gerçek şu ki, ispat; adet / miktarların ilmi “matematik”in soyut evreninde geçerlidir sadece! O da 1 = 1 ise; 1 + 1’in, 2 yaptığı ispat edilebilir. Somut evrende ise, aynı cinsten bile olsa birbirine eşit 2 varlık yoktur; bunların sadece “adet / miktar” gibi soyut özellikleri eşittir. “Ağırlık, hacim, ebat, uzay – zamandaki konumları, yaş, tecrübe vs.” diğer tüm özellik ve sıfatları farklıdır; yani hiçbir şey birbirinin aynı ve eşiti değildir. Herhangi birşeyi, diğer şeylerden ayıran ve fark ettiren, kendisine özel ve biricik en az bir özelliği vardır, kâinatta o boşluğu sadece o doldurabiliyordur ki Rabbimiz’in onu yaratma hikmetlerinden biri de budur zaten. Yani “ispat” kelimesinin kullanıldığı heryerde, bunun biraz mecaz ve gerçek / kesinliğe yaklaşmanın unvan ve işareti olduğunu düşünmek; ayrıca “delil” kelimesinin kullanıldığı yerlerde de “hüccet, kaziye, karine, bürhan” gibi çeşitlerinin de kullanıma sunulması gerek. Kavramlar arası nüansları yakalayacak sıklıkta ağlarımız olmazsa, bir sürü balığı kaçırırız, haberimiz bile olmaz.
Konuya hukuktan bir örnek: Mahkemede kişi “cinayeti ben işledim” dese bile, bu cinayeti onun işlediğinin “ispat”ı olmaz ama “delil”i olabilir. İspat değildir bu, çünkü başkasının suçunu üstlenme ihtimali var. Bu sebepten, cinayet aletinde parmak izi bile tespit edilse; katil olduğu ispat edilmiş olmaz; hem onun parmak izini başkası da oraya koymuş olabilir veya önceden ekmek kestiği için parmak izi kalmış bıçakla cinayeti işlemiş olabilir asıl katil. Hatta sesli görüntü kayıtları bile olsa, ispat sayılmaz bu. Çünkü o şahsı “film çekiyoruz; şu kadar paraya şu kadar saniye figüran olarak katil rolü oynar mısın?” gibilerinden cinayet senaryosunda oynatıp, sonra olayın canlandırıldığı aynı yere filmdeki maktulün, bu sefer gerçek naaşını koymuş olabilirler! Teknolojinin geliştiği günümüzde bunun başka yolları da mümkün ve vâki. Belki ileride insanın kendisi ve hareketlerinin birebir simüle edilebileceği teknoloji ve programlar çıkacak; o zaman oyunculara da gerek kalmayacak.
Örnekler çoğaltılabilir, sonuç olarak: Araştırılan bir konuda delillerin çokluğu, araştırılan konunun doğruluk ihtimalini arttırır; yani delillerin, ispat edilmeye çalışılan konuda “kesin bilgi”ye yaklaştıran bir işlevi vardır. Ama kesinlikle “delil”in kendisi, “ispat” değildir ve o olaya bizzat şahit olmak anlamında “kesin bilgi”nin kendisi gibi ol(a)maz; çünkü delil, “kesin bilgi”ye eşitlenemez!
Yani “delil” ile “ispat” arasında (deliller nitelik ve nicelik olarak ne kadar fazla sayıda olursa olsun, bu delillerden “ispat” ve / veya “gerçek / kesin bilgi”ye ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın); hep bir mesafe ve ayrılık olacaktır! İşte bu aradaki mesafeyi “inanç”la dolduruyoruz! Daha doğrusu; o boşluğun büyüklüğüne göre “zan, şek, şüphe, vehim, vesvese, kanaat, bilgi, inanç” gibi farklı isim ve frekanslarda tavırlar alıyoruz.
Sonuç olarak % 100 “ispat”; hatta kendimiz bizzat yaşayarak gördüğümüz bu dünyadaki eşyanın kendisi hakkında bile “kesin bilgi” yok. Çünkü şu yaşadığımız hayat ve dünyanın “rü’ya” ve “vizyon” cinsi birşey olup olmadığı konusu; mantıkî veya bilimsel veya başka yöntemlerle ispat edilemez. Yani bunun doğruluk veya yanlışlığına delil bile bulunamaz; çünkü bütün bunlar bir rü’yaysa, getireceğimiz delil – deney – gözlemler gene rü’ya içerisinden olacağından, geçersiz olacaktır! Rü’ya olup olmamasını geçtik, mes’elâ bizzat görerek şahit olduğumuz “yağmurun yağması” hâdisesinde bile; yani yağmurun yağdığına emin olup, bu konuda birinci elden kesin bilgi sahibi olmamız bile; gözlerimizin sağlıklı olduğu veya akıl sağlığımızın yerinde olup, halüsinasyon görmediğimiz veya bir ilüzyon ve serap gibi bir aldanmayla karşı karşıya olmadığımız inancına dayanmakta!
Ya ne yapacağız, ayağımızı hangi zemine basacağız, yönümüzü nasıl bulacağız? Başlangıçta ayağımızı sabit bir yere tespit edebilmek, basabilmek için, yani bazı şeylerin içimizde sübut bulabilmesi için; hiçbir delil – ispat prosedürüne gerek ve ihtiyaç kalmayacak açıklıkta doğruluk ve kesinliği bizce alenî ve apaçık olan (yani “mantık” ve “vicdan” gibi; doğruluk ve kesinliğinin delil – ispatı fıtratımızda kayıtlı olup, doğuştan gelen) “aksiyom, postulat, önbilgilerimiz” ve kâinata bakarak, yani gözlem – delil – ispatlı “doğru” kabul etmemiz zorunlu olan (yani sonradan öğrenilmiş olup; delil – ispatı fıtratımızda olmayıp, dışarıdan alınan) “bilgilerimiz” olacak. Bu da yetmez; bu 2 kesişmeli kanaldan elde ettiğimiz bilgilerin, ayrıca sistemdışından yetkilendirilmiş birisiyle (yani “nübüvvet – vahiy – kitap” kanalıyla) te’yid ve onayı gerekmektedir ki; bu 3 ayaklı güvenli zemine basarak; bilgi, ahlâk ve değerlerimizi bu temel üzerine inşa edip, yönümüzü çizebilelim. Yani yer’deki bilginin yere düşmemesi için, göğe de bağlanması gerekir.
Nerede kalmıştık?: “Delil – ispat prosedürü” kullanılan herşeyde, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen / algılanan şeyin zaten “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani Big “Bang’in olduğu” verisi veya “suyun 100 derecede kaynaması” verisi ile bizim bizzat şahit olduğumuz “2 kulağımız olduğu” bilgisi arasında; inanç – bilgi farkı vardır; çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü bizzat görüyor, şahit oluyoruz. Burada “inanmak” ile “bilmek” arasındaki tanım ve ayrım flulâştı! Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak vs.) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi, doğru bilgi” ismini veriyoruz; yalan olduğuna inanıyorsak “yanlış / yalan bilgi” ismi veriyoruz. Demek “bilgi”yi mikroskopla büyüttüğümüzde; “haber, inanç, zan, vehim, kesinlik” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.
“Delil ve ispat, bilgi ve inanç” bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler, “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir. Bu Bilimsel Bilgilerin doğruluğuna görmeden inanıyoruz, yani bilimadamının elde ettiği gözlem – delil – deney – ispatlarla veya bilimadamlarının “bu deney, ölçüm, delil – ispatları yaptık, şunu gözledik, ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla haberdar oluyor bu bilgiden veya “doğru, kanıtlanmış bilgi” olduğuna inanıyoruz bu haberin. Yani görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Yani “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram / isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgiyi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp kiracı olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi.
İçine doğdumuz toplum ve medeniyetin kollektif kabül ve öğrendiğimiz anadildeki isimlendirme – ayrımların; zihnimizi belli bir kalıpta bilgiyi işleme ve düşünme süreci empoze ettiği; “sormadığımız soruların yanlış cevabıdır” bunlar. Cevabı, talebimiz olmadan peşin aldığımız için; bu konuda herhangi bir merak, sorgulama doğmuyor içimizde.
Konumuza dönersek; bilgilerimizin % 99’9’unun “naklî (işiterek, okuyarak ve TV – internet gibi kanallardan)” öğrendiğimiz için; doğruluğunu kendimiz test etmediğimiz bu haber / bilgilerin doğruluk – kesinliğine, yani bunun “bilgi, doğru bilgi” olduğuna; nakleden kaynakların yalan söyle(ye)mediği veya yanıl(a)mayacağına duyduğumuz güven ve inançla karar veriyoruz. Yalan – yanlış bilgi olduğuna da aynı süreçle karar verip, inanıyoruz. Yani o okuduğumuz “naklî veriye”; “doğru veya yanlış – yalan bilgi” etiket / değeri atamamız bile inanca dayanır. Bilgi / haber’i bize ileten kişi / kaynağa güven derecemiz, delil – ispat isteyip istemeyeceğimizi de belirler.
Mes’elâ anne – babamızın gerçekten bizim anne – babamız olup olmadığı, kardeşimizin öz kardeşimiz olup olmadığı konusunda DNA vs. testi yaptırmadık! Veya suyun gerçekten 100 oC derecede kaynamaya başladığından şüphelenip, kendimiz delil – ispat aramaya, bunu bizzat kendi gözlerimizle görmeye karar vermedik! Yani “suyun belli şartlarda 100 santigrat derecede kaynamaya başladığı” verisi (o deney – gözlemin yapılıp, doğrulanıp yanlışlandığından bağımsız olarak), bizim için “inanç”tır; çünkü kendimiz bunu görmeden / şahit olmadan inanıyoruz! “Bu bilgi’nin doğru ve bilimsel olduğuna, bu sebepten aynı deneyi biz de yaparsak aynı sonucu bizim de alacağımıza, bu sebepten aynı deneyi tekrarlamanın abes olduğuna; üstelik şüphelenmek için hiçbir geçerli sebep yokken, bu konuda şüpheye girmenin sağlıklı bir davranış olmadığına” inanıyoruz. “Bu kadar bilimadamının yanılmış ol(a)mayacağına veya bize yalan söylemek için bu kadar bilimadamının ittifak etmesinin saçma olduğuna” inanıyoruz. Elhasıl “suyun 100 santigrat derecede kaynaması” bilgisinin doğruluğundan, yani bu inançtan o kadar eminizdir ki; şüphelenmeyi ve delil – ispat aramayı bile abes ve mantıksız görürüz! Dolayısıyle delil – ispat prosesine girmeyiz; yani bu inancımızı, yaşayarak, bizzat gözlem yaparak “bilgi” seviyesine çıkarmayı düşünmeyiz. Bizim içim inanç seviyesinde olan veri, o deney – gözlemi bizzat yapıp, gören için “bilgi”dir; bunu o bilimadam(lar)ından işiten / okuyanlar için “inanç”tır. “Bunun ‘bilimsel’ bir bilgi olup, ‘inanç’ olmadığı, çünkü aynı deneyi kendisi de yaparsa aynı sonucu alacağı” düşüncesi de bir “inanç”tır. Çünkü halâ bilimadamını / bilim kitaplarını ezbere okuyup “taklid”den, bir sonraki adım olan bizzat yaşayarak diğer duyularının da şahitliğiyle görmek anlamında “tahkik”e geçmemiştir!
Sonuç: “Bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapaydır ve aralarında kesin ve net bir çizgi yok; aslında bu ikisi birbirlerinden beslenir, yaşamak için birlikte var olmak zorundalar. Son tahlilde ve temel olarak: Her inancın konusu “doğru ve / veya yanlış bilgi”; her bilginin konusu “doğru ve / veya yanlış inanç”tır denilebilir. Diğer deyişle: Her bilgi inanca ve her inanç bilgiye dayanır. Doğru veya yanlışlığından emin olduğumuz her bilgiye inanç ve her inanca da bilgi eşIik eder; ikisi arasında çift yönlü bir ilişki / etkileşim var.
Yani her “doğru / yanlış bilgi”, doğru / yanlış inanca ve “her doğru / yanlış” inanç, doğru / yanlış bilgi’ye dayanır. Doğru veya yanlışlığından emin olduğumuz her “bilgi”ye inanç ve her “inanç”a da bilgi eşIik eder; yani her bilgi inanca ve her inançta bilgiye dayanır. İkisi arasında birbiriyle ayrılmaz ve kopmaz bir ilişki – etkileşim varolup, aralarındaki ayrım yapaydır.
Demek ki, eşyanın gördüğümüz 3 – 4 ve görmediğimiz başka boyutları olması gibi; “bilgi”nin de “doğruluk / kesinlik derecesi, geçerlilik mekân / süresi, teorik – pratik ve ampirik yapısı, enfüs – afak yüzeyi, haber – bilgi açısı, etki alanı” gibi başka boyut ve özellikleri olup, tek yönlü ve durağan değil. Mes’elâ bizzat kendim tecrübe ettiğim için benim için “doğru, kesin, bilgi ve delil” olan bir vakıa; başkasına anlattığımda “haber” niteliği kazanıp; “doğruluk, kesinlik” gibi bir kısım özellik ve enerji ve etki alanı azalmaya başlar.
Geldiğimiz yer: “İnanç” ile “bilgi / beşerî bilgi”; aynı epistomolojik temellere dayanır. Yani “inanç” ile “bilgi”; “haber” ortak paydasına alınabilir; buradan “inanç ve bilgi”nin, ontolojik olarak farklı, fakat epistomolojik olarak aynı olduğu sonucu çıkar. Bu, bilgilerimizin % 99’9’unun naklî (işiterek, okuyarak veya TV gibi kanallardan) elde edilmiş bilgiler olduğu düşünülürse, önemli bir ayrıntıdır.
Not olarak: İslâmiyet’te “iman”; keyfiyet ve mahiyet olarak “inanç, bilgi ve haber” gibi birkaç tanım ve kavrama sığmayacak kadar geniş ve derin birşey veya süreçtir. Çünkü “iman”, salt bir bilgi, haber veya inanç kategorisine girmeyip; bunun ilişki / iletişim ve intisap gibi enfüs – afak, pratik boyutları da vardır, fakat bu başka bir yazının konusu.
Aslında sürecini bizzat deneyerek ve yaşayarak şahit olduklarımızla elde ettiğimiz bilgileri “tümevarımsal” olarak genele yaymakta inanca dayanır ki, bu da ayrı bir yazının konusu. Örneğin “ateşin kağıdı yaktığı” gözleminde gördüğümüz bilgi: “O ân / mekânda, o ateşin, o kağıdı yaktığıdır.” “Başka ateşlerin de (hatta aynı ateşin bile) gelecek ân / mekânlarda yakabileceği ve yaktığı ve yakmaya devam edecegi” bilgi ve sonucu, o gözlemimizde bulunmaz ve gözlenmez; bu çıkarım / sonuç ve genele yaymayı, biz zihnimizde yaparız; işte yaptığımız bu “tümevarım” sadece bir inançtır. Aksine bir delil olmadığı veya mantıklı bir sebep olmadığı sürece, bu inancımızı sorgulamayız. Tıpkı yarın deprem olmayacağı veya yarına kadar yaşayıp, ölmeyeceğimize inanmamız gibi.
“Tümevarım”dan bahsetmişken; “Bütün insanlar ölümlüdür, Ali de insandır, sonuç olarak Ali de ölümlüdür” yargı / hükmü, “tümdengelim” gözüküp, “ispat” sanılabilir ama aslında 1. öncül olan “bütün insanlar ölümlüdür” iddiası, “tümevarımsal” olarak varılmış bir hüküm olup, Ali de zaten “içinde saklıdır!” Yani burada 3. cümle olan sonuç / yargı / hüküm cümlesi, aslında sonuç olmayıp, 1. cümle / öncülün açılımıdır! Yani kulağı tersten göstermedir! Yani “Aristo Mantık”ında öğretilen “tümdengelim – tümevarım” ayrımları da sorgulanmalı; İslâmî Bilim’in kendi mantık, ayrım ve kavramlarına geçilmeli ve Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) Aristo Mantıkı’nı aşan eserleri “Kızıl İ’caz” ve “Ta’likat” kitapları da bir an önce Türkçe’ye çevrilmeli ve Medresetüz Zehra’nın müfredatına eklenmeli diye düşünüyoruz.
Mantık konusunda Risale-i Nur’da, mes’elâ 32. Söz 2. Mevkıf’ta bazı ipuçları verilmiş:
“…Sen Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimal ediyorsun. Halbuki, fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede burhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyası temsilî, usul-ü fıkıh ulemasınca zann-ı galip kâfi olan metâlipte istimal edilir. Hem de, sen temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur.
Elcevap: İlm-i Mantıkça, çendan, “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki, mantığın yakînî burhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir.
O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususî maddede gösteriyor-tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz’î maddeler ona ircâ edilsin. Meselâ, “Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, birtek zat iken her parlak şeyin yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nuranî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekân onu zaptedemez.”
Hem meselâ, “ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin kanununu gayet kat’î bir surette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelânıdır.
İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler…”
Bedî’üzzaman Hazretleri’nin 30. Söz 2. Maksat’taki Tahavvülât-ı Zerrat bahsinde yaptığı “Âlem-i Gayb (ilim) – Âlem-i Şehadet (kudret)” tanımı da konumuzla bağlantılı. Mânidardır ki Üstad burada “şimdiki ân / mekân” dışındaki tüm ân / zaman / mekânları “gayb”a dahil ediyor; yani içinde fizikî olarak mevcud ve var olduğumuz “şu ân / mekân” dışındaki tüm geçmiş ve gelecek zaman / mekânlar “Alem-i Gayb”dandır diyor ki buradan çıkan sonuçlardan birisi: Örneğin “Van mekânında şu ânda deprem olmayıp, Van’ın hâlen geçmişte bıraktığımız / bildiğimiz gibi olduğu / durduğu” eski bilgisi, (Van şu ân gözlenmediği sürece) bir “inanç”tır!
Sonuçlardan ikincisi: Yarın (veya bir ân sonra) yaşayıp yaşamayacağımız veya yarın Dünya’nın var olmaya devam edip etmeyeceği sorusunun delil – ispat / cevabı; bilimsel veya mantıkî kriterlerle test edilemez, deneysellenemez, gözlenemez (çünkü gelecek, “gelecek” olduğundan “şimdi”ye getirilip, gözlenemez); fakat ahiretin geleceği ve bizim oraya sevkedildiğimiz ve ahiretin bu alemimizde bazı yansıma / temsil / şube / uçları; İslâmî Bilim’in gözlem – deneyleri, ayrıca mantıkî delil – ispatlarıyla gösterilebilinir.
Sonuçlardan üçüncüsü: Fizikî vücud / mevcudiyet / varlığımız sadece “şimdiki ân / mekân”da; zaten 1 an geçmiş veya geleceğe geçemiyor, zaman yolculuğu yapamıyoruz. “Hareket” ve “tahavvül” ve “hâlden hâle geçme / değişme” ve “havl” denilen şeyler; varlıkta ki ân’lık var – yokların (bilgisayardaki piksellerin yanıp sönmesi veya beyaz perdede filmin hızlıca yansıması örneğinde olduğu gibi); bizim hafızamızdaki bilgi’nin eski – yeni kıyaslamasıyla, “hareket” olarak algılanmasıdır sadece. Ân’lık var – yok / yaratılış – yokedilişler esnasındaki değişmeleri “hareket” olarak algılıyor ve isimlendiriyoruz sadece. Yani ekrandaki piksellerin yanıp sönmesi veya beyaz perdede filmin yansımasıyla zihnimizde oluşan (zahir olan) “hareket” algısıyla; reel evrende / kâinatta olan “hareket”in yaratılması ve bunu algılamamız arasında hiçbir fark yok. 1 ân’lık geçmiş aralığında siliniyor, 1 ân’lık şimdi aralığında fiziken var oluyor, sonra 1 ân’lık şimdi ve içindeki biz silinip geçmiş 1 ân oluyoruz, gelecek (henüz yaratılmamış) 1 ân’ın şimdi’de şimdi olarak yaratılmasıyla, için de biz de tekrar ân’lık var oluyoruz; süreç böyle işliyor.
Bu konuda Üstad’ın 23. Lem’â’daki “….Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete…” gibi sözlerinde “ibda ve inşa’yı” da “icad” kavramı altında açıklaması da bu konuyla bağlantılı.
Bu son sonuçtan çıkan diğer sonuç: Değil sebep – sonuç arasında; sebep veya sonuç’un kendisinde bile fizikî ve maddî bir nedensellik / bağlantı / illiyet / ilişki yok; çünkü mahlûkatın “varlık ve hareket”i bile “ânlık var – yok edilişler”le oluyor. Yani Rabbimiz hariç herşey “kesikli olup, sürekli değil”; yani varlık’ın varlık ve devamında “kesintisiz süreklilik” yok.
“Bilgi” ve “inanç” ayrım – yapaylığına dönersek, sonuç olarak: Duyularımızla görmediğimiz, şahit olmadığımız (ve zaman / mekânsal uzaklıktan şahitte olamayacağımız, gözlemleyemeyeceğimiz) “Big Bang”in olduğuna, konunun uzmanı bilimadamlarının söylemesi, bunun delillerini getirmesiyle (veya “bilimsel delillerle ispatlandı” demeleriyle) “inanmamız” gibi; “bilmemiz” değil. Çünkü sonuçta konunun uzmanı bilimadamı için bile 5 duyusuyla algıla(ya)madığı, (ve zamanda yolculuk mümkün olmazsa en azından bu dünyada algılayamayacağımız), sadece bazı delillerin gözlenip; “bu, gözlemde elde edilen şu deliller, onun delil – ispatıdır” şeklinde yorumlanmasıyla ispatlanmaya çalışılan milyarlar seneler önceki bir olaydan bahsediyoruz.
Buna benzer şekilde; varlık ve vücudu 5 duyumuzla görünmeyen, tespit edil(e)meyen “yerçekimi”ne, sadece etkileriyle inanan ve “nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı, hem bak matematikî olarak hesaplayabiliyoruz düşüş hızlarını, ivmeleri vs.” diye mantık kuran, Bilimsel Teori hazırlayan Bilimsel Bilim; konu Rabbimiz olunca “gör(e)mediğimi kabul etmem veya alanıma dahil etmem” diye bir ilkesizlik örneği vermektedir… (*)
(*) [Aslında “kuvvet ve enerji”nin ne olduğu ve mahiyeti, hatta olup olmadığı bile günümüzde tam netleşmiş ve kesin değil. Fizik’te “kuvvet; kütleli bir cisme hareket kazandıran, harekette olanı durduran etkidir” gibi; yani “kuvvet=etkidir” anlamına sadeleştirilebilecek muğlak tanımlamaları var. Örneğin Einstein Relâtivite Teorisinde, gezegen – yıldızların hareket ve nasıl birbirlerini çektiği hakkında “kütleçekim” gibi bir kuvvet ve kavrama hiç gerek ve ihtiyaç duymamış; bunun nedenini “uzay – zaman bükülme / eğilme / çökmesi” gibi geometri (bir anlamda uzay – zamanın coğrafyasıyla) açıklamış ve formül ve öngörüleri, sonradan yapılan gözlem – deneylerle de uyumlu çıkmıştır. Einstein’in burada dediğini sadeleştirirsek: “Kütlelerin birbirine bağlanmasının nedeni bir “kuvvet ve enerji” değil; yani kütleler birbirini çekmiyor, kütlelerin uzay – zamanı eğip, bükmesiyle diğer cisimler, bu eğimli yola düşüyor, bu menzili takip ediyor” ama konumuz bu değil.]
“İman” kelimesi kök olarak “emin olmak, söyleyene ve söylediğine güvenmek”ten gelir. İnsan 5 duyusuyla algılayamadığı birşeyin varolduğunu, etkileriyle anlar ve bilir ve algılayamadığı için de inanır; “yerçekimi (kütleçekimi)” gibi. Yerçekimi (kütleçekimi) örneğinde olduğu gibi, delil – ispat prosedürü kullanılan heryerde, aslında ‘görmeden (doğruluğuna) inanılan’ veya ‘görmeden (doğruluğu) bilinen’ birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen / algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur! Bilimsel Bilim’in “kütleçekimi, yerçekimi” gibi görmeden (aletli-aletsiz varlığı 5 duyu ile hiçbir şekilde gözlemlenemediği halde, sadece etkileriyle varlık ve özellikleri tespit edilen) varolduğuna iman ettikleri nelerdir? Allahu Tealâ’yı da zatıyla göremediğimiz (görünmeyen değil, göremediğimiz) ama fiil – iş – eser – etkileriyle gördüğümüz hâlde, Bilimsel Bilim’in konusu dışında tutulmasının sebebi nedir? “Gör(e)mediğime, ölç(e)mediğime inanmam; konu etmem ve araştırmam” diyerek Rabbimiz’i Bilimsel Bilim’in dışına çıkarıp, metafiziğe hapsetme safsatasına girmesinin sebep(ler)i nelerdir?
Bilimsel Bilim’in verdiği bilgilerde, teori ve ispatlarında kullandığı deliller (yukarıda vermiş olduğumuz “yerçekimi” örneğinde de görüldüğü gibi) genelde birinci veya ikinci derecedendir. Aslında delil – ispatların kaçıncı dereceden olduğunun pek bir önemi de yoktur, çünkü dediğimiz gibi; “delil – ispat prosedürü” kullanılan heryerde, aslında görmeden inanılan veya görmeden bilinen birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen / algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur. Yani Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler, “görmeden inanmaya” karşılık gelir. Bu Bilimsel Bilgilerin, bilimsel ve doğru olduğuna görmeden inanıyoruz, yani elde edilmiş delil – ispatlarla veya elde edildiğini söyleyenlerin sözüne inanmamızla biliyor veya inanıyoruz bu veriye, haberin doğruluğuna.
Yani görmediğimiz “yerçekimi”nin varlık ve özelliklerine, bir takım gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak (veya bilmek) ile Rabbimiz’in varlık ve vasıflarına gene gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak veya bilmek arasında kategorik olarak bir fark yoktur. (“Rabbimiz’in varlık ve sıfatlarına inanıyor muyuz, yoksa biliyor muyuz?”un cevabı önemli.) Kâinatın genişlediği bilgisi ve / veya inancı da, gene delil – ispatlarla temellendirilmiştir. Yani kâinatın genişlediğini, kâinatın dışına çıkarak bizzat gözlemlemedik, şahit olmadık; “uzaklaşan ışığın kızıla kayması, kozmik fon rasyasyonu gibi” gibi delillerle, evrenin genişlediği tezinin ispatına gidilmiş ve / veya evrenin genişlediği tespit edilmiştir.
Bilimsel Bilim’in doğruluk veya yanlışlığı delil – ispatlandırılamaz en temel inancı veya inançla bağlı olduğu en temel önvarsayım ve kabullerinden biri: “Algılayan biz de dahil olmak üzere, duyularımız dışında bir varlık olduğu ve bu varlığın duyularımızın bize gösterdiği, yani algıladığımız gibi olduğu” inancıdır. Yani kendimiz ve eşyanın varlık ve özellikleri bile Bilimsel Yöntemlerle ispat edilemez! Yani bu dünya veya hayatımızın mahiyet ve keyfiyeti “rü’ya, vizyon” gibi birşey ve biz insanlar bir yerde yatıp, kollektif veya ayrı ayrı algılatılan simülâsyon(u)/ları seyrediyorsak; bunun doğruluk veya yanlışlığından “uyanmadan” emin olamayız! Leh ve aleyhte bulacağımız her delil de, duyularımız vasıtasıyla veya bu simülâsyonun içinden olacağından dolayı, geçersizdir.
Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Rabbimiz’in varlık ve vasıfları, içinde bulunduğumuz eşya ve kendi varlık ve sıfatlarımızdan (nitelik ve nicelik olarak) çok daha kesin ve doğru ve delil – ispatlı. Bu durum, yaşadığımız dünya veya hayatın rü’ya veya rü’ya dışı olup olmamasından veya eşyanın algıladığımız gibi olup olmamasından bağımsız. Çünkü rü’ya gibi birşeyse bu algıyı yaratan ve gördüren O; değilse yaratan ve gördüren gene O! Çünkü eser fiilsiz ve fiil de failsiz ol(a)maz! Bu fiil / eser(ler)e de O’ndan başkası sebep olamaz. Zaten O’ndan başkası da bütün bunların sebep ve sahip ve yöneticisi olduğunu söylememiş ve O’ndan başkası da delil – ispat getirmemiştir. Delil – ispat getirildiği için zaten; buna gözkapayıp, yani görmemesinin nedeni kendi olup, küfre girenlere “kâfir” denilmiş. Görmemek için gözkapayarak “inkâr etmek” ise; bile bile, göz göre göre yapılan bir isyan, bir red ve delilsiz – ispatsız bir hükümdür ki; buna benzer sebep / hikmetlerden dolayı, kâfirin ahirette mazereti yoktur.
O hâlde daha başlangıçta; “önceden delil – ispatlı önbilgi olarak peşin verilmiş ‘dünyanın yuvarlak (geoid) olduğu’ haber / önbilgisini doğru varsayarak; hipotez – gözlem – delil – deney – ölçme işiyle bu önbilginin (enfüs ve afakta) diğer te’yid / delilleri araştırılması” gibi; Rabbimiz’i de var ve her ân / mekân içi ve dışı aktif ve faâl asıl ve tek sebep ve fail kabul ederek; İslâmî Bilim çalışmaları yapılması gerekmektedir. Bilimsel Bilim gibi daha işin başında “Allahu Tealâ yok(muş)” önvarsayım / inancıyla yola çıkmamalı; çünkü Bilim’in bu varsayımıyla yola çıkarsak; görüp – ölçtüğümüz herşeyi “O yokmuş” gibi anlamlandırıp, ifade etmek (“yaratmak” yerine “oluşum” kelimesinin veya “sevk-i İlâhî / dışgüdü” yerine “sevk-i tabiî / içgüdü” kelimesinin tercihi edilmesi gibi) ve O’nun yerine başka sebep ve failler bulmak (“tabiat, tesadüf, evrim, büyük patlama vs.” gibi başka fail / etken / sebeplerin ikame edilmesi gibi); yani başlangıçtaki önvarsayımı ispatlamaya çalışmak; bunun delillerini bulmaya ve öyle yorumlamaya çalışmak zorunda kalırız! Diğer delilleri ya farketmez ve görmeyiz veya “tesadüf, tabiat, madde – enerji, uzun zaman, içgüdü” gibi kavram, nesne, süreçlere atfederek; sahte sebep / faillerle bozmaya çalışırız!
Eğer “Bilim’in tanımı ve Bilimsel Yöntem olarak; doğaiçindeki madde – enerji, süreç, tesadüf vs.’den başka bir İlâhî sebep ve fail ve etki ve yönlendirme kabul etmeyerek”; kendinizi başka olabilecek (hakikâtte olan) ihtimâl ve gerçeklere, şimdiden dogmatik bir önyargı ve inançla kapatır, sınırlandırırsanız; “tarafsız ve objektif ve evrensel ol(a)maz”; ancak ateist – materyalist – determinist ve natüralist bir inanç, bir felsefenin gözlem – delil – ispatını aramak ve bir ömür boyu buna itikad etmekle vakit geçirmiş olursunuz! “İslâmı” da, ‘dinlerden bir din olarak görme” zan ve ilüzyonuna saplanmış olursunuz! Bu zan ve ilüzyonla; mes’elâ eğer bir kişiyi “yalancı / yanlış” olarak etiketlemişseniz; artık o kişinin dürüst ve doğru davranışlarını bile; “hile ve güven toplama, büyük vurguna hazırlanma” olarak görmeye başlarsınız! Yani kâinattan gelen tüm mesajlar, sizin aynanızın renk – şekillerine göre biçim değiştirir; biçim / şekil / yapı değişince, içinde taşıdığı anlam ve / veya fonksiyonu da değişir. Harici vücud / mevcudiyeti olmayan bir vehme, vücud giydirmeye çalışıyorsunuz!
Elhasıl sizin bu yolunuz hiçbir zaman Rabbimiz’e çıkmaz, çünkü “Rab var mı, varsa delil – ispat, özellik ve sıfatları neler olabilir / nedir?, İslâm hak mıdır?” gibi bir sorunun cevabını aramıyorsunuz! Cevabı aramayı bırak, böyle bir teori kurmaya bile Bilimsel Yönteminiz müsaade etmiyor! Bilâkis “Görüp gözlediklerimi Allah hariç hangi madde – enerji, evrim (uzun zaman, sanki ‘dehriyyun’), nesne, paralel evren, tesadüf vs. inanç / sebep / süreçlere bağlayabilirim?” cevabını bulma amaç ve niyetindesiniz! Yola çıkarken kendinizi böyle tanımlamış, kendinize böyle bir misyon yüklemişsiniz! Önvarsayım, paradigmalarınızdan başlayarak; tüm hipotez, varsayım ve teorileriniz ve gözlem – eşyayı ifade ve kelime seçim biçiminiz inandığınız ve ispatlama çalıştığınız bu önvarsayım üzerine inşa edilmiş ve ediliyor!
Ne yazık ki; sormadığın sorunun cevabını gör(e)mezsin; görsen de farkedip, tanıyamazsın; yanlış sorunun ise doğru cevabı ol(a)maz; verdiğin cevaplar hatta kendi dar ve eksik ve yanlış Bilimsellik Kriterlerine göre bile “Bilim” sayıl(a)maz, “bilgi” hiç sayılamaz; bu Bilimsel Hurafe ve Amentülerin delil – ispat – gözlem – ölçümü hiç yapılamaz!
Yoksa “atom” gibi mikroptan bile kat be kat küçük, mikroskopla bile tam görün(e)meyen, neredeyse yer bile kaplamayan bir hacme, bir noktaya, bir zerreye; dünya kadar bir kuvvet ve enerjiyi sığdırıp, saklayabilecek ve askıda birbirine çarpıştırmayıp, dengede tutup, muhafaza edebilecek bir “sebep” ve “fail” veya “tesadüf” (artık adı her neyse) biliyor musunuz, yoksa bu sebep ve faili birgün keşfedebileceğinize mi inanıyorsunuz!? Yoksa bu mühim ve hayatî soruların cevabını buldunuz da; sadece “madde – enerjinin yapısı nedir, nasıl inşa edilmiştir, Satürn’ün kaç halkası vardır” gibi detaylar mı kaldı geriye!? Doğru soru bu! Doğru cevabı: Kâinattaki zerreler ve onların daha ufağı sayısınca hayır!
Haftaya “Bilimsel Bilim’in İman Esasları, yani Bilimsel Hurafe ve Bilim’in Batıl İnançları”na devam edeceğiz inşâallah.
Vesselâm.