Gördüm ki gerek günlük dildeki konuşmalarımızda ve gerekse yazılı eserlerde “sebep” kavramı değişik anlamlarda kullanılıyor. Bu, “sebep” kavramının muğlaklığından ziyade, bizim kendi inanç ve görüşlerimize göre bu kavrama yüklediğimiz anlamdan kaynaklanıyor. Yani “sebep” kavramı ya bilerek su-i istimal ediliyor veya bilmeden yanlış kullanılıyor. Demek, konuşma ve yazılarımızda aynı kelimeleri kullanmamız, birbirimizi anladığımız anlamına gelmiyor… O hâlde yakında yayımlanacak olan “Metabilgi (Anlamanın anlamı)” ve “Metabilim (Sebepler, sebep değildir)” kitaplarının amaç ve anlamının anlaşılabilmesi için ilk önce “sebep” kavramındaki sislerin kaldırılması gerekli. İşte aşağıda madde madde geçen sorulara, bu kelime üzerinde biraz olsun düşünmemizi sağlamak için karanlığın değişik noktalarına tutulmuş bir el lâmbası olarak bakılmalı. Yalnız, bazı maddelerin “sebep” kavramıyla doğrudan ilişkisini kuramamamız, böyle bir ilginin olmadığı anlamına gelmeyebileceğini hatırlatmakta fayda var. İşte başlıyoruz :
1) Neden ve niçin maddenin en küçük yapıtaşını “tek” olarak düşünüyor ve öyle arıyoruz? Yani maddenin yapıtaşının “çift” veya “üç” olmasına mâni olan bir mantık veya fizik kuralı var mı?…
2) Madem nesneler dünyasında hacim ve sayı olarak her büyüklüğün daha büyüğü olabilir, yani madem büyüklük ve küçüklük birbirlerine kıyasla tanımlanan izafî sıfatlardır. Yani birşey bir şeye göre “büyük”, diğer şeye göre “küçük” gibi birbirine zıt sıfatlarla tanımlanabilir. Yani her rakamın daha büyüğü olması gibi, her nesnenin de teorik olarak sonsuza gidebilecek daha büyüğü olabilir. O hâlde sonsuza giden “büyük(lük)” oluyorsa, sonsuza giden “küçük(lük)”te var demektir. Çünkü “sonsuz” tanımı itibariyle başı – sonu, tabanı – tavanı, yani sınırı yok demektir. O zaman maddenin en küçük parçası ve hammaddesi olan, bölünemeyen en küçük temel parça ve yapıtaşını aramaya çalışmanın anlamı nedir? Çünkü büyüklüğün sonsuza gitmesi demek, mecburen küçüklüğün de sonsuza gitmesi demektir ve sonsuza giden büyüklüğü düşünebiliyorsak, sonsuza giden küçüklüğü düşünmemize de bir mâni yok demektir. Demek maddenin en küçük yapıtaşı olmayabilir, çünkü onun da daha alt küçüğü, bileşeni olması mümkün…
3) “Işık dalgaları”, ses dalgaları gibi mekanik dalga sınıfına girmediği hâlde, niye mekanik dalgaların özelliği olan Doppler Etkisi gösteriyor?
4) Işığın kütlesi yoksa, kütleçekiminden niye etkileniyor?
5) Işığın durağan kütlesi var mıdır?
