Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesi (Medresetüzzehra’nın Ders Müfredatı) kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Geçen haftaki yazımızda “ontoloji – epistemoloji” ayrımının yapay ve aldatıcı olduğunun izahını bu haftaya bırakmıştık. Bu konu belki bazılarımıza (hadi gerçekçi olayım; çoğumuza!) gereksiz ve lüzumsuz gelebilir. Fakat Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’in nasıl olabileceği konusunda sağlam bir zemin ve temel inşa edebilmek için; bu konuya girmek, ihtiyaçtan öte, bence bir zaruret. Çünkü kullandığımız dil, metod, araç ve kavramlarımız sağlam olmazsa; yolda keşfettiğimiz şeylerin doğruluğundan da emin olamayız! Merkezde ufak bir açı hatası, muhitte büyük sapmalara sebebiyet verebilir! Hemen başlayalım.
Ontoloji nedir?: “Varlık – varoluş”u anlamaya çalışan; daha net ifadeyle, “varlık”ın insan algısı dışındaki, insan algılamadan ve hatta “var(lık)” diye kategori edip, “şey” diye isim bile vermeden önceki durumunu; yani “şey” hâlini anlamayı hedefleyen çalışan çalışmalar bütünü diyebiliriz. “Varlık Felsefesi” de denir.
Epistemoloji ise; bu “varlık – mevcud – mevcudat”ın, bizim tarafımızdan algılanıp, malûmumuz olduktan sonraki; yani buradan elde ettiğimiz “bilgi ve haber”in mahiyet ve özelliklerini; insanın “eşyayı nasıl algılayıp, bilebildiği ve bu bilgi / haber’in mahiyet ve doğruluk – kesinlik değeri” gibi soruları araştırır. “Bilgi Felsefesi” de denir.
Diğer deyişle ontoloji “vücud ve mevcud”u; epistemoloji ise “ilim ve malûm”u araştırır. İkisinin ortak problemi : “Bilgi ile gerçek”, “bilen ile bilinen”in aralarındaki ilişki – etkileşimi çözmeye çalışmaktır. Daha özetle: “Vücud (var) – mevcud (varlık) – bilgi / haber ve insan” arasındaki boşluk ve mesafelerin nasıl kapatılabileceği mes’elesidir.
Bu iki kavram ve ayrımın yanlış ve aldatıcı olduğunu; düşüncenin anayollarında, insanı hiçbir yere ulaştırmayan bir çıkmaz sokağa götürüp, bıraktığını düşünüyorum. Yani bu iki kategori yapay ve sahte olup; bu kavramların geçtiği cümleler, zihinde, sanki iki farklı şey, iki farklı açıdan bahsediyormuş vehim ve ilüzyonu uyandırıyor! Bu sebepten, “ontoloji – epistemoloji” kavramlarının kullanıldığı ifadelerin bizzat kendisi, frekansları bozan parazit ve bilgi’yi zayıflatan virüs taşıyorlar! Bu sahte ayrıma göre kodlanmış cümlelerin taşıdığı virüsler; insan zihnini, yanlış soruların cevabını aramaya yönlendirip, zaman ve emek kaybına sebep olmakta. Düşünceyi kısır döngü veya çıkmaz sokağa götürüp; tekerleklerin patinaj yapmasına sebep olmaktadır! Mes’elâ; var(lık)’ın ontolojisinden bahseden yazılara bakın; o kadar cafcaflı kelime ve renkli cümleler arkasında, aslında hiçbirşey demediklerini veya toputopu birkaç cümleyi evirip çevirdiklerini göreceksiniz. Yeni bilgi vermeyen “totoloji” ve zemini olmayan spekülâsyonlarla vakit kaybettirdiklerini görebilirsiniz.
Şimdi aşağıda yazacaklarımın özeti şu: “Ontoloji” diye isim verdiğimiz vehmî ve hayalî varlık; aslında ve hakikâtte “epistemoloji”nin konusu ve alt kümesidir. Zihin uzayı veya epistemoloji alanı içerisinde bir bölgeye çizilmiş dairevî bir çizginin, o bölgeyi ayırıp, buraya vücud rengini vermesi sebebiyle; insanda, “burada yeni birşeyler var” vehmi uyandıran; zihinde oluşan sahte bir varlık, bir imaj, flû bir alandır! Zihnindeki malûmatı “ontoloji – epistemoloji” ayrımına göre yapılandıran bir kişi; tıpkı bilgisayarı formatlarken harddiski ikiye bölen bir insanın yaptığı gibi; (yani gene epistemolojinin içerisinde kalarak), zihninde sahte ve yapay bir “ontoloji (sun’î bir zihindışı)” inşa etmiş; bu sahte ayrıma göre varlık hakkındaki bilgisini sınıflandırıyor ve bu sınıflandırmadan doğan problemlerle boğuşmak zorunda kalıyor demektir! Konunun özeti bu. Yani çoğu problem, bu örnekte olduğu gibi; yanlış ayrım ve kavramsallaştırmaların üzerine kurulmuş düşünce sisteminden kaynaklanıyor! Baştan yalan ve yanlış üzerine kurulmuş bir sistemin doğurduğu soru(n)lara çözüm bulmak yerine; bataklığı kurutmak, yani sistemi değiştirmek veya revize etmek en doğrusu…
Çünkü ve zaten “bilgi”den bahsediyorsak, “bilen”den de bahsediyoruz demektir ki o zaman halâ epistemolojinin (“bilen” ve “zihnindeki bilgi / malûm”) zeminindeyiz; yani ontolojiye (“bilinen / reel varlık – şey”) geçememişiz demektir ki; bence geçmekte mantıken mümkün değil. Yani kendimizi ve duyularımızı ve zihnimizi aradan çıkararak; böylelikle birşey nasılsa, öyle bilebilmek; yani “kendimiz / ben’imiz” olmadan, varlıkla tanışmak, bütünleşmek, hemhâl olmak diye birşey yok! Zaten “bilgi / algı / haber / tanışma”nın zuhur veya keşfi için; “fark(lılık) ve ayrılık” gerekir ki, bu fark ve ikilik ve mesafelerden; kıyaslama – ölçme – bağlama ve aklın hareketi (akıl yürütme) mümkün olabilsin! Öyle ya; birşeyi görebilmek, dokunabilmek, işitmek veya tatmak için illâ bir mesafe şart. Gözümüze yapışmış veya çok yakınına gelmiş bir nesneyi göremeyiz; dilimizin içine girmiş birşeyi tadamayız!
Ontoloji ve epistemolojinin yapay değil; biz künhüne vakıf olamasakta, bir realite, bir gerçek olduğunu söyleyebilmek için, önce şu soruya kesin ve net bir cevabımız olmalı: “epistemolojik gerçek / doğru ve ontolojik gerçek / doğru nedir?” Bu iki kavramın ortak paydası “bilgi” ve “bilen” ise (hatta bilgi ve bilen’in konusu olan “bilinen vücud / mevcud”u da ekleyebiliriz bu ortak paydaya); “ontoloji, vücud ve mevcud” bunun neresinde!? Halâ insan merkezinde duruyor konunun, insan ayrılmamış; yani epistemolojinin sınırları içindeyiz!
Şimdi düşünün: Eşya dediğimiz varlıktan gelen tüm sinyal ve algıları, göz – kulak, dil vs. duyularımızda ve sonra da beynimizde decode ediyor, işliyor, deşifre ediyoruz ve başka birşeye dönüştürüyoruz. Burada bir katman oluşuyor. Sonra bu deşifre ettiğimiz şeylere, isim – sıfatlar verip, kendi aralarında kıyaslama, illiyet ve ilişkiler kurarak; yani kendi mantık ve dil ve ölçü kalıplarımıza uydurup – dökerek; böylece insansılaştırıyor, insanî dile tercüme ediyoruz. Yani dışımızdaki “mevcud”u, içimizde “malûm” hâle getirerek; yani dil ve mantık ve biyoloji kalıplarımıza sığdırmaya çalışarak, ikinci bir mesaj kaybı ve tahrifata sebep olarak, eşya ile aramızda ikinci bir duvar örüyoruz!
Bütün bu süreçlerle aslında, “gerçek’i / olan’ı / vücud’u / mevcudat’ı”, zihnimizde yeniden kurgulayarak, inşa ediyoruz; yani insansılaştırıyoruz / insanî dile tercüme ediyoruz. “Biyoloji – mantık – lisan – kültür” ve diğer “insanî kod / algoritmalarımız”a çeviriyoruz. Bu kod ve paradigmalarımıza bağlı olarak; [gör(e)mediğimiz renk, boyut ve işit(e)mediğimiz sesler gibi] farkedemediğimiz, kaçırdığımız veya deşifre edemediğimiz mesajlar ve anlam kayıpları var ki, o ayrı konu. Burada demek istediğim: Çiçeğin özündeki çiçek özü veya su gibi; eşyanın içinde saklı, gizli, içkin, zatî bir bilgi yok ki, biz oradan onu bal gibi sentezleyelim, içelim! Zaten birşey akıl veya bilincin konusu olduğu zaman, “bilgi” ismini alır.
Hatta şimdi çift virgül içinde yazdığım şu “elma” kelimesinin içinde bile bir “bilgi ve mesaj” yok. Bu yanyana dizilmiş harfler, Türkçe bilmeyen için hiçbir anlam ihtiva etmez; hatta okumasını bilmiyorsa, doğru telâffuz bile edemez; “olsa olsa bilmediğim dilde bir kelimedir eğer anlamlıysa” der. “Gördüğümüz şu bitki / meyveye ‘elma’ ismi verelim; yazılış olarakta ‘e, l, m, a’ harflerini yanyana getirerek yazalım; okurken de ‘elma’ diye telâffuz edelim” gibi sosyal anlaşmalar neticesinde; “elma” harf dizilim / kelimesi, bir anlam ve mesaj, ses ve işarete dönüşür. Bir mimarın çizdiği proje, DNA’daki dizilim vs. hep böyledir. Yani “bilgi ve anlam” dediğimiz şey, zihindedir / zihin uzayındadır; nesnede değil! “Bilgi” dediğimiz, “eşyanın bilgisi” dediğimiz şey; insanın eşya ve hâdiseleri, anlamlandırma ve mantığa uyarlamasının bir neticesidir.
Madem “ontoloji – epistemoloji” ayrımı yapay ve zihnimizi aldatıcı bir ilüzyon; o hâlde bu ayrım nereden çıkmış, neden ihtiyaç duyulmuş? Bence “ontoloji” kavramı, insanın eşyayı objektif ve nesnel gözleme isteği ve insandan bağımsız ve tarafsız bilgi’ye ulaşma ve bu bilginin tanım ve ta’rifini yapma hevesinden doğmuş. Aslında ve hakikâtte “ontoloji” bizim için “gayb” kategorisindendir. Neden?
Çünkü biz zaten dışımıza, algılarımızın ve bedenimizin dışına çıkarak, yani beşerîliği terkederek; var(lık)’ı “şey” olarak, zatî hâlleriyle, realitede olduğu gibi zaten bilemeyiz (“zatî hâl / realitede olduğu gibi” ne demekse!). Beşeriyet sınırları içerisinde kalarak, mahlûkat hakkında sadece algıladıklarımızı ve işittiklerimizi bilebiliriz. Kendi biyolojik (mes’elâ göz, deri, kulak) yapımız; mantık – dil gibi zihinsel çerçevemize göre; “şu elma kırmızı, bu şey sıcak vs.” gibi isim, etiket ve sıfatlarla; aslında algılarımızı, nasıl algıladığımızı tasvir etmiş, eşyanın bizim tarafımızdan ne şekil – renkte algılandığını anlatmış oluruz. Tabiri diğerle; elma kırmızı olduğu için, biz elmayı kırmızı algılamıyoruz; bilâkis biz elmayı kırmızı algıladığımız için, elma kırmızı!
Yoksa “var(lık) ve eşyanın gerçekten bizim algıladığımız gibi olup olmadığı” sorusu; ontoloji – epistemoloji yapay ayrımından doğmuş, yapay bir problem, yanlış bir sorudur! Çünkü ve zaten algılamadığımız veya algılayamayacağımız, yani hakkında “duyum ve haber” bile alamadığımız “şey”in, özellik ve durumu hakkında aslında konuşamayız. Varlığından bile haberdar olmayıp, algılamadığımız şeyleri; “sıcak – soğuk, uzun – kısa, sarı – mavi, üçgen – kare, var – yok” gibi bir takım zihinsel kategorilerimiz içerisine alamayız; bu tür etiket, isim ve sıfatlar takamayız! Yani “algılarımın dışındaki eşya nasıldır?” demek; “algılamadığım eşya nasıldır?” demekle eşanlamlı olup; algılamadığımız eşyanın “var – yok”luğundan bile haberimiz olmaz ki; algılamadığımızın nasıllığından bahsedebilelim! “Ne, nasıl” gibi sorular; algıdan sonra, algılarımızı tasvir eden sorulardır; nesneyi tasvir eden değil! “Eşyanın bilgisi” dediğimiz şey, zaten şeyler’i algıladıktan sonra gerçekleşen; şeylerin bize nasıl göründüğünü, bizim üzerimizdeki yansımalarını tasvir eden bir kavram.
Bir melek veya cin veya köpekte, çevresindeki eşyayı algılıyor, insan da. Ve hepsinin algılamaları farklı farklı. Yani bizim kırmızı gördüğümüz bir elmayı, köpek siyah görüyordur veya melek renkte görmüyor, sadece uçuşan atomlar görüyordur veya eşyanın içinden geçebilecek letafette bir cin için o elma, fiziksel ve katı bir nesne bile olmayıp, o cin için elma belki eşyanın gaz hâlidir! Şimdi bunların “acaba gördüğüm eşya, gerçekten gördüğüm gibi mi?” sorusu saçma bir sorudur! Çünkü görüyorsan, algılıyorsan; illâ belli bir renk veya renksizlik, şekil veya şekilsizlikte algılayacak ve göreceksin demektir ki “bilgi” ve “algı” denilen şey zaten bu! Biyolojik – zihinsel – dilsel sınırlarının içine çekeceksin demektir! “Birşeyi olduğu gibi algılamak” diye bir şey yok; çünkü “algılamak”, hatta “bilmek” demek zaten; kendi beşerî sınırlarının rengine – şekline çevirmek demek! Sınırlarının dışında olan şeyi zaten algılayamaz, bilemezsin! Mahlûk olmanın, kayıtlı ve sınırlı olmanın doğal sonucu bu!
Diğer yandan, dışımızdaki eşyanın zâti durumunu bilebilmemiz mantıken de mümkün değil; çünkü birşeyin zâti / şahsî durumunu bilebilmek için, o şey olmak gerekli! Yani kendi beden ve özellik ve algı ve mahiyetimizden çıkıp; o bilmek istediğimiz şey olmamız gerekir. Mes’elâ epistemolojik olarak bildiğimiz “taş” veya “kedi”nin, ontolojik olarak nasıl birşey olduğunu anlayıp, bilebilmek için; “taş” olmalı veya “kedi” olmalıyız! Bu durumdayken kendimizin bilincinde olmamız mümkün olsa bile, bu “kendimizi bilmek” olur; insanın ma’lûmu olan, insanın kendine kıyasla bildiği “taş” ve “kedi”yi bilmek olmaz! Taş veya kedi, kendilerini, bizim dışarıdan onları gördüğümüz gibi görmüyor, algılamıyorlar. Tıpkı bizim kendimizi algılamamız ile dışarıdaki başka bir insanın bizi algılamasındaki fark gibi. Dışarıdaki beni “ben” olarak bilmiyor, hissetmiyor; “sen, o” olarak biliyor…
“Bilgi”nin tanım ve mahiyeti icabı; “bilen – bilinen” ayrımı şart, yani ikilik ve ayrılık, fark ve mesafe şart ki; “bilgi”nin doğuş nedenlerinden biri de bu. Kendime kıyasla, başka şey’i bilebilirim. Kıyas edebileceğim hiçbir şey yok veya bilmiyorsam (yani bende hayat ve şuur ve ene / benlik ve dışımdakiler ve bunların bilgi – algısı yoksa); bende “bilgi” de doğmaz, zuhur etmez. Hatta kendimden başka eşya ve mahlûk ve “sen, siz” gibi diğer ben’ler olmasa; bunlara kıyasen (bunlara göre) kendimin farkına varıp, diğerleri’nden ayırabileceğim; yani “ben” diyebileceğim bir ben(lik) his ve şuur ve bilgisi de ol(a)mayacaktı büyük ihtimâl!… İnsanın kendini görmesi bile, aynayla mümkün. İşte bu sebepten; başkaları, beni benden daha çok görüyor!
Bence eşyayı olduğu gibi, tarafsız ve nesnel ve objektif olarak sadece Allahu Teâlâ görüp, bilebilir. Çünkü zamansız ve mekânsız, dolayısıyle tarafsız ve sonsuz olan sadece O! Demek bize dışarıdan, insandan bağımsız ve ayrı bir bakışı ancak “vahiy” sağlar. Fakat bu vahiy de insana tenezzül edilerek, insan diliyle ifade edildiğinden; bu vahyin konusu olan anlattığı şeyler; gene de insansılaşmaktan kurtulamaz. Mecaz ve temsil ve misâl burada devreye giriyor… Aslında kâinatta her birşey; bir mecaz, bir temsil, bir misalin ifadesidir; bir metafor, bir benzetmedir! Örneğin buradaki “ateş”, oradaki Cehennem ateşine bir misâldir. Oradaki “Cehennem” de, Rabbimiz’in ‘El Âdl, Kahhar, Hakîm” gibi isim – sıfatlarına misâldir. Buradaki “namaz”, ahirette Rabbimizi görmeye ve sohbet etmeye teşbihdir… Elhasıl toplamda ve temelde ve son tahlilde; tüm âlemlerde gerçekleşen / gerçekleşecek tüm varlık ve olaylar, bütün tecelli ve tezahürler, El Esmaül Hüsnâ’nın temsil ve sahnelenmesidir.
Başka caddeye girdik, “bilgi”nin tanım ve ta’rifine tekrar dönelim: Biz birşeyi öğrenmek ve kendimize ait kılmak için önce o şeye “isim” veririz, bu isim verme eylemiyle, dışımızdaki mevcud / gerçek, birinci tahrif ve kırılmaya uğramış olur. Sonra bizde nasıl algılanıp – göründüğü hususunda tanım – ta’riflerle, “sıfat / özellikler” eklemeye başlayarak, ikinci bir bilgi katmanı ve perde daha inşa etmiş oluruz. Eşyanın nasıl olduğu değil, eşyanın bizim tarafımızdan nasıl algılandığını tasvir eden isim (elma gibi) ve sıfatlar (kırmızı renkte elma gibi) verdikten sonra; eşyanın diğer algıladığımız eşya ile kıyaslarıyla (küçük – büyük, sert – yumuşak elma gibi); bu tür ilişki – etkileşimler vazederek, kıyaslar yaparak, üçüncü bir bilgi katmanı daha inşa etmiş oluruz.
Mes’elâ “elma” için konuşalım. O nesneyi ilk görünce önce “şey, bu şey” diyerek “varlık” kategorisine alırız; sonra bu şey’e “bitki”, sonra da “meyve” ismi vererek, belli bir cins – sınıf – kategoriye sokarız; sonra “elma” ismi vererek yeni bir isim – sınıflandırma daha yaparız. Sonra “kırmızı, yumuşak, ekşi – tatlı, C vitaminli elma” gibi başka tanım, ta’rifler daha yaparız. Mes’elâ: “bu elma şu renktedir, yiyecek ve gıdadır” deriz. Sonra “elma”nın diğer algıladığımız eşya ile nisbet – münasebet – ilişkilerine bakarak, kıyaslamalar yapar; “elma; şundan hafif, bundan kısa, şundan daha tatlı veya yumuşak” deriz…
Halbuki başka canlının göz yapısına göre, gri veya kızılötesi başka bir renktir elma; tatlı değil, ekşidir veya ot gibi tadı vardır veya tatsızdır. Başka bir canlıya göre, elma “yiyecek, gıda” kategorisinde bile değildir; belki onun bünyesine zarar veriyorsa “zehir”dir veya üzerine çıktığında taş gibi çok sert olduğu için, o elma onun için düşmana atılacak değişik bir taş, silâh çeşidi veya içi oyulup, yaşanacak bir evdir. Bizim için “elma” maddî, katı, serttir ve saydam değildir; fakat “X ışını” gibi bir canlıya göre şeffaf ve yumuşaktır. Hatta elmanın içinden hiç etkileşmeden geçiyorsa, o ışık canlı için, varlığının bile farkında olunamayacak; görünmeyen, manevî (metafizik!) birşeydir elma!
Bunun gibi; örneğin ot bizim için “ekşi” veya “acı” tatta “kokusuz” bir “bitki”, fakat inek için çok “tatlı ve “kokulu” bir “gıda”dır. İneğin otu tanım, ta’rifi bu; çünkü ot’u böyle algılıyor! Burada dikkat edilmesi gereken nokta: Bu algı veya tespit veya bilgilerden birisi doğru, diğeri yanlış veya eksik diyemeyiz!…
Dünya’nın şekli bize göre kürevî (geoid), başka bir göz yapısına göre üçgendir. Yani dünya kürevî olduğu için biz dünyayı kürevî görmüyoruz; biz kürevî gördüğümüzden dolayı, “dünya kürevîdir” diyoruz. Ontolojik ve gerçek mahiyet ve hakikât ve keyfiyeti bizce gayb ve meçhul olan ve mahlûk olmamız nedeniyle her zaman gayb olup, algılayamayacağımız “mevcud ve var olan” Dünya’nın; epistemolojik olarak, insan tarafından algılanan ve “bilinen (ilim şekline bürünmüş / malûm)” şekli ve hâli bu. “Gerçek – hakikî – hakikât” anlamında, yani “ontolojik” olarak şeklini soruyorsanız. Yukarıda anlatmıştım: “Şekil” kavramı bile epistemolojik; yani bizim zihnimizin uydurduğu, öğrenme sistemine ve mantığına uyarladığı; böylece algıladıklarına / algılarına verdiği bir isim ve etiket, bir kategori ve paradigma!
Yani dışarıda “şekiller” yok! “Renkler” yok, “uzun – kısa, ağır – hafif, uzak – yakın” gibi kıyaslar – sıfatlar; özellikler, nitelik – nicelikler; hatta “sayılar, adetler” bile yok! Hatta “dışımız” diye ayırıp, isim vererek vücud / varlık rengi vermeye çalıştığımız bir yer bile yok; çünkü ve zaten biz de “dış”ın içindeyiz! Sonuç: “Dış(ımız)” yoksa; buna kıyasla farkedip, ayırdına varabileceğimiz ve isim verip, sınırlarını net olarak belirleyebileceğimiz bir “iç”te yok!
Buraya kadar yazılanlardan vahdet-i vücud veya vahdet-i mevcud veya matrix veya panteizm, septizm, agnostizm, idealizm tarzı bir sonuç çıkartmışsanız yanlış anlamışsınız, çünkü iyi anlatamamışım demektir. Çünkü eşyanın ontolojisi, yani orijinal yapı ve mahiyet ve hakikâtinden bahsettiğimizde bile; aslında bizim o eşyayı ne çeşit ve nasıl algıladığımızın bilgisinden, algımızın tasvirinden bahsediyoruz demektir ki, bu da epistemolojinin konusu olup; eşyanın duyularımız dışındaki hakikî görüntü ve mahiyetiyle, yani eşyanın ontolojik yapısıyla, ontolojik tasviriyle hiçbir ilgisi yok! Gelecek hafta devam edelim inşâallah.
ONTOLOJİ,EPİSTEMOLOJİ ÜZERİNE KAFA YORAN İNSANLARIN OLMASI BENİ MUTLU ETTİ. TEŞEKKÜRLER GÜZEL YAZMIŞSIN