İnanmak veya İnanma(ma)k

yagmur2

Bilim’in bazı hurafe ve dogmatik önvarsayımlarına girmeden önce şu önaçıklamalara ihtiyaç var :

1) “İnanmamak” bir eylemsizliğin adıdır, yani “inanmamak” diye bir olay / olgu yoktur; sadece “inanmak” vardır. O hâlde biz Rabbimizin “var olduğuna inanırız”, başkaları “var olmadığına” inanır. Veya bazıları “gerçeğin bilinemeyeceğine” inanır (agnostik), bazıları “bilinebileceğine”. (Dolayısıyle olmadığına inananlar da, bu inançlarını ispat yükümlülüğü altındadır.) Demek ki (hiçbir şeye inanmadığını iddia edenler dahil) herkes doğru – yanlış birşeylere inanmakta.

2) Kişiler bu inançlarına göre eşya ve hâdiseleri yorumlayıp, anlamlandırır ve zihinlerindeki belli şemalara oturturlar ve insanlarla iletişiminde ifade ve kelime seçimlerini buna göre yapılandırırlar. Bundan çıkan sonuç : “İnanç / değer”den bağımsız, yani “nötr ve nesnel ve objektif” bilgi ve ifade biçimi ol(a)maz. Yani her bilgi kırıntısı, her cümle parçasının bir teoloji ve epistomolojisi, yani metafiziği vardır…

Bu açıklamadan sonra “bilim’in inanç esasları”nı konuşmanın gayet mantıkî ve ilmî olduğu anlaşılır. O hâlde “bilim’in felsefesinin amentüsü nedir?” sorusunun cevabını aramaya başlayabiliriz. Ki “bilim”in tanım, amaç, metod ve sınırları bu itikada göre belirlenir. Yani evrende neyi araştırma konusu yapıp – yapmayacakları; keşfettiklerini nasıl anlamlandırmak caiz, ne tür bir yorumlama haram gibi metod ve sınırlarını buna göre belirlerler veya belirlemişlerdir. Bakalım bilim, “bilimsel yöntem” adı altında hangi inanç, önkabul ve önvarsayımlarını bilimadamlarına dayatıp; onlar kabul etmeseler bile şartsız – koşulsuz boyun eğmelerini istiyor? Hem bakalım; başlangıç ve sonu olan kâinatın, mantıken başlangıç ve sonu olmaması gereken ve mantıken kâinat cinsinden olmaması ve kâinattaki fizik – kimya yasalarından bağımsız olması gereken; yani varlığın var edilmesi ve varlıkta durdurulması (devam ve işleyişi) için olması aklen ve ilmen vacip (zarurî) olan bir İlâhı ve “İlâhlık” hakikat ve sıfatlarını, bilimsel itikadlarında hangi şey veya nesneye veriyorlar?

Onlar, “hayat sahibi, ilim – irade – kudret sahibi, herşeyi bilen ve gücü yeten, herşeyi işiten – gören ve hem herşeye en yakın hem en uzak olan bir ilâhın, yani Rabbimizin yapabileceği ve yaptığı bu fiil ve eserleri(ni) sebeplere taksim ederek; sebeplere ilâhlık özellikleri vermiş, maddede ilâhlık sıfatları olduğunu kabul etmiş oluyorlar! Herşeyi görüp – işitip, bilmek ve herşeye sözü geçip, kontrol etmekle ancak ondan sonra yapılabilecek kâinattaki fiil ve eserleri “şu madde – enerji, nesne sebep oldu; yaptı, yapıyor, yapması mümkün” diyerek o sebep saydıkları şey(ler)de bu özelliklerin olduğu hurafesini — zımnen veya alenen — kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Örneğin yeryüzünde geçmiş – yaşayan ve gelecek tüm insanların simalarını, parmak izlerini, göz ve ses yapılarını vs. bildikten sonra, ancak o zaman yeni ve farklı bir insan yaratmak ve terkip etmek mümkünken; insanın yaratılması ve doğumu gibi fiil – eserleri bazı sebeplere taksim edip, böylelikle Rabbimizle bağlantısını koparıp, (böylece “insanın yaratılışı”, İlâhî bir mu’cize değil; doğal bir hadise, tabiî bir olay kategorisine alınarak) böylelikle o sebep olduğuna inandıklarında geçmiş – gelecek tüm insanların herbirini bilecek bir şuur – ilim – irade, göz – kulak ve ayrıca hayat, düşünce vs. olduğunu kabul etmek zorunda kalıp, o sebep saydıklarını ilahlaştırmış, putlaştırmış oluyorlar! Onlar bu durumlarıyla; “madde ve sebepleri ilâhlaştırmıyoruz, biz politeist (çoktanrılı) ve putperest değiliz” diye yüksek sesle bağırsalar da doğru olmaz.

Kısaca biz Rabbimizin ezelî ve ebedî olduğuna inanırız, onlar kainat veya maddenin; biz Rabbimizin “Samed (herşey varlık ve devamında O’na muhtaç; O, hiçbir şeye muhtaç değil)” olduğuna inanırız, onlar kâinat ve içindekilerin “Samed” (yani kainat, varlık ve işleyiş ve devamı için herhangi bir doğaüstü kuvvet ve ilâha muhtaç değil, kendi içindeki sebep – sonuç mekanizmalarıyla açıklanabiliyor, madde – enerjiyle kendi başına ayakta — güya otomatik bir makina gibi — durabiliyor) olduğuna inanıyor!…

İç ve dış dünyamıza yüzeysel olmadan ve çevre – kültürden aldığımız düşünce alışkanlıklarından bağımsız olarak baktığımız zaman farkedeceğimiz ilk şeylerden biri: Yaratan’ın, yaratılanlardan çok daha aşikâr ve görünür olduğudur. Fakat bu gerçeğin farkedilememesinin en önemli sebeplerinden birinin, gözümüzün önünde duran kibrit çöpü misâli, gördüğümüz maddenin, Rabbimizi görmemize mani olmasıdır. Halbuki cansız bir taşın kendi kendine yerden havalanıp, dönemeyeceğini ve görmesek bile o taşı illâ birisinin yerden alıp, havaya savurması gerektiğini bildiğimiz ve bu bilgimizin doğruluk ve kesinliğine inandığımız hâlde; tasavvurumuzdan büyük koca koca gezegen ve yıldızların uzayda kendi kendine asılı durup, belli bir dengede durduklarına ve üstelik tabancadan çıkan mermi gibi çeşitli hızla döndüklerine ve birbirlerine çarpmadan ve istikrarlı bir dengede kendi kendine, yani tesadüfen, yani madde ve kuvvetlerin çarpışmasıyla böyle bir düzenin doğmasının mümkün olduğuna ve olanında bu mümkünün gerçekleşmesinden ibaret olduğuna ispatsız inanmamızın başka bir izahı yoktur!

Halbuki olanların olması ve olmaya devam etmesi, olanların olmasının “mümkün” olduğunun ispatı ol(a)maz. Örneğin cansız atomların birleşmesinden canlılık, hayattar bir organizma çıkması, yani parça – bütün arasında uçurumlar olması, aralarında rasyonel ve mantıkî bir bağlantı (tenasüb-ü illiyet) kurulamaması; maddenin özellik ve sıfatlarının kaynağı ve sebebinin “yapıtaşları” olmadığına delildir! Ve bu durum, olanların olmasının “mümkün değil”, “muhal” olduğuna delildir.

Evet sadece Rabbimizin yaratmasıyla muhaller, mümkün olabilir ve oluyor! Yoksa sebep saydıklarımız ile sonuçları arasında uçurumlar (tenakuz-u illiyet) var; sadece zaman ve mekânda ardardalık ve yakınlıkları var o kadar!…

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...