6) Quantum düzeyinde hava veya uzaydaki her zerrenin herbirisi değişik faz – frekans – dalga boyunda ve çeşitli yönlerden ve devamlı gelen, çeşitli ses dalgalarını ve çeşitli radyo-TV.-telsiz-telefon gibi elektromagnetik dalgaları aynı anda nasıl taşıyor veya iletiyor? Quantum düzeyinde veya moleküler seviyede her zerre devamlı çeşitli yön ve frekanslarda gelen mekanik ve elektromagnetik dalgaları taşıyor veya iletiyor ve rüzgâr, yel, gökgürültüsü gibi kuvvet / dalgalar, zerrenin hareket – iletimini bozmuyor, neden? Bununla bağlantılı olarak; bu değişik faz – frekans – dalga boyundaki elektromagnetik dalgalar niye birbirini sönümlendirmiyor, absorde etmiyor, kırılmıyor, çarpışmıyor? Çünkü bu odada trilyon sayıda radyo, telsiz, tv, telefon olsa, herbir frekansta dinleme – iletme yapabiliyorun veya trilyon sayıda radyo ile odanın her noktasında aynı radyo kanalını dinleyebiliyorum…
7) Elektromagnetik Dalgalar, ses dalgalarının atmosferde yayılması gibi bir ortama ihtiyaç duymazlar deniyor. Buna göre “ışık”, boşlukta yayılabiliyormuş. Buradaki “boşluk”, “yokluk – hiçlik”le eşanlamlı mı? Eşanlamlı değilse; ışık ve diğer elektromagnetik dalgalar, yayılmak için bir ortama ihtiyaç duyuyorlar demektir. Çünkü “boşluk” gerçekten “yok(luk)”un hüküm sürdüğü bir yer (ortam) olsa, bu tanıma göre ışık ve diğer elektromagnetik dalgalar, olmayan bir yerde var olamaz ve yayılamaz!…
8) Relativite’deki uzay – zaman bükülmesi / e(ğr)ilmesi veya bazı fizik teorilerindeki “Boşluk Enerjisi, Sıfır Nokta Enerjisi, Vakum, Alan, Karanlık Madde, Kayıp Kütle, Sicim” gibi isimlerle anılan şeyler, bilimadamlarınca genelde kabul görmeyen “ether (esir)” olabilir mi? Esiri kabul etmeyen bilimadamları, (yukarıdaki örneklerde olduğu gibi) ona belki başka isim veriyor, böylece başka isim altında esiri kabul ediyor olamazlar mı? Hem “esir”i kabul etmezsek, uzay – zaman bükülmesi – eğrilmesini nasıl anlamlandıracağız?… Michelson – Morley Deneyi’nin anlamı belki “esir”in olmadığı değil, “esir”in — mahiyeti itibariyle — maddeyle etkileşmediği veya maddenin özelliklerinden bazılarını taşımadığı anlamına da gelemez mi? Esir’i avlamak için belki yanlış olta kullanıldı veya yanlış yöntem kullanıldı? Veya esir denilen şey, mahiyet ve tanımı itibariyle, hiçbir referans – koordinat sistemine göre ölçülemeyecek temel koordinat noktası olamaz mı? Veya Michelson – Morley Deneyi’nde esir’in gözlenememiş olmasının diğer bir nedeni: Lorent Kısalması veya esir’in dünya ile sürüklendiği olamaz mı?…
9) Kütleleri çeken kütleçekimine baskın gelip, gezegen ve cisimleri birbirinden uzaklaştıran, yani evrenin genişlemesinden sorumlu olduğu kabul edilen “kuvvet”in ismi nedir, kaynağı nedir? Ve niye kütlekiminden daha kuvvetli ve yaygın olan bu kuvvet fizikte 5. Temel Kuvvet olarak kabul edilmiyor, yani niye halâ “evrende 4 temel kuvvet var” deniyor?
10) “Yerçekimi / kütleçekimi”nin var olduğuna delil olarak; taşların yere düşmesi, gezegen-yıldızların birbirini çekmesi gözleminden başka bir delil – ispat var mı? Çünkü kütleçekimi denilen kuvvetin, taşıyıcı veya yapıtaşı olarak “foton” gibi bir altparçacığı yok veya gözlenmemiş. Ve 5 duyu organımızla, ne teleskop ve ne de mikroskopla görülemiyor ve hissedilemiyor? Kütleçekimi 5 duyu organımızla algılanamadığı hâlde, ancak “taşın düşmesi, kütlelerin birbirini çekmesi” gibi etkileriyle; varlığı, varolması gerektiği retrodüksiyonuyla çıkarsanabiliyor…
11) Quantum Fizik’ine göre, “kuvvet”; cisimler arası parçacık alışverişiyle açıklanıp, tanımlandığına göre; “kütleçekimi / yerçekimi”, cisimleri hangi parçacık alışverişiyle veya hangi mekanizmayla çekiyor, cisimleri yere veya birbirlerine bağlı tutuyor?…
12) Eğer bizi yere bağlı tutan “kütleçekimi / yerçekimi” kuvveti olsaydı; teorik olarak, bu kuvvete karşı bir kalkan yapıp, etkisinden kurtulmamız, böylece motor kullanmadan göğe yükselmemiz mümkün olur muydu?
13) Kâinatta en erişimi en yaygın olan ve kütleleri biribirine bağlama / çekmeye sebep gösterilen “kütleçekim” kuvvetinin; evrenimizdeki cisim, kütlelerden kaynaklandığına delil var mı? Eğer öyleyse, “kütleçekimi”, kütle / cisimlerin hangi özelliklerinin fonksiyonudur?
14) Kar Kristalleri’ndeki parmak izi gibi birbirine benzemezlik ve herbirisinin farklı ve özel ve simetrik ve sanatlı olması hangi sebep – sonuç ilişkisiyle, yani hangi fiziksel kuvvet / etki veya kanunla açıklanıyor?
15) Madde ve cisimlerin tüm atomaltı parçaları sabit midir, değişken midir? Örneğin bugün oturduğum koltuğun atomaltı parçaları, dünkü aynı koltuğun atomaltı parçalarından farklı mı? Eskileri gitti, yerine yenileri mi geldi?
16) “1 an” geçmişe ve “1 an” geleceğe gidemiyorsak, bunun anlamı; fizikî vücud ve mevcudiyet, varlığımız “1 an”dadır mı demektir? (“An” kavramını : “Zamanın en küçük süresi” veya “hareket etmeye vakit olmayan en kısa zaman süresi” anlamında kullanıyorum.) Eğer maddenin fizikî varlığı “1 an”da ise; “hareket” denilen şey an’ların (film karelerinin Şimdiki Zaman beyaz perdesine yansıması gibi; herbir film karesi-pozu, “1 an”a denk geliyor) ardarda hızlıca yaratılması ve algımıza girmesi sonucu zihnimizde oluşan bir “algı” mı? Yani “an”ların, Şimdiki Zaman Beyaz Perdesine ardarda hızlıca gelmesi ve yeni gelen an’da, önceki an’ın yokedilmesi, bizde “hareket” his ve algısı mı uyandırıyor. Yani evrenimizde (realitede) aslında “hareket” yok, olan sadece “an’lık var ve yok oluşlar”dır diyebilir miyiz? Çünkü biraz önce sandalyede oturuyordum, şimdi ayağa kalktım; yani sandalyede oturan ben “yok oldu”, şimdi ayakta ben “var oldu”. Sandalyede oturan ben yok olmasa idi, hem ayakta hem oturan olarak 2 ayhan olması ve birbirine bakması gerekirdi… “An” ve “andaki durumların” anlık, “var ve yok” edilişleriyle zihnimizde oluşan “hareket” algısı tıpkı, bilgisayardaki cursorun, piksellerin yanıp – sönmesiyle, cursorun hareket ediyor imajı vermesi gibi; evrende de olan “hareket” dediğimiz şey, işte bu “an’lık var ve yok oluşlar”dır diyebilir miyiz? Bunu “bilgisayardaki hareket” ile “çevremizdeki hareket” arasında mecazî bir benzerlik olduğu anlamında değil, her iki hareketin aynı şey olduğu anlamında kullanıyorum. Yani bilgisayardaki hareket imajının oluşması ile evrenimizdeki hareketin oluşması arasında fark yok… “Hareket”in bu tanım ve anlamına, yani bu mahiyet ve hakikâtine göre, “hız” : Çevremizdeki nesnelerin, içinde bulundukları uzay – zamanda, birbirlerine göre “an’lık yaratılma ve yok edilmeleri” arasındaki farktır. Aynı şekilde, yaratılmış için”varlık (varolma)”=Hareket’tir…
17) Bir insanda olabilecek göz, kaş, saç – sakal renkleri kısıtlı olduğu hâlde ve göz, burun, alın, çene, kulak, baş vs. şekli de kısıtlı olduğu hâlde; “insan siması” gibi ufak bir alanda, geçmiş – şimdi ve gelecek hiçbir insan yüzünün aynı olmaması ve hepsinde birbirinden ayırdetmeye yarayan bir farklılık bulunmasının sebebi nedir veya ne olabilir? Bunu sormamın sebebi : Geçmiş – şimdi ve gelecekteki tüm insanların birbirinden farklı ve kendine özel siması ve parmak izi ve ses özellikleri ve gözdeki irisi vs. (kısaca kendini diğer herbir insandan ayıran özelliklerinin bulunduğu) dataları bir yerlerde kayıtlı olmalı ki, doğacak her yeni insan bu verilere bakılarak diğer gelmiş – şimdi – gelecek insanlardan farklı olabilsin, böylece diğer insanlardan ayırdedilebilsin, böylece herkes tek ve özel olsun…
18) Element veya atomlar, kovalent ve iyonik bağlarla birbirine bağlanıp bileşik oluşturuyorