Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Ama önce yazıların uzun ve ağır, flu ve yorucu olduğu yönünde gelen birkaç eleştiriye cevap vermek gerekiyor. Yazılardaki bu durumun farkındayım, fakat bu bilerek yaptığım birşey değil; yazıların zihnimdeki coğrafî konumu zaten öyle!
Bunun, edebî kabiliyetimin azlığından ve okuyucu kitlesinin çeşitliliğinden başka birkaç sebebi daha var: Haritanın tamamı, resmin bütünü elimizde olmadığı için; bazen yazı veya paragraf, hatta cümleler arası büyük mantıkî boşluklar ve ilgisiz sıçramalar olduğu algısı oluşabiliyor. Aslında su üzerinde farklı ve ilgisiz görünen konular, tabanda büyük bir anakarayla birleşiyor. Bu sebepten bazı okuyucular için yüzeyde yüzmek, “bilgi” ve “anlam” açlıklarını gidermez; bazen dibe dalmak gerekiyor.
Yazıların genel olarak, en aşağı 2 – 3 odaklı; yani farklı noktalara zumlu (zoom) ve ağaç gibi fraktal; yani farklı kırılma noktaları olup, içiçe kendini tekrarlayarak büyüyen (yani bir açıdan holografik) ve diğer yazılarla birleşip yıldız haritası (veya sinir sistemi) nevinde ilmek ve budakları olan; ayrıca “daire” gibi kapalı olmayıp, açık uçlu; yani helezonik yükselen spiraller çizen; yani devirsel hareketli ve her okuyuşta (diğer yazılarla birleştirilmesi sonucu) daha önce farkına varılmamış yeni anlamlar doğuracak canlı bir organizma gibi olmasını; yani yazıların bir ruhu ve âlem-i misâlde canlı bir yansıma ve timsali olmasını istiyorum. Şekil şartlarını yerine getirdikten sonra, niyet ve ihlâsımı da ayarlayabilirsem; belki yazılara bir ruh üflenip, hava ve âlem-i misâlde defalarca teksir edilip, sünbüllenen şahs-ı manevîleri olabilir. Zaten bir yazının, muhatapların manevî kâlp – ruhuna dokunup, te’sir edebilmesi ve hayat vermesi için; başta kendisinin hayattar olması gerekmez mi!?…
Yukarıdaki mazeretlerin ışığında konuya bakılırsa, bir de bazı yazı hatta paragrafların, başlıbaşına bir kitap konusu olabilecek nitelik veya özette olduğu düşünülürse; yazıların fazla ağır ve yorucu olduğunu düşünmüyorum. Yani bir kitabı okumaktan çok daha kolay ve hafiftir, özetini okumak!
Yazılarda alışılmışın dışında tuhaflığın diğer bir sebebi de; yılların birikim ve kodlarıyla oluşmuş ve donmuş mevcut zihinsel harita ve şemalarımıza uymaması olabilir. Zaten bu yazılar da mevcut şema ve algı ve anlam haritalarımıza uygun ve uyarlanmış olmayıp; bilakis mevcut yapıyı, kalıpları bozma ve yeniden inşa üzerine ayarlanmış! Yani yazılarda birinci hedef yapı’dır, sistem’dir. Yapı değişirse ancak kelime – anlam pazılları (puzzle), girinti – çıkıntılara tam oturur, kalıba girer. Devre tamamlanır, cereyan gelir, ışık yanar. Açlık ve iştahı olmayanlar için, bazen sıkıcı da olan bu yazılar, birilerine birşeyleri bildirmek ve öğretmek için değil; buldurmak için. Çünkü hep balık verip, devamlı muhtaç ve bağımlı durumda kalınmasına yardım etmektense; balık tutmayı öğretmek çok daha iyi.
Zihninizdeki mevcut harita ve şemalar demiştik; dolayısıyle yazılardaki kelime ve ifadeleri; mevcut haritalarınıza tercüme ederek, tekrar çevirip, sadeleştirirseniz; yeni bir şey öğrenmiş olmazsınız; sadece daha önceden bildiklerinizi pekiştirmiş ve tekrarlamış olursunuz! Yani doğru bildiğiniz şeyin doğru olduğu hakkındaki inanç ve bilginizi, başka bir kanaldan te’yid ettirmiş olursunuz o kadar! Yani size gelen yeni bilgileri; “ben bunu zaten biliyordum” diyerek eskitmiş, sizi değiştirmesine izin vermemiş olursunuz! Bu durumda haritalarınız yeni bilgi girişine izin vermez; gelenleri filtreler, görmez veya değiştirip, öyle kabul eder. Herkes eski hamam eski tas yoluna devam eder!
Mes’elâ “mürşide uyma” ve “sünnete ittiba”dan; “zaten ben bunu biliyordum; NLP’de (Nöro Linguistik Programlama) ‘başarıyı modelleme ve taklid ve aynalama’ tekniğidir bu” derseniz; buradan bu anlamı çıkartırsanız; yeni birşey öğrenmiş olmazsınız; sadece NLP’ye inancınızı derinleştirmiş; öğrendiğiniz yeni bilgileri eski bildiklerinizin üstüne yerleştirip, konumlandırmış olursunuz! Daha da önemlisi; yazıların mâna ve mefhumunu görmemiş olursunuz!
Demek istediğim: Öğrendiğimiz her yeni şeyde sorularımız, yani cehaletimiz artmalı! Yani öğrendiğimiz her yeni bilgi ve cevap; en aşağı 3 soru doğurmalı! Yani ilmimiz bir kat artarken, cehaletimiz 3 kat artmalı! Öğrendiğimiz her yeni şey, ne çok şeyi bilmediğimize dair ilmimizi arttırmalı! Yani “bilgi”nin, cehaletimizin büyüklüğünü öğretme ve gösterme gibi bir fonksiyonu da olmalı!
Cahilliğin en kötüsü “hiç bilmemek” değil, “yanlış bilmek”tir; yani “öğrenilmiş cehalet”tir. Böyleleri “doğrusunu biliyorum” diyerek; bu konuda bir merak ve arayışa girmezler. Yani cehaletlerine ilimleri yoktur ki, soruları olsun. Bence sorulan sorulardan ziyade, sorulmayanlardan korkmalı. Bence sorduklarımızdan değil, sormadıklarımızdan endişe etmeli; yani emin olduklarımızdan tekrar emin olmalıyız. Belki de yeni bir şey öğrenmeden önce; önceden doğru bildiğimiz şeylerin, doğruluk / geçerlilik oran – şartlarını gözden geçirmeliyiz. Çünkü yeni öğrendiğimiz şeyler doğru bile olsa; üzerine temellendirip, bağladığımız eski bildiklerimiz eksik veya yanlışsa; fay hattı ve gevşek zemin üzerine sağlam bina dikmenin fazla bir anlamı olmaz! Üstelik yanlış eski bilgi, gelen yeni doğru bilgiyi de bozar veya filtreler!…
Bilmeyen hadi bilmediği için sorusu da, bu konuda doğru – yanlış bir hüküm ve kanaâti de yoktur. Fakat çok bilenin bulunduğu alan daha risklidir; çünkü daha çok fikir ve hükmü, dolayısıyle daha çok yanlış ve ayak kayması olabilir! Yani çok bilenin, yanılma ihtimali daha fazla! Burada duralım.
Geçen haftalardaki “Ontoloji – Epistemoloji ayrımı, yapay ve aldatıcıdır” isimli iki Yazımızın özeti: Eşyanın “ontoloji”si, yani orijinal yapı ve mahiyet ve hakikâtinden bahsettiğimizde bile; aslında bizim o eşyayı ne çeşit ve nasıl algıladığımızın bilgisinden, algımızın tasvirinden bahsediyoruz demektir ki, bu da “epistemoloji”nin konusu olup; bunun, eşyanın duyularımız dışındaki hakikî görüntü ve mahiyetiyle, yani eşyanın ontolojik yapısıyla, ontolojik tasviriyle hiçbir ilgisi yoktur! Bu yazılarda dikkat çekmek istediğimiz noktalardan biri: İnsanın hakikât’i keşif ve bulma yolculuğunda, kullandığı dil ve lisan da, düşünme biçim ve yöntem ve kavramlarını belirliyor; bakış açısı ve sorularını sınırlıyor; insan düşünür – araştırırken dil’inin dışına pek çıkamıyor! Acaba dışarıda ne var!?
Gelelim asıl konumuza: “Gayb’a iman”; delilsiz – ispatsız, körükörüne ve dogmatik bir biçimde; salt güvene dayalı bir inanç ve iman etmek değildir. Hatta özellikle gaybî konularda, “gaybî” olduğu için, delil – ispata ihtiyaç ve zaruret vardır! Yani özellikle gaybî olup, göremediğimiz, algıla(ya)madığımız konular için; delil – ispat istenir. Zaten görmediğimiz, algılamadığımız veya bu dünyada görmemizin ve algılamamızın mümkün olmadığı şeylere iman etmek için delil – ispat ihtiyacı hasıl oluyor. Yoksa bu dünyada görüp, algıladığımız ve bizzat yaşayarak şahit olduğumuz şeyler hakkında delil arayıp, ispat etmeye gerek yoktur.
İslâmiyet’te bu böyle olup, aklı olmayanın dini de yoktur ve kişilerin dinden ve amelden hissesi; akıl ve anlayış ve ihlâs ve niyetleriyle doğru orantılıdır. Bu sebepten kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de “akıl” hep müspet ve olumlu anlamda kullanılmış olup; kâfir ve münafıklar “akılsızlık ve aklını kullanmamakla” nitelendirilmişlerdir. (Kitabımızda akıl “akıl” olarak, yani nesne olarak isim hâliyle kullanılmamış olup; bunun yerine “akletme, akleden kâlp” gibi süreç ve fiil ifadeleri kullanılmıştır ki; bunun hikmet ve nedeni ayrı bir konu.)…
Aksi hâlde, aklını kullanmadığı ve tahkik etmediği için, anne – babasından gördüğü gibi; yani atalarını takliden ve onlara güvendiğinden delil – ispat aramaya ihtiyaç duymayıp, ineğe veya puta tapan batıl bir inanç sahibiyle veya “saçma ve mantıksız olduğu için inanıyorum” diyen bir hıristiyanla; aynı şekilde (bu dinamiklerle) İslâmiyet’e inanan müslüman (sosyolojik müslüman) arasında; inanma şekil ve dinamikleri bakımından hemen hemen hiç fark kalmamış olur! Ki gerek Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerin ve gerekse Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz’in uygulamalarının ve gerek İslâmiyet’in ilk üç asrındaki dönemlerdeki İslâm Âlimleri’nin uygulamalarının şahitliğiyle; körükörüne ve dogmatik bir tarzda inanç ve iman ve itaat, bizden istenmemektedir!
Sonraki dönemlerde tasavvufun kurumsallaşmış veya sistemleşmiş hâli olan “tarikatler” ve buralardaki “mürşid – mürid” ilişkisi bu bahsettiğimiz konunun dışında olup; tarikatlerdeki bu yöntem ve metodun fayda ve zararları ve su-i istimâlleri ve tarikatlerdeki usûl ve metodlardan daha kısa ve ümmetin daha geniş kesiminin zahmetsizce dahil olabileceği, yani “cadde-i kübra” olan, yani daha geniş ve kolay ve sür’âtli bir metodun ne olabileceği ayrı bir yazı konusu.
Mes’elâ: “Bizim Rabbimiz’e uzaklık ve bu’diyetimiz noktasında”; uzun mesafeler alıp, kat’-ı merâtip edip bir derece kurbiyet ve yakınlığa ulaşmanın yöntemi olan, ekser seyr ü sülûk-u velâyet ve tarikatlerdeki seyr-i enfüsî – âfâkî yerine; bundan daha kısa ve kolay ve geniş ve yüksek olan “Rabbimiz’in bize yakınlığı noktasında”, yani “sırrı akrebiyet”in inkişafıyla “velâyet-i kübra” mesleği arasındaki karşılaştırma ve farklılıklar (asabiyetçilik ve taassub yapmadan) ayrıca incelenmeli, somut örnekler gösterilmeli.
Konumuza dönelim: Zaten insan için gayb olan şeyi insan doğal olarak bilemeyeceği için; birbirine hem delil ve hem de ispat (netice) olup, içiçe birbirini gösteren Peygamber, Kitap, kâinat, fıtrat, akıl – kâlp, vicdan, ene, nefs gibi delil – ispatlar göndermiş ve vermiş Rabbimiz bize! Burada, önceki yazılarımızda; “delil” ve “ispat” eşanlamlı ve özdeş ve aynı şeyler olmadığını söylediğimizi hatırlamak gerekiyor. Neyin, neye ve kime göre, nasıl ve ne yönden delil (sebep) ve ne yönden ispat (netice) olduğu da ayrı bir konu. Aklî delil ve Naklî delil ve Enfüsî delil – Afakî delil ayrımları da diğer bir konu… Burna ispat, kokuyla; göze ışıkla; dile tatladır. Akla, hüccet / bürhanla; kalbe irfanladır…
Gayb’ın tanım ve ta’rifi nedir? Bir mefhum herhâlde zıttı öğrenilerek çok daha iyi ve kısa anlaşılabilir. Gayb, “şehadet / şuhud”un zıttıdır. Kelime-i Şehadet; “benim için bu mes’ele gaybî değil, çünkü görüyor ve şahid oluyorum veya delil – ispat ve haberim var, görür gibi biliyorum, eminim” demektir. Risale-i Nurlar’da “gayb”ın tanım ve sınırları: Her insanın şahsen bulunduğu “bu – şimdiki ân – mekân” haricindeki “tüm geçmiş ve gelecek zaman ve bulunulmayan mekânlar” olarak çizilmiş.
Peki “ispat / ispatlamak” nedir?: Birşeyi, ondan çok daha fazla alenî ve emin olduğumuz başka birşeye dayamak, onunla güçlendirmek ve açıklamak demektir. Yani “benim aklım ve algı – duyularım sağlıklıysa ve mantık (ve fizik) kuralları heryerde geçerliyse ve doğru bir mantık yürütüyorsam ve akıl yürütmede kullandığım öncül, önvarsayım ve diğer kesin doğru bildiklerim doğruysa; bu vardığım sonuç, delil – ispat prosedüründen elde ettiğim yeni bilgi / netice / hüküm / yargı; en az o kadar veya ona yakın kat’iyette doğru ve kesindir” demektir.
Bizzat şahit olup, algıladığımız şeyin delil – ispatına ihtiyacımız yoktur; zaten görüyor, dokunuyoruz. Çünkü görüp, algıladığımızdan çok daha kesin ve açık bir şey yoktur ki; algıladığımızın varlık ve sıfatlarını, ona bağlayıp, te’yid ettirelim; daha açık ve net hâle getirelim! Bize gayb olan için, gene bizim delil – ispata ihtiyacımız var. İspat; kendisinin doğruluk ve kesinliği bizce daha alenî ve apaçık olup, emin olduğumuz birşeye; emin olmadığımız veya hakkında bilgi sahibi olmadığımız diğer birşeyi yaslamakla; o yeni şey hakkında, bilgi ve kesinliğe ulaşma çabasıdır…
İspat’ın dayandığı ve insanlar için bağlayıcı ve etkileyici ve susturucu olmasının en temel nedenlerinden biri: İnsan aklının işleyiş ve mantığıyla, kâinatın işleyiş ve mantığının aynı olduğu bilgi veya inancıdır. Veya belki de “bilgi” denilen şey; kâinattaki varlık ve işleyişi, insan mantığına uyarlama ve indirgeme sürecinin sonucudur…
Elma uzaktayken; bizim için tadı, kokusu, sertliği, sesi gibi özellikleri gaybdır. Yaklaşmaya başlayıp, elimize alırız, bir gayb aşılmış olur. Koklarız, diğer bir gayb bilgisi, şehadete çıkmış olur; tadarız diğeri…
Rabbimiz’in bize gayb olması ise elma örneğinden farklı ve ayrıdır. Çünkü O’nun bize gayb olması; O’nu aşıp, O’na dışarıdan bakamamak (çünkü ve zaten dışarısı yok, O’ndan hariç bir yer – zaman yok! Sınırsız ve sonsuz!) ve faraza bakabilsek bile sınırları olmadığı için, gene farkedip – göremememek nedeniyle; yani her açıdan ve açısızlıktan sınırı olmayıp, sonsuz olması; bir de bunun neticesinde zıttı da olmaması nedeniyledir! Yani El Zahir / zuhurunun şiddeti ve zuhurunu farkettirecek zıttı veya misli veya misali olmaması; bize O’nun El Bâtın / batın ve gayb olmasına sebep olmuştur, oluyor!… Dünyanın yuvarlaklığının bizim küçüklüğümüzden dolayı bize gayb olması, yani şimdi – şurada (bu ân – mekân) algılayamamız ve şahid ol(a)mamamız gibi!…
“Sınırsız” ve “sonsuz” ayrımını da yapalım: Küre, cisim ve şekil olarak “sınırsız” olup, üzerinde hiçbir engele çarpmadan her yöne dolaşabiliriz. Fakat küre, gene şekil ve cisim olarak “sonsuz” değildir; çünkü çapları var, mesafeleri var ve şekli var. Zaten bir şekilden bahsediyorsak ister istemez sınır ve hadlerinden de bahsediyoruz demektir!…
Akla delil gösterme ve ispat etme; aklın rızık ve gıdası olup; olayın delil, mantık ve işleyişini akla göstermek veya akla uyarlamaktan ibarettir. Vehme ispat ayrı, sırra ispat ayrı, hayâle ispat ayrı, göze ayrı, kulağa ayrıdır. Çünkü hepsinin rızıkları ayrı, hastalık – sıhhatleri ayrı, hidayet – dalâletleri ayrıdır…
Ayrıca birşeyin ”varlığını” ispat ayrı; “özelliklerinin varlığını” ispat ayrı; bir de o özelliklere bizzat muhatap olarak, tanımak, yaşamak ayrıdır. “Ali diye bir insan vardır, 2 gözlü, sarışındır” diye Ali’nin varlık ve sıfat – özelliklerini gıyaben delilleriyle haber almak, uzaktan duymak ve bilmek var; bir de Ali’yi bizzat / şahsen tanımak ve tanışmak ve karakterini bizzat sana davranışlarıyla göstermesi ve senin de karşılık vermen var. Yani dostluk, muarefe, muhabbet ve iletişim var. İman – İslâm – İhsan… İman-ı taklidî – İman-ı tahkikî… Rabbimiz’in isim – sıfatlarının tecelli ve tezahür ve cilvelerinin sonuçları olan eser – fiil – kanunları ilmelyakîn biliyor veya aynelyakîn görüyor veya hakkâlyakîn yaşıyoruz…
Kitapta okuduğu yazıdan, yazının dışındaki “manâ ve ilme” ve oradan ilmin dışındaki, ilim sahibi “Yazar”a (mantıkî akıl yürütmeden çok daha hızlı bir biçimde, yani “hadselyakîn” bir hızda) intikal eden bir okuyucunun. Bir kitaptan çok daha mu’cizevî ve çok boyutlu ve canlı yazılmış Kâinat Kitabındaki Âyetleri okurken, sür’atle Nakkaş-ı Âlim’e intikal edememesi; kalben müslüman, fakat fikren ol(a)madığına işaret olabilir!…
Ahiret’te delil – ispat ihtiyaç ve süreci yok; zaten orada inkâr eden etmeyen herkes görecek! İspat ihtiyacı bu dünyada! İspatın fonksiyonu zaten gör(e)mediğimiz için bizim için “gayb” kategorisinde olan varlık ve süreçlerin, hemen hemen % 100’e yakın kat’iyette ispatlanması ve “mahiyetleri”nin de biraz bilinmesi içindir. Bu açıdan “ispat”, kesinliği arttırma eylemidir. (% 100 kat’iyet ve doğrulukta ispat sadece matematikte vardır; o da 1, diğer 1’e eşitse; sadece “adet” olarak 1+1=2 eder! Yoksa kâinatta birbirine eşit ve aynı hiçbir şey yoktur. Uzay – zamandaki konum, kader vs.’leri farklıdır.)
İspat’a, kesinliği arttırma eylemi olarak bakarsak; mes’elâ kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de önceden bildirilen bilgilerin % 80’i bugün doğrulandı, doğrulanmaya devam ediyor; kalan % 20’sine de bugünkü bilim – teknoloji ve biyolojik sınırlarımız yetmediği için “metafizik” veya “manevî” diyoruz. Halbuki ışık hızını geçebilecek veya üzerinden sıçrayabilecek bir uzay gemimiz veya ışık veya sesin bildiğimiz tayflarından başka diğer tayf, taraf, renk, hertz ve nur – narlarını da görüp, filtreleyecek veya dönüştürüp, büyütecek dev teleskop ve mikroskop veya çeviricilerimiz olsaydı; belki melek, cin, Arş, Kürsi, 7 kat semavatın kendilerini veya yansımalarını veya etkilerini görebilecektik.
Burada sorulması gereken bazı sorular şunlar olabilir: Manevî Âlemleri, Maddî Duyularımızla görmek mümkün mü veya hangi Manevî Duyu ve Pencere ve Kuvvetlerimizle bu mümkün?, Veya ışık hızı gibi hızlarda Maddî Duyularımız, Manevî’ye döner mi?, Veya Maddî Duyularımıza eşlik eden Manevî Duyularımızı nasıl açıp, kuvvetlendirir, anten ayarlarını yapıp; ötelerden gelen sinyalleri, dünyadan gelen diğer frekansların parazit ve baskı – gürültüsünden temizleriz?…
Bizim göremediklerimizi gören, işitemediklerimizi işitebilen veya koku – renk gibi başka şekle çevirip, algılayan hayvanlar var. Algıla(ya)madığımız için “manevî / metafizik” diye isimlendirip, sınıflandırdığımız “melek, cin, şeytan”ları gören veya başka çeşit algılayan veya hisseden hayvanlar da var… Kulağımızın çınlamasında okunacak dua, eşeğin anırması, horozun ötmesi, köpeğin havlama veya ısırması, karıncaların yer değiştirme ve hareketleri, kuşların seslerindeki dalgalanmalar gibi hikmet ve sebepleri araştırılacak öyle çok konu varki…
Mes’elâ Risaleler’de meleklerden ayrı ve farklı olarak geçen ve “lisan-ı şer’îde ‘ruhanî” diye isimlendirildiği belirtilmiş “madde ile mukayyed nimnuranî masnu’lar” nasıl bir cinstir? Burada kastedilen sadece “cin” sınıfı mıdır; yoksa başka gezegen – yıldız veya yer – uzay katmanlarında yaşayan başka tür mahlûklar mıdır? Dünya ve bizim ile irtibatları var mı ve nasıldır? Şuurları, mes’uliyetleri, teknolojileri var mı; dünyayı algılama ve etkileşim için hayvan ve bitkileri arayüz ve araç olarak kullanıyor olabilirler mi? Bunu anlamanın bir yolu var mı? Yaratılış hikmetleri ne(ler)dir?…
En temelde merak ettiğim soru ise şu: İslâmî Bilim nereye kadar gidebilir?
Allah sizden razi olsun. hakikati bul(a)madigi icin azap ceken ruhuma pencereler actiniz. Allah arastirmalarinizda ve islami bilim calismalarinizda guc kuvvet versin. Ufuk açici calismalarinizi takip ediyoruz…