Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular (1)

Çoğu zihinde dolaşan, doğru bilinen yanlışlardan birisi de şudur ki: Bilim/sellik’in; “araştırma ve bilgi” işi; İslâm’ın ise bir “önkabül ve inanç, teslimiyet” işi olduğu söylenir. Klişe bir söz olarak: “Bilim”de, araştırma ve sorgulamanın esas olduğu; fakat “din”de, sorgulama ve soru sormanın; küfür ve dinden çıkma ve inancını kaybetme olduğu, iddia edilir.

Şimdi, Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim’in, başlangıçta yola çıkarken; aksiyomatik olarak hangi inanç ve önkabülleri esas aldığını; önceki yazılarımızda incelediğimiz için, tekrar o konulara girmeyeceğiz.

Bilim/sellik’in: “İnanç ve inançsızlıklardan bağımsız ve ayrıyız, evren hakkında tarafsız ve nötr bilgiler veririz” gibi iddialar ve “seküler – lâikiz” gibi “soft ateistik” kavramlarla bizi yanılttığını; yani gözlem – ölçüm verilerini, bir ateist – materyalistin gözüyle ifade ettiğini; yani Bilim’in, “inanç/sızlıktan bağımsız ve tarafsız” olmayıp; bilakis “ateist – deist ve materyalist” inanç/sızlıklardan taraf olduğunu görmek için, bu yazılarımıza bakılabilir.

Yukarıdakine benzer, zihin dünyamızda; “klişe sözler” ve “doğru bildiğimiz yanlışlar”, o kadar çok ki! Bunun üstüne, bir de “eksik bildiğimiz doğruları” ekleyin! İnsanların, bilgilerine vukufiyetleri ne derece olduğunu bilemem; fakat, genelde İslâmî konularda ve Bilim konularında, insanlarda gördüğüm bu.

Meselâ, bir Sosyâl Deney yapar gibi; yoldan çevirin birilerini, sorular sorun veya bir konuyu beş dakika anlatmalarını isteyin. Verdikleri cevap, anlattıkları şeylerde, dehşete kapılmamak mümkün değil! “Neresi doğru ki!” misali; yanlışlarını söylemek yerine, oradan uzaklaşmayı tercih edeceksiniz veya vaktiniz bolsa, doğrusunu anlatacaksınız: “Kurban edilecek olan, İbrahim değil İsmail (Â.S.); gökten getirilen, inek değil koç; getiren, Azrail değil Cebrail (Â.S.)!… Denizi yaran, İsa değil Musa (Â.S.)!…”

Fakat, bu dediklerinizi hemen kabul edeceklerini veya sizden sonra, ‘acaba anlattıkları doğru mu?’ diye araştıracaklarını da düşünmeyin! Bu sebepten, ikinci aşama olarak, söylediğiniz şeylerin, kaynaklarını vermeniz gerekir. Bunu da başarıyla geçtiyseniz; “Bahsettiğin kitapta yazılanın, doğru olduğunu nereden biliyorsun?” itirazıyla başlayan, üçüncü aşamaya geçilir!

 

Bildiğim şeyi, neden tekrar öğreneyim!?

Yani, bildiklerimizden o kadar eminiz ve bu bilgilerimize o kadar sıkı tutunuyoruz ki; ciddi bir metod dahilinde değil de, rastgele; oradan – buradan öğrendiklerimizin doğruluğuna, o kadar inanıyoruz ki; bunların, doğruluk – yanlışlık ve eksikliği konusunda, herhangi bir araştırma yapıp, kitap karıştırmayı bile abes görüyoruz!

Gerçi bu bendeki de; mesnedi olmayan bir ümit, bir iyimserlik, bir hayâl! Sanki araştırıp, kitap karıştırmaya karar versek; değişen birşeyler olacak! Zaten, bildiğimiz  doğrulara kıyasla okuma yapacağımız için, doğrularımıza uymayan yerlere, ya “yanlış” diyecek veya “yanlış anlayacağız!” Tedavisi müşkil, tamiri zor bir arızadan bahsediyorum yani. Hem, kimse kendini temize çıkarmaya çalışmasın; bu arıza hepimizde var!

Yani diyeceğim şu ki: Kendimizle ilgili diğer şeylerde olduğu gibi, ‘bildiklerimiz’ konusunda da aczimizi kabul etmeli ve konunun profesörü dahi olsak, ilmimize güvenmemeli ve burada da, sadece Rabbimiz’e güvenmeliyiz. Diğer konularda aczimizi görüp, mütevazı olduğumuz gibi; “ilim” konusunda da bunu başarabilmeliyiz. Kendimizi üstün görüp; “benim bu kişiden öğreneceğim birşey yok” demek, mütevazı olmadığımıza alâmet gibi duruyor çünkü!

Konumuza dönersek: Öğrenme ve değişmeye en kapalı olduğumuz alan; işte bu, “doğru bildiğimiz yanlışlar”, doğruluğundan emin olduğumuz malûmatlar ve bir de, “eksik bildiğimiz doğrular.” Çünkü: Bu konuda, cehaletimize bile ilmimiz yokki, doğrusunu öğrenmeye çalışalım! Demekki: Yanlış bilmek, hiç bilmemekten daha kötü! Çünkü; ‘bilmeyen’in, hiç değilse, bilmediğini farketme ve öğrenmeye çalışma ihtimâli var! Bizde, bu olasılık da düşük!

Şimdi diyeceksiniz ki: “Eee bildiği, doğru bildiği şeyi, neden tekrar araştırsın ki insan!? Bunun yerine; yeni bilgiler edinerek, bilgisini arttırması, daha doğru değil mi zaten!?” Haklısınız; ama “doğru bildiğimiz şeyler”, gerçekten doğruysa ve doğru olması da yetmez; bu doğrular, eksiksiz ve tam ve içine yalan – yanlış bilgiler karışmamışsa, haklısınız.

Yani, buradan gelmek istediğim nokta şu: Arkamızdan atlı kovalıyor gibi, hergün, oradan buradan yeni birşeyler öğrenmek yerine; bazen durup, nefes almalı ve öğrendiklerimizi hazmetmeliyiz. Ve geriye bakıp, önceden öğrendiklerimizin sağlamasını yapmalıyız. Bilgilerimize yeni bilgiler eklemeye, bir süre ara verip; mevcut bilgilerimizin doğruluğunu araştırsak; doğru çıkanlarında, eksik – gedik, çatlaklarını tamir etsek diyorum yani.

Çünkü: Bugüne kadar öğrendiğimiz bölük pörçük ve birbirlerinden kopuk bu bilgiler; zihnimizde, bağımsız adalar şeklinde yüzüyor! Bunların arasındaki boşlukları kapatıp, birbirlerine bağlamak ve bütünleyip, sağlamlaştırmak ve buradan, bir şehir inşa etmek gerekiyor artık. Ama önce; yani bu “bilgi adacıklarımız”ı arttırmak ve bağlamaktan önce; bunların sağlamlık ve doğruluğunu kontrol etmekle işe başlasak, daha doğru gibime geliyor.

Açılan bir sohbette; maşâallah, her konuda bir bilgimiz, fikrimiz ve söyleyecek bir sözümüz var! Malûmatlarımızın kapladığı alan geniş. Ama ne var ki; bu genişlikle mütenasip, derinlik yok! Bilgilerimiz, hep yüzeysel. “Adacıklarımız”ın, su üstünde yüzmesinin bir sebebi de bu. Bilgilerimizi, tâ ana aksiyomlarımıza kadar inip, bağlamamışız! Veya aksiyomlarımız çürük olabilir; bu durumda, bilgilerimizi bağlayıp, temellendireceğimiz zemin, sağlam değil demektir…

Farkettiyseniz; “Bilgilerimizin, doğru olduğunu nereden biliyoruz? Bundan, nasıl emin olabiliyoruz?” Yani: “Bildiklerimizin, doğru olduklarını biliyor muyuz; yoksa, doğru olduklarına inanıyor muyuz?” sorularının, cevaplarını arıyoruz. Çünkü: Dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri, rastgele, oradan – buradan öğrendiğimiz malûmatlar; okulda, evde, bize “bilgi” etiketiyle öğretilenler; “doğru bilgi” diye zihnimize çakılan telkin ve tekrarlar… Bunların çok azı bile, eksik veya yanlış ise; sonradan öğrendiğimiz / öğreneceğimiz bilgiler de, (velev doğru bile olsa), yanlış ve çürük bir zemine temellendiriliyor / temellendirilecek demektir! Üstelik, bu toprağa önceden ekilmiş ve kökleşmiş “doğru bilinen yanlışlar”; gelen her yeni bilgiyi de bozacak, yani yanlış anlamlandırılmasına sebep olacak veya etkisini azaltacak!

Kısacası: Daha merak bile etmeyip, sorusunu bile sormadığımız; ama bize önceden ezberletilmiş “hazır cevaplarımız” ve “doğru bildiklerimiz”i gözden geçirmemiz; tedbir açısından, aklın gereği. Çünkü: Bu hayatın, tekrarı yok. Yarına, garantisi yok. Öyleyse; ne yapacaksak, şimdi yapacağız, burada yapacağız…

 

Bilim’in verdiği Zararlar!

Farkettiniz mi, daha konuya bile giremedik! Vakit az, konu çok, siz yoğun, nasıl olacak bu iş!? O hâlde, kitabın ortasından başlamak bana caiz! Ama ben, sonundan başlayacağım! Yani işte, sonda söylenmesi gerekeni, başta söylüyorum: Yazımızın ilk paragrafında geçen; “Bilim/sellik’te, araştırma ve sorgulama; din’de, teslim ve önkabül esastır” sözü; anlamsız ve içi boş bir retorik ve demagojiden ibaret!

Meselâ; o “Bilim/sellik’te sorgulama esastır” diyenlere sorun: “Suyun kaynama derecesini, halâ sorguluyor musunuz!?” diye veya “Atomların olup – olmadığını, halâ araştırıp – sorguluyor musunuz!?” diye! Sorun: “Mikropların, hastalık yapıp yapmadığından, halâ emin değiller mi!? Bu konuda, halâ araştırma – deneyler devam ediyor mu!?” Veya: “Bilim tarihinde geçen, sayısız bilimsel hata ve yanlışa bakarak; bu kadar yanılma ve çöplüğe gitmiş, bu kadar bilimsel teori ve hipoteze bakarak; Bilimsellik Felsefesi’ni sorguluyorlar mı!?” Ve daha önemlisi: “Bu kadar teknolojik icat ve keşiflerinizin, çevreye ve canlı yaşamına ve gelecek nesillere verdiği ve vereceği zararlara bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz!? Bilim – Teknolojinizin verdiği, hem de artarak vermeye devam ettiği ve geri dönülemez sınıra yaklaşmış, bu zararlarına bakarak; Bilim’den şüpheleniyor musunuz, Bilimsellik’i sorguluyor musunuz!?”

Yani: Bir yöntem olarak “Bilim ve Bilimsellik”i sorgulayan bir bilimadamı gördünüz mü hiç!? Varsa da, çok nadir. Fakat “İslâm”ı; vahyedildiği günden beri, hem içeriden ve hem de dışarıdan eleştiren, sorgulayan gani! Bundan ayrı olarak, bir de İslâm’ın, esas ve ana aksiyomlarının; hikmet ve illet, gaye ve nedenlerini araştıranlar da, bir o kadar fazla! Aksi hâlde; “Mu’tezile, Cebriyye, Rafizî, Haricî…” bu kadar mezhep ve “kelâm, hadis, fıkıh, tasavvuf” bu kadar meşrep ve meslek, nasıl çıktı sanıyorsunuz!?

Gene, sorun o bilimadamı ve uzmanlara: “Dünyadaki tüm yaşamı yokedecek potansiyeli olan ve gelecekte de, dünyayı yörüngesinden çıkartacak potansiyeli taşıyan; sizin icadınız olan, bu kadar kimyasal ve nükleer bombalar!… Sizin bomba ve uçaklarınızla, sadece 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısının, geçmişteki savaşlarda ölenlerden çok daha fazla olması!… Ekosisteme zararlı ve biz faydalarından yararlanırken; zararlarını torunlarımızın göreceği diğer teknolojik icatlarınız!… Dünya nüfusunun, ancak yirmide birinin, ni’metlerinden faydalanabildiği bu ‘Bilim’in; halâ insanlığa faydalı olduğunu; faydasının, zararından çok olduğunu düşünüyor musunuz!?” diye…

Neymiş: “Bilim sayesinde tıp gelişmiş, insan yaşamı uzamış, hastalıklara çare bulunmuş!” Zaten, geçmişte bu kadar çeşit ve sayıda ve bu derece yaygın olmayan, çoğu arıza ve hastalığın, sebebi de sizsiniz! Sizin icadınız olan; o kadar gıda boyası, koruyucu, kimyasal, işlenmiş gıda, tarım ilâcı, hormon!… Üstüne kirlettiğiniz hava, deldiğiniz ozon, karbon salınımı, küresel ısınma, eriyen buzullar!… Sizin teknolojik icat ve buluşlarınız sayesinde; geri dönülemez sınıra gelmiş, ekolojik zarar ve atık ve çöpler!… Daha genetik çalışmalarınızın, taşıdığı potansiyel tehlikeler ve biyolojik silâhlardan, hiç bahsetmedik bile!… Televizyonu bile, sizin icadınız kumandayla açıyor, iyice obeziteye bağlıyoruz!…

Ahlâk ve değerden yoksun, kapitalist şirket ve devletlerin emrinde çalışan ve dünya nüfusunun çok küçük bir kısmına ve varlıklı kişi ve devletlere faydası olan ve fakat zararı, şimdi ve gelecekteki nesillere dokunan bu Bilim yüzünden; birgün, dünyadaki kaynaklar tükenip, dünyayı terketmek zorunda kalıpta, Mars’a yerleşmek zorunda kalırsak; “Allah razı olsun Bilim’den ki, bu teknolojik icatlarıyla, insan türünü yokolmanın eşiğinden kurtardı” deyip, Bilim’e teşekkür mü edeceğiz yani!? Çünkü: Başımıza bu dertleri açan, bunların direkt veya indirekt müsebbibi, zaten “Bilim”in kendisi! Dünyanın tükenmesine, bırakın engel olmak; bilâkis, direkt fail ve en birinci sebebi o!

Yani: “Bilim, bilimsellik” derken; sakın zihninizde, hiçbir eksik ve yanlış ve zararı olmayan; hata ve kusurdan münezzeh ve arî, “mukaddes ve kutsal” birşey canlanmasın! Sonuçta; insan çalışmasının ürünü olan, sosyolojik birşeyden bahsediyoruz. “Vahiy” değil yani!

Teknolojisi ve icatlarıyla, kısıtlı bir azınlığa faydalı olurken; bedelini tüm canlıların ödediği ve gelecek nesillere de borç yazılan birşeyden bahsediyoruz! Bugün rahat yaşayacağız ve dünyadan alınabilecek tüm hazzı alacağız diye; keyfimizin bedelini, gelecek canlı nesillerinin ödeyeceği bir araçtan bahsediyoruz! Kendini sınırlayacak, hiçbir ahlâkî değer taşımayan ve böyle bir endişesi de olmayan, bir aletten bahsediyoruz! Bazı zararlarını şimdiden gördüğümüz, dünya ve canlı yaşamını tüketen, zararlı ve riskli bir enstrümandan bahsediyoruz!

 

Aydınlanma mı, Karartma mı!?

Elhasıl: 1700 – 1800’lü yıllardan başlayan “Bilimsel Devrim, Reform, Rönesans, Aydınlanma” vs.’den, günümüze kadar gelirsek; “Bilim ve Teknoloji”nin, henüz detaylı bir kâr – zarar analizi ve envanter dökümü yapılmadı. Yapılsa; zararının, faydasından çok olduğu; o faydasının da, ufak bir azınlığa (zengin kişi – şirket – devletlere); zararının ise, herkese olduğu görülecek!

Bir de: Üstad Bedi’üzzaman’ın (birebir değil, mantık ve mefhum olarak) ifadesiyle; “eskiden ‘insan’, refah ve mutluluğu için birkaç şeye muhtaçken ve onları da çalışarak elde edebiliyorken; şimdi ise, ‘medeniyyet’; bu istek ve ihtiyaçları bine çıkartmış ve bunları çalışarak, emeğiyle elde edebilenler de çok az! Demek bu medeniyyet, ekseri insanı, fakirleştiriyor ve muhtaç hâle getiriyor!…”

Evet, bu çoğalan ihtiyaçları elde edebilmek için, daha anaokulundan başlayarak; at gibi, günde 10 – 15 saat koşturuyoruz! Bir çamaşır – bulaşık makinası alıp, ihtiyaç bitti derken; bu sefer de “parlatıcısı ayrı, tuzu ayrı, deterjanı ayrı, temizleyicisi ayrı”, yeni ihtiyaçlar doğuyor! Bir ihtiyacımızı karşıladık derken; o aldığımız şey, 10 ayrı ihtiyaca, dal – budak veriyor!…

Üstelik; Bilim ve Teknoloji’nin inşa ettiği bu “medeniyet”, yaşamak ve hayata tutunmak için gereken, ihtiyaç listemi arttırdığı yetmiyormuş gibi; bir de, dünyaya istek ve ilgilerimi de arttırarak; muhakkak gideceğim, sonsuz ahiret hayatını da unutturuyor!… Halbuki; tüm kazandıklarımızı kaybedeceğimiz, “ölüm” gibi ‘kötü’ bir sonla biten bu hayat hikâyemizde; şimdi, burada kazandıklarımızın, ne önemi var!?…

Neymiş: Teknoloji sayesinde; meselâ araba ve petrolün keşfiyle, insanlar, uzakları yakın ediyor, zaman kazanıyormuş! Şehirde yaşamak zorunda kalıp, araba kullananlara sorun bakalım: ‘Kendilerine ayıracakları boş vakit kalıyor mu’ diye! Halbuki, köyde yaşamını devam ettirip, arabası olmayanların, daha bol vakti var! O arabayı satın almak için, zaten 3 – 5 senelik zaman ve emeğimizi harcayıp, para biriktirmiş veya araba borcu ödemişiz! Hergün trafikte, park yeri aramakta, benzincide, tamirde vs. geçen zamanı da ekle, sonra buna! Sonra, araban var diye veya toplu taşıma var diye; uzakta seçtiğin, bulduğun iş – okul; hergün işe giderken ve / veya çocukları okula götürürken geçen zamanı da ekle…

Elhasıl: Dikkat edilirse, teknoloji (araba, cep telefonu, televizyon, bilgisayar, internet vs.) bize zaman kazandırmıyor, bilâkis zamanımızı çalıyor ve dolduruyor ve olan zamanımızı da hızlandırıyor! Her geçen gün, yeni yeni ihtiyaç ve istekler ihdas ederek; daha fazla çalışma, daha fazla koşuşturma ve zaman kaybına neden oluyor!

60 senelik ömrün, 20 senesini üniversite bitirmek için okuyoruz; bu ömrün 20 senesi de uykuda geçiyor zaten! Kalan 20 senelik ömürde de; para kazanmak için, her sabah erkenden kalkıp, günde 10 – 12 saat, bir işte çalışıyor, akşam hava kararınca da eve dönüyoruz! Doğan heryeni bebek, bu çarkın içine doğuyor; daha anaokulundan başlıyor, o bebeğin, mesai ve koşuşturması!

“Televizyon sayesinde, dünyadan haberim oluyor(muş)!” Bana ne Amerika’da veya falan şehirde olan, bir trafik kazası veya cinayet haberinden!?  Falan kişi şunu dolandırmış, filân kişi şu hırsızlığı yapmış, ötekisi suya kapılıp, boğulmuş!… Bunları bilmemin, benim işime veya vizyonuma ne katkısı var!? Karda yolları kapanan köyleri, falan yerde yanan ormanları öğrenince; oradakilere yardıma mı gideceğim!?… Hadi ahirete faydasını geçtik, dünyama bile faydası yok bu haberlerin! Küllün mâlâyanî! Yani: Doğru olması yetmez; faydalı da olmalı, verilen bilgi ve haberler.

Üstelik; verdikleri doğru haberlerin bile çoğu, eksik ve yanıltıcı veya manipülâtif! Meselâ: “Kadına şiddet” başlığı altında verilen; “cinsiyet ayrımcı” ve “manipülâtif” haberler, buna iyi bir örnek. Halbuki, ‘kadına şiddet uygulayan erkeğe’ zum yapan kameranın açısını genişletsek; haberin doğru başlığı, ‘erkeğe şiddet’ olarak değişecek! Çünkü: Erkek tarafından dövülen – öldürülen 1 kadın varsa; erkek tarafından öldürülen 10, belki 100 erkek var! Erkek tarafından şiddet gören, zayıf ve aciz 1 “kadın” varsa; erkek tarafından şiddet gören, zayıf ve aciz 100 “erkek” var! Yani olaya cinsiyet ayrımcı bakmayalım; çünkü “kadın”dan daha çok, “erkek”, şiddet ve baskı görüyor! Yani, asıl ve büyük ve öncelikli problemimiz; “kadına şiddet” değil, “erkeğe şiddet;” daha doğrusu, cinsiyetten bağımsız “cinsiyet farketmeksizin güçlülerin zayıfları ezmesi!” Kameraların göstermediği, kadraja girmeyen, olayın gerçek resmi bu!

Ayrıca: “Erkeğin, kadına” fiziksel şiddetinden, çok daha yaygın olan; “kadının kadına” ve “kadının erkeğe” uyguladığı; ve genelde gizli ve sinsi olan, “psikolojik şiddet ve mahrum bırakma ve baskı”dan da bahsetmek gerekiyor ki, haber bütünlensin ama asıl konumuz bu değil. Bu kadar yaygın olduğu hâlde, medyaya ve sokağa yansımayan bu konuyu; yazar Sema Maraşlı hanımefendi, kitap ve yazılarında, iyi teşhis edip; problemi ve çözüm yollarını gösteriyor. Oradan okumanızı tavsiye ederim.

 

Görüntü’nün İktidarı: Kurgu’nun, Gerçeğe Galebesi!

Biraz da filmlere dokunalım: Televizyonda izlediğim, dolandırıcılık – cinayet filmleriyle; ‘nasıl daha iyi banka soyulur, yakalanmadan cinayet nasıl işlenir’, bunları mı öğrenmeliyim ben!?

Veya: Filmlerde “kahraman”ın; falan iyi niyetler ve amaçlarla, yalan söylemesinin mazur gösterilip; ikiyüzlü ve hilekâr davranmasını, meşru mu görmeliyim!? Sanki sebeplerin sürüklediği, iradesiz bir robotmuş gibi, sanki hiç seçim şansı yokmuş gibi gösterilen; bu kurgu ve altfon eşliğinde sunulan “kahraman”ın; cezayı kendi kesip, birilerini öldürmesi ve intikam almasını, doğru mu görmeliyim ben!? İzlediğim filmde “iyi” diye lânse edilen o; devlet – kanun tanımayan, günah – sevap endişesi taşımayan “kötü” karakterden taraf olup, ona mı hak vermeliyim!? Kurgudaki bu dayatmaya, boyun eğmek zorunda mıyım ben!? İmajinatif bile olsa, bir süreliğine bile olsa; müslümanlığımı ve değerlerimi, askıya almak değil mi bu!?

Algı ve paradigmalarıma tamamen zıt ve yabancı yerlerde üretilen ve ben kendimi koruyabilsem bile, bir yerlerden çocuklarımın maruz kaldığı; çocuklarım değilse bile, ona okulda ders veren öğretmenin, cazibe ve sihrine kapıldığı bu film ve diziler, hangi dünya görüşünün eseri!?

Haram ve günahın; allanıp pullanıp, güzel ve cazibeli bir şekilde ambalajlandığı ve sunulduğu bu filmler ve taşıdıkları subliminâl mesaj ve ateist – deist dünya görüşleri, hiç kimseyi ürkütmüyor mu gerçekten!? Zihin ve ruh dünyamızın, formatlanıp – yeniden programlanması neticesi; mâneviyatımızda açılan yara ve kangren ve buralardan akan kanları, kimse görmüyor mu gerçekten!?…

Beynimizin, “gördüğü temsilin, gerçek olduğunu vehmedip, inanan” en ‘ilkel’ (daha doğrusu, hayvanî) kısımlarına hitap eden; bu sahte ve yapay görüntüler sayesinde; kitap okumak ve düşünmek, kitaplardaki tasvirleri hayâlde kurgulamak bile, yorucu ve meşakkatli geliyor, günümüz insanına!…

Bir de modernizmin, dokunulamaz ve eleştirilemez kutsallarından “sanat” var, bunun altkümesi “müzik” var, bunun alt türü “arabesk müzik” var! Şimdi; derdim yetmiyormuş gibi, bir de dinlediğim bu müziklerle, sahte ve hayalî dertler edinip, niye kurgusal üzüntüler yaşatayım kendime!? Veya, olan dertlerimin bana yaşattığı sıkıntıyı, bu müzikleri dinleyerek, niye ikiye katlayayım! Mazoşist miyim ben! İlle de üzülmek, ağlamak istiyorsam; niye sanal üzüntüler icad edeyim kendime! Üstelik; sanal olmayan, gerçek dertlerim varken!

Meselâ; birgün elden  ayaktan düşüp, yaşlanacağım ve hastalanacağım; benim ve sevdiklerimin birgün öleceği ve onlardan ayrı kalacağım gerçeği, az mı hüzünlendirici benim için!? Sonra; ahirette hesap problemi var; sonsuz hayatın, burada yaptıklarımızla şekillendiği gerçeği var!… Asıl olan bu dertlerimi unutunca veya erteleyince, çözülmüş mü oluyor bunlar ki; üzülmek için, yeni hayalî dertler ve acılar edineyim!

Şarkılardaki hayalî ve kurgusal hikâyelerle, duygularımın fabrika ayarlarıyla oynayarak, dışarıdan uyuşturucu almak gibi; sahte ve geçici hüzün ve mutluluklar yaşayacağım diye; niye, asıl kaygılarımı unutup – erteleyeyim veya varolanları arttırayım!? Kendime, geçici bir gaflet ve uyuşukluk; bir nevi trans hâli yaşatayım!?…

Gene ana konudan saptık! Yukarıda, diyorduk ki: “Bilim/sellik’te sorgu ve şüphe esastır” diyenlere sorun: “Suyun kaynama derecesini, halâ sorguluyorlar mı!? Veya: “Atomların olup – olmadığı veya mikropların, hastalık yapıp yapmadığından, halâ emin olamadılar mı!? Bu konuda, halâ araştırma – deneyler devam ediyor mu!? Bu, daha ne kadar zaman devam edecek!?”…

Hasılı, buradan geleceğim nokta: Bilim’de olduğu gibi; dinimizde de, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var. Çünkü: Zaten başta, İslâm’a müşteri olup, onu tercih ederken, bu soru – sorgulamaları önceden yapmışız ki, müslümanlığı seçmişiz, müslüman olmuşuz veya anne – babamızdan miras aldığımız bu dini terketmeyip, devam etmişiz!

Şimdi, Dünya’nın yuvarlaklığına gördüğümüz delillerle ikna olmuşsak, her seferinde başa dönüp; “Acaba bu dünya gerçekten yuvarlak mı, bu önceden gördüğümüz delil – ispatlar yanlış veya yanıltıcı olabilir mi!?” diye; her seferinde başa mı saracağız!? Her seferinde; “Acaba İslâm hak mı(ydı)!?” diye, başa mı döneceğiz!?

Yukarıda; “dinimizde, sorgulamadığımız bazı ana aksiyom ve prensiplerimiz var” demiştik ya. Ama dikkat edin lütfen: “Sorgulamadığımız” var; “soru sormadığımız” değil; “neden – nasılını, aklî temel ve hikmetini, illet ve gayesini tefekkür edip, aramadığımız” değil!

Gerçi siz, İslâm’a “iman eden” bir mü’minle; ne bileyim; meselâ ineğe, puta tapan bir “inanç” sahibini; “inanç” paydasında birleştirip – eşitleme gibi; yanlış denklemler kuruyor, yanlış matematik işlemler yapıyorsunuz! Buradan çıkan yanlış sonuçlarla; “inanç” ortak payda / çarpanından, (güya farkettirmeden) dinimize de laf atıyorsunuz ya! İşte biz, bu hinliğinizi farkediyor; oyunu görüp; sizi, net olmaya, içi – dışı bir olmaya davet ediyoruz! “Ne demek istediğinizi” çözmeye çalışmaktan artık yorulduk diyorum yani! Ne demek istiyorsanız, direkt söyleyin! Size hüsn-ü zan edeceğiz diye, sözlerinizden doğru ayıklayacağız diye, binler te’vil yapmaktan artık yorulduk!…

Konu uzun, yer kısa, haftaya inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...