Şizofren bir Mülhidin Tahlili: Fetullah Gülen
Fetullah GÜLEN’in “münafık” olup olmadığı veya “kâfir”se, hangi konularda küfre girdiği konusuna gelecek yazımızda gireceğiz. Bu yazımızda daha ziyade işleyeceğimiz konu: Gülen ‘Cemaati’nin “silâhlı örgüt ve çeteye” nasıl evrilip, dönüştüğü ve mensuplarının Gülen’in emir – sözlerini, Allahu Teâlâ’nın emir – nehiylerine nasıl tercih edip, önceleyecek hâle geldiğidir.
Konuya giriş olarak “Münafık, münafık olduğunu bilir mi?” sorusuna cevap arayarak başlarsak; bu sorunun cevabı “hayır, münafık ‘münafık’ olduğunu bilse zaten tevbe – istiğfar eder, nifak – münafıklıktan vazgeçerdi” olurdu. Aynı soruyu “hain, hain olduğunu bilir mi?” veya “kâfir, kafir olduğunu bilir mi?” şeklinde de genişletirsek, cevabımızda değişen bir şey olmazdı.
Zaten genelde kimse gittiği yolun yanlış, savunduğu davanın bâtıl ve kötü olduğunu kabul etmez; kabul etse zaten o yolda bulunmaz ve savunmaz. Talip olduğu o yolun önce hak ve doğru olduğunu kabul eder, inanır insan; ancak ondan sonra o yola girer ve savunur.
Ne varki; insanın doğru iş yaptığına inanması, niyetinin iyi olması ve gittiği yolda samimî olması, bu yola kendini adaması o insanı iyi yapmaz! Çünkü “niyet(ler)”in; işlenen günah’ı, “sevap” veya “mübah”a çevirme hâsiyet ve özelliği yoktur! Örneğin namazda yellenmek, abdest ve namazı bozup, ifsad eder; burada olayın irademiz dışında gerçekleşip gerçekleşmemesi veya niyetimizin bu olup olmamasının neticeye te’siri yoktur; gider abdesti tekrar alır ve namazı tekrar kılar, iade ederiz.
Yani ‘namaz kılmaktan alınları nasır tutacak’ kadar dinde ve amelde istikrar ve salâbetli (Hadis’teki ifadeyle; “Aranızda öyle bir grup ortaya çıkacaktır ki; namazınızı onların namazları, oruçlarınızı onların oruçları ve diğer amellerinizi de onların amelleri yanında az göreceksiniz. Onlar Kur’ân okurlar, fakat okudukları boğazlarından aşağı geçmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar…” Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 36) Haricîler; binlerce sahabe ve kadın – çocuk müslümanı mürted ve kâfir ilân edip, öldürürken ve Hz. Osman ve Hz. Ali Efendilerimizi de şehid ederken; bunu inandıkları din, doğru bildikleri davaları için yapıyorlar; bu uğurda savaş ve hayatlarını riske atmaktan çekinmiyorlardı! Bu acımasız katl ve cinayetleri işlerken bile kendilerini safî ve hakikî ve en doğru müslüman kabul ediyorlardı! Bu düşünce ve inanç ve niyetlerinde samimiydiler yani!
İslâm tarihinde çıkan batıl mezhep ve cemaat ve tarikâtler incelendiğinde, istisnasız (Haricîler de dahil olmak üzere) hepsinin, Kur’ân-ı Kerîm’i delil ve referans getirdikleri görülür. Zaten bu sebepten Hz. Ali (R.Â.), Haricîler’e gönderdiği kişiye “Onların davalarını çürütmek için Kitap’tan delil – ayet getirme; çünkü âyetlerin birden fazla (işarî, remzî, umumî – hususî, şartlara bağlı – değil gibi) anlamı var ve olabilir; bu anlamlara göre tefsir – te’vil – tabir ve uygulaması değişebilir. Bunun yerine onlara delil olarak; ‘Peygamberimiz (S.Â.V.) şöyle yapar – yapmazdı; şu âyetin hükmünü şöyle uygulardı; biz O’ndan böyle gördük, öğrendik; sizin yaptığınız gibi böyle bir uygulaması hiç olmamıştı’ Peygamberimiz’in söz ve davranışlarından (yani Hadis ve Sünnet’ten) delil ve örnek getir ki muvaffak olabilesin” meâlinde emir ve tavsiyede bulunuyordu.
Binlerce ma’sum Yahudiyi katleden Hitler de kendince iyi birşey yaptığına inanıyordu! Firavun, Lenin, Nemrud gibi diğer zalimler de öyle! Yani insanlar bir davanın yanlış ve kötü olduğunu bile bile o yolda gitmez; istisnalar olmakla birlikte bir insan bile bile “ben kötüyüm, kötü işler yapıyorum” demez. Önce yaptığının doğru olduğuna inanır veya bunu yapmakta mazur – mazereti olduğuna inanır veya “daha büyük kötülüğe engel olmak için küçük kötülük işlemek kötü değil, bilakis iyidir” diyerek o cürümleri işler!
Örneğin Hitler, doğada kanun olarak güçlünün zayıf ve zararlıları eleyip, güçlülerin kendine yaşam alanı açtığını; seçilmiş türlerin, diğer türlerden üstün ve ayrıcalıklı olduğu anlamına gelecek sözlerle; tarihsel olarak sosyolojinin kanunlarının da aynı şekilde işlediğini; yani yaptıklarının gayet tabiî ve normâl, ma’kûl ve olması gereken olduğunu iddia ederek; izlediği politikaların tabiî ve ilâhî kanunlarla uyum içinde olduğunu; toplum ve milleti ilgilendiren devlet kanunlarının da buna göre dizayn edilmesi gerektiğine inanıyordu!
Konumuza perspektif oluşturmak için yaptığımız bu uzun girişten sonra, sonda söyleyeceğimizi başta söylersek; Fetullah GÜLEN davranış ve sözlerinde “net” olmadığı gibi, bundan daha kötüsü “mertte” değildi. Kendine inananları meşru hükûmete darbe teşebbüsünde bulunacak ve din kardeşini öldürecek hâle getirmesi de; 40 – 50 seneye yayılan bir zaman diliminde, mensuplarının zihnine ince ince ve alıştıra alıştıra işlediği fikir ve telkinlerin sonucudur.
1990’larda Bursa’daki Zaman Gazetesi’nde fahri muhabirliğe başladığım zamanlardan hatırlıyorum: Gazeteye ‘faizin reklâmı olmasın’ diye banka reklâmı, ‘kumara teşvik olmasın’ diye piyango reklâmları alınmazdı. Fakat bu gözler daha sonra hepsini, hatta daima “Cemaatin” aleyhinde olan CHP’nin — hem de “Kader Seçimi” başlığı altında “tesettür ve sarık – cüppe”nin kötü bir şey olduğunu alenen resimlerle ifade eden — reklâmlarını bile gördü! (Zaman Gazetesi 26.Ekim.2002)
1995 yılında bir televizyon kanalında Savaş AY’a verdiği röportajda; dava ve amacının siyasetüstü olup, tarafsızlık gerektirdiğinden dem vurarak, bu bağlamda aynen şöyle demişti: “Cebrail A.S.’ı çok severim, aşık gibiyim, burnumun kemikleri sızlar o derece. Hiç görmediğim, tanımadığım bir melek. O bir parti kursa ben ona diyeceğimki ‘kusura bakma sen bir parti kurdun ama seni desteklemeyecegim yani…”(!) Bu sözlerin üzerinden uzun zaman geçmemiştiki 2000’li yıllarda önce AKParti’ye, daha sonra menfaati çatışınca da; ülkenin batısında CHP’ye, doğusunda da HDP veya CHP’ye oy istedi! GÜLEN’in 180 derece dönüşlerinden birini gösteren sözlerini şu videodan izleyebilirsiniz:
Böyle yapmasına gerekçe olarak, AKParti iktidarını kastederek, “28 Şubat’ta bile böyle zulüm görmedik” sözlerinde ise şöyle bir hakikât payı var: O dönem Çevik BİR, daha sonraları Emin ÇÖLAŞAN’a yazılan övgü ve aşırı iltifat dolu mektup ve mesajlar, daha doğrusu önlerinde eğilme ve ayak öpmeler!… 28 Şubat’ın başaktörü Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı KARADAYI’ya Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istemesi; KARADAYI’nın reddetmesi üzerine, onun üzerinde “başkomutan” gördükleri S. DEMİREL’e vermeler!… Yani 28 Şubat’a bırakınız direnme ve tavır koyma veya hiç değilse sessiz kalarak, sessiz protesto gösterme; bilâkis destekleyici ve alkışlayıcı tavırları ve o günler kendi medyalarında çıkan haberlerine bakılırsa; hele bir de İmam – Hatip ve Kur’ân Kurslarının önü kapatılınca, kendi okullarına talebin de arttığı gözönüne alınırsa; 28 Şubat’tan bırakın zarar görmek, (ferdî istisnalar hariç olmak üzere, Cemaatin bütünsel ve toplamda) maddî – manevî kâr ve fayda elde ettikleri anlaşılır!
Meclise başörtüsü ile giren milletvekili Merve KAVAKÇI’ya ateşler saçarak “Burası devlete meydan okunacak yer değildir, bu kadına haddini bildirin!…” diye çığıran Bülent ECEVİT’i bile şefaâte lâyık görüp, şefaat etmek bile istedi! Ecevit’in, KAVAKÇI’nın şahsında tesettüre düşmanlığını gösteren o salyalı görüntülerinin videosu:
Ümmet ve İslâm’a düşmanlık veya zararına bakmadan, yeter ki Cemaâti’ne dost olan herkese gülücük dağıtmak ve işbirliğine girmekten çekinmeyen GÜLEN ise, bu karakteriyle(!) uyum içinde; 2007 yılında Amerika’da verdiği bir beyanatta Ecevit hakkındaki sözleri aynen şöyle: “Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı… Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı… Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti… Okullara çok sahip çıktı… İşin büyüklüğünü sezmişti… Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti… Eğer ahirette Allah bana şefaât etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım…”)(!)
Elhasıl; 28 Şubat Döneminin en baş aktörlerinden BİR’e yazdığı mektupta; mektubuyla kıymetli vakitlerini aldığı için defalarca özür dileyip, karşısında yere kadar eğilen; mektubunda onlara okullarını kayıtsız – şartsız teslim etmeye hazır olduğunu söyleyen; verdiği bir röportajda o zamanki MGK’yı meşveret ve içtihad kurumu gibi görüp, üstüne onların içtihad sevabı bile alabileceklerini söyleyen; bugün ise mevcut iktidara “yezid, firavun” diyen ve internetten beddua yayımı yapan; iktidardan gitmesi için düşman veya muhaliflerle bile ittifak yapmaktan çekinmeyen; kısaca “cemaât – örgütü”nü kurtarmak için “ümmet”i satmaktan çekinmeyen birisi var karşımızda!
Tesettürlü kardeşlerimizin üniversite kapılarından kovulduğu; anne, eş, ninelerimizin orduevlerine sokulmadığı; dindar kesime kurban derilerini nereye vereceğine kadar karışılıp, türlü baskı ve zulümler yapılan o karanlık dönemde; arkamıza bakıp, kendisinden bir destek ve zalimlere karşı bir söz ve dik duruş beklerken, safları sıklaştırmamız gereken o günlerde; (en önemli farz ve şeairlerden olan “tesettür” hakkında) “başörtüsü teferruâttır, fer’î bir mes’eledir” diyerek, bizleri adeta arkamızdan bıçaklaması; saflarımızı zayıflatıp, bozguna uğratmasını da unutmadık! Dönemin baskı rejimine bırak laf söylemek, bunun gibi sözleriyle destek olup, işlerini kolaylaştırdığını, yaptıkları zulmü hafif gösterdiğini unutmadık!…
Gülen’in 180 derecelik dönüşlerinden “tesettür” konusundaki dönüşünü gösteren videonun linki:
Bu, Gülen’in dava arkadaşlarını sattığı ilk dönüşü değildi. 28 Şubat’tan çok önceleri, 1971 Muhtırası’nda da İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nde, Bedi’üzzaman’ın avukatı Bekir BERK’in de yargılandığı “Nurculuk” davasında GÜLEN, mahkemenin “Nurcu musun?” sorusuna “Hayır, Nurcu değilim” diyerek, orada da dava arkadaşlarını satmış; bu olayı da küçük sıyrıklarla atlatmayı bilmişti!…
Farz başörtüsü ve tesettürün 28 Şubat’ta “teferruat ve detay” olmasından çok daha önceleri, Cemaat içerisinde “sünnet”ler zaten fiilî olarak teferruat ilân edilmişti! Üstelik Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî Hazretlerinin (R.Â.) 11. Lem’â olan Sünnet Risalesi ve burada sünnetin “nafile ve adab” kısmına dahi bilfiil olmasa bile, hiç değilse binniyet – bilkasd uymaya niyet etme ve tarafdarane ve iltizamkârane uymaya talip olmanın, Allah ve Peygamberini seven bir müslüman için iktiza ettiğini belirtmesi ve diğer Risaleler’de de sünnet’e yapılan bunca teşvik, tavsiye ve emrine rağmen!
Ayakkabısının boyasına bile dikkat eden ve alacağı malı 5 kuruş daha ucuza alabilmek için pazarlık yapmayı veya dükkân dükkân dolaşma ve internette araştırmayı “füru’ât ve detay” görmeyenlerin; sünnet, hatta farzları “ayrıntı ve teferruât” olarak görmesi, büyük bir algı ve değer bozukluğunu gösteriyor ki bu ayrı bir yazının konusu.
Cemaat’in gazeteye ilân – reklâm almak veya pazarlaması yapılan ev alet / eşyalarının satışını arttırmak için müşterilere yalan söylemek ve / veya gerçeği eksik anlatmanın günah değilmiş gibi görülme ve normâlleşmesinin tarihi ise 28 Şubat’tan çok daha eskilere dayanır.
Risale-i Nur okunur muydu? Evet, başta Risaleler’in yanında Gülen’in kitapları okunur, vaazları dinlenirdi, fakat zamanla durum tersine döndü. Yani artık Risaleler’in yanında Gülen’in kitapları değil; Gülen’in kitapları yanında (o da “teberrüken!”) Risaleler okunmaya başladı! Her türlü de zaten farkeden bir şey olmuyor, tüm yollar Fetullah GÜLEN’e çıkıyordu; yani okunan herşey O’nun dediği veya yaptıklarını tasdike yarıyordu!
Elhasıl, içinden doğduğu ve referans alıp, kendisine yaslandığı Risaleler’i göstermesi; birinci öncelik olarak onları teşvik ve tavsiye etmesi gereken Gülen’in kitap ve kasetleri; Risaleler’e perde olmaya, onlara ilgi ve alâkayı azaltmaya yarıyordu ve dahası Risaleler’e şeffaf bir cam veya ayna olması gereken kitapları, (tam tersi olarak) kendi rengiyle, Risaleler’deki rengi ve verilen mesajları da değiştiriyor ve bozuyor veya görünmez ve etkisiz hâle getiriyordu!…
Üstad Bedi’üzzaman Hazretleri Risaleler’de ehl-i tarikat ve velâyet (ki buna, Gülen gibi duyguları ağır basan; yani “velâyetmeşrep” olup, yoldan dönenleri de ekleyebiliriz) için diyor ya: “O yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner, başkalarını yoldan çıkarır… Taraftarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid’âta, hattâ dalâlete girdikleri olmuş.” İşte Gülen ve bağlılarında önce aldanma ve gaflet, sonra da dalâlet ve hıyanete giden süreç böyle başladı. Yani her insan gibi o da anasından hain ve dallîn olarak doğmadı. Çocukken, o zamanlar kendisine sorulan, o klâsik “Yavrum büyünce ne olacaksın?” sorusuna “Hain ve zındık olacağım” diye de cevap vermiyordu!
İslâm Tarihinde çıkan sapık din adamları ve batıl mezhep ve cemaâtlerin çıkış sebepleri incelendiğinde; bunların liderlerinin, sülûkunu tamamlamadan yolun yarısından dönmüş bazı cemaât ve tarikat mensupları olduğu görülür. Bunların, kendilerini gördükleri birkaç rü’ya ile ermiş ve yetişmiş ve hakikâti bulup, kemâle ermiş insan sanmalarından kaynaklandığı görülür.
Hatta bunların bazılarının rü’ya değil, gözü açık ve halüsinasyon da değil, bizzat reel ve gerçek, ışıklı bir varlıkla karşılaşıp “Ben falan peygamberin ruhuyum, falan melek veya Hızır’ım veya uzaydan gelen bir ziyaretçiyim!…” veya (haşa!) “Rabbinim; seni seçtim, sen seçilmişlerdensin!… Hızır gibi, senin de şu kişiyi öldürmen günah değil, bilâkis hayırdır!…” şeklinde bazı aldatılma ve aldanmalar yaşadıkları mümkün ve vâkidir.
Şimdi yolun başında yaptıkları açlık ve riyazet, zikir ve telkinler sebebiyle kendilerinde uyanan bazı letaif ve manevî duyu ve hisler vasıtasıyla bazı şeyleri gören veya hisseden bu zavallıların, kendilerini ermiş ve seçilmiş sayması; bir de buna talebelerinin kendilerine aşırı hüsn-ü zan, övgü ve ifratkârane muhabbeti ve liderleri hakkında gördükleri rü’yalar ve bir de talebelerin hocalarının her söz ve hareketinde keramet ve işaret aramalar da eklenince; “kendini doğrulayan kehanet” misali, o insanın ve talebelerinin sapıtması olağan bir netice! Bir de talebelerde kendini beğenmişlik ve kibir, yüksek manevî makamlara çıkıp, üstün olma arzusu varsa; o talebe bağlı olduğu şeyh ve hocasının da, diğer hocalardan üstün olmasını ister! Öyle ya; talebe olarak bunca istidat ve kabiliyetiyle, niye ikinci sınıf bir şeyh veya hocaya itimat ve itaat etsin! “Onun bağlı olduğu şeyh ve hoca, en büyük başka büyük yok! Hocası kâinatın direk ve paratoneri, gelen belâlar ilk önce hocasına çarpıp, insanlar bu yıldırımlardan muhafaza ediliyor! Kâinatın direği olan o gavs ve kutup sayesinde mahlûkat nefes alabiliyor! Hatta beklenen Mehdi veya İsa, hocası!”
Yolun daha başında gördükleri birkaç rü’ya, zevk – mevacid ve keramet ile sapıtıp, “oldum” diye yoldan dönen ve açtıkları postnişin ile kendileri de şeyhliğe soyunan ve çokları da yoldan döndürüp, saptıran o yalancı şeyh ve cemaât liderleri hakkında Üstad’ın analiz ve tavsiyesi: “O makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdi itikad eder veya Kutb-u Âzam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talip enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz… Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar… İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.”
Yani kibir ve kendini beğenmiş olmayan, ucub ve gururdan uzak; mahviyetkârane kendini daima aciz, günahkâr ve kusurlu gören ve kendinde bir makam ve paye görme hevesi olmayan; sadece Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu arayan, mütevazı ve ihlâslı bir kişiye; ister rü’ya ve isterse uyanıkken 1000 tane nuranî, ruhanî veya cinnî varlıkta gelse; “Sen Mehdisin, İsasın veya seçilmiş kişisin” de dese; o kanaatkâr, mütevazı ve ihlâslı insanı kandıramaz ki, öyle olsun! Bu yüce makamlarda olduğuna ihtimâl verdirip, aldatabilsin!
İşte Gülen’e, bir kitabında: “Hatta onlardan ağladığım kadar, Allah rızası için ağlayabilseydim, o gözyaşları milletin cennete gitmesine bile yeterdi…” dedirten (Fasıldan Fasıla 3, Baskı İzmir 1997, sayfa 90) kendindeki o kibir ve kendini beğenmişlikin verdiği kendini üstün bilme ve görmelerdir! İçindeki kibir ve ucb, gururu ele veren ve gösteren, kitaplarındaki cümle ve ifadelerinin tahlili, ayrı bir yazının konusu olup, bunu gelecek yazımıza erteliyoruz.
Gelecek yazımızda, Gülen’in kitap ve konuşmalarındaki İslâm veya Ehl-i Sünnet’e zıt ve aykırı görüşlerin; ayrıca kendindeki kibir ve seçilmiş, üstün kişi olduğu inancını gösteren cümlelerin; ayrıca konjonktür ve menfaatine göre dün dediği, bugün dediğinin zıttı olan ifadelerin ve son olarakta söyledikleriyle – yaptıkları arasındaki tutarsızlık ve çelişkilerin tespit ve tahliline çalışacağız inşâallah.
Fakat yeri gelmişken, Gülen’in kitap ve vaazlarındaki söz ve ifadeleri için şu ikazı yapmamız önemli: En kötü ve aldatıcı, gizli ve sinsi yalan; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalandır! Bir yem işlevi gören o doğrularla insanı avlarlar; “bunlar doğruysa, şu dedikleri de yüksek olasılıkla doğru olabilir ve doğrudur” ihtimâl ve zannına yol açarak; böylece diğer yalanları da peyderpey yuttururlar! Üstad’ın dediği gibi bütün batıl cemaât, mezhep ve felsefî doktrinlerin herbirisinde; o ekolün hayatta kalıp, taraftar bulmasını sağlayan bir “dâne-i hakikât” bulunur. O hakikâtin üzerine bina ederler, diğer yalan ve yanlış fikir ve davranış ve politikalarını.
“Gülen, ermiş ve kâmil bir zât olmasa; öyleyse bana niye rü’yalarımda beşaret ve işaret veriyor ve sohbetlerinden feyz alıyorum!? Demek hocam kemâle ermiş, veli bir zât” denirse; Bedi’üzzaman Said Nursî Hazretlerinin buna cevabı, Mesnevî-i Nurîye / Zühre / 13. Nota / 5. Mes’ele’de şöyle geçiyor: “Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir’ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o âyinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.”
Ayrıca, talebenin kendisi veya hocasının rü’yada veya uyanıkken bazı imajlar görmesi, bazı sesler duyması veya olacakları önceden görmesi – hissetmesi veya rü’yalarında ma’lûm olması gibi şeyler, o kişilerin manevî yükseliş ve kemâlde olduğunu göstermez, evliya olduğunu hiç göstermez!
Yani 5 maddî duyumuz gibi 5 manevî duyu organlarının açılma ve gelişmesi neticesinde her insanda olabilecek bu tür algı ve hissiyatlar için o insanın veli ve evliya olması gerekmiyor; hatta hak dinde olup, müslüman, mü’min olması bile gerekmiyor. Açlık ve riyazet, et yememek ve zikir, inziva ve yalnızlık, meditasyon ve murakabe gibi istikrarlı ve devamlı ve uzun süreli yapılacak çalışma ve alıştırmalarla, insanın bu tür bazı manevî duyu ve letaiflerinin açılma ve gelişmesi mümkün ve vâki. Hatta bazı insanlar buna doğuştan sahip…
Sonuç olarak; FETÖ ve teröristbaşı Fetullah GÜLEN’in başrol oynadığı 15 Temmuz Darbe Girişimi ve hain terörist saldırılarından sonra, insanın: “Madem bu kadar organize gücün, insan ve silah kaynağın vardı; bari 8 küsur milyon nüfusu ve Erzurum kadar yüzölçümü olan İsrail’e yapsaydın bu darbeyi de, tüm dünyayı sevindirseydin” diyesi geliyor! İsrail’in Filistin’deki zulmüne son vermek için orada organize olaydın!
Aşağıda konuyla ilgili ibret ve tarihe kayıt düşmek amacıyla; teröristbaşı Fetullah GÜLEN’in, 15 Temmuz Darbe Girişiminden sonra Batı dünyasına ERDOĞAN’ı şikâyet ve ihbar eden ve bazı iftiralarda da bulunan 4 – 5 video görüntüsünü paylaşıyoruz. Birinci videoda: “ERDOĞAN İslâm Dünyasının Emir-el Mü’minîni olmak istiyor… Müslüman ülkeleri de işgal ederek İslâm Âleminin lideri olmak istiyor… IŞİD’e yardım ve yataklık ediyor… IŞİD’liler Türkiye’de tedavi edilerek, dünyanın değişik yerlerine gönderiliyor. Fransa’ya da gönderiliyor, Almanya’ya da gönderiliyor, İngiltere’ye de gönderiliyor…” gibi konuşmalarıyla, GÜLEN’in nereye kadar düştüğü anlaşılabilir! (18.Temmuz.2016 / Bamteli) https://youtu.be/4mVcavjTe70
İkinci videoda da; Teröristbaşı GÜLEN’in darbeyi önleyen Türk Milleti ve Türkiye Vatandaşlarına “ahmaklar” diye hakaret eden sözleri var! Linki: https://youtu.be/bIevDVtiLxE
Üçüncü görüntülerde Gülen 15 Temmuz’un “darbe girişimi” olmayıp, tiyatro ve kurgu olduğunu hezeyanlarında bulunuyor! https://youtu.be/UYZEtM9jM8w
Dördüncü kayıtta Gülen: “Devletin kılcal damarlarına kadar sızacaksınız!… Avukatta kiralayacaksınız, hâkim de kiralayacaksınız!…” https://youtu.be/h9Xan0jHkyg
Beşinci görüntülerde ise; kendisini Türkiye’ye iade etmemesi için Amerika’ya övgü ve yalvarışları sözkonusu; ayrıca “iade ederseniz, herşeyi anlatırım” gibilerinden bir altmesaj da saklı! Gülen: “Hayatımın son günlerini yaşıyorum, hastayım günde 40 tane ilaç alıyorum. Amerika halkını gördüm, mahkemelerini gördüm çok insancıllar. Burada bir rahatsızlığım yok, cebren beni almaya kalkarlarsa da böyle bir şey olmayacağını umut ediyorum…” Linki: https://youtu.be/wJYKmQtwA40
FETÖ Paralel Devlet Yapılanmasının 15 Temmuz Darbe Girişiminden sonra ve terörist elebaşının Batı Basınına verdiği demeçlerde kendi hükûmeti ve miletini şikâyet ve iftira etmelerinden sonra daha halâ Fetullah GÜLEN’in uyanmayan ve ayılmayan bağlıları varsa; yoldan dönüp, kendileriyle birlikte başkalarını da aldatıp – saptıran liderlerin kişilik yapıları hakkında Bedi’üzzaman Said Nursî Hazretlerinin tamam ifadelerini de aşağıya ekledik. Fakat “hüsn-ü zan ve su-i zan” ile “te’vil ve yorumda” sınır tanımayanlara diyecek bir sözümüz yok!
Lem’âlar, 17. Lem’â, 13. Nota, 5. Mes’ele
Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa’yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.
Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.
Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.
Hattâ bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir’ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır, o âyinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.
—-
Mektûbat, 29. Mektub, 9. Kısım, 7. Telvih, 4. Nokta
“Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarikat olabilir mi?” diye sual ediliyor.
Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, Sâdi-i Şirâzî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا ظَفَرْ بُرْدَنْ چُزْ دَرْ پَى مُصْطَفٰى
Yani, “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhaldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin.” Bu meselenin sırrı şudur ki:
Madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.
Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette, o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman—fakat o zamana mahsus olarak—o zat, şeriata muhalefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh—o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.
Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır. Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor.
Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.
İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî birşey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. “Ben onu buldum; o bana yeter” der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
—-
Mektûbat, 26. Mektub, 4. Mebhas, 9. Mes’ele
…Diğer kısım ki, onlara ittibâ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabul ettikleri için derler ki, “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil”; ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki, her hâdi zât mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamazlar… İkinci kısım olan taraftarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid’ata, hattâ dalâlete girdikleri olmuş.
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibâli Baba kıssası nev’inden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş… İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından… Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.
—–
Mektûbat, 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih
Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkülâtlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; çok geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki, o yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner, başkalarını yoldan çıkarır… İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.
Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:
“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”
O zat şu cevabımdan inşaallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de, mazhariyet-i esmâdan ibaret olan merâtib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makamât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdi itikad eder veya Kutb-u Âzam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talip enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvâları şatahat sayılır; onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar. Çünkü, büyük evliyayı kendi gibi telâkki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira, nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hattâ, enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.
İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.
Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünkü muhabbet gözü kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki:
Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kàbiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nisbeti o derecededir. Evet, herbir âyinede görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır; fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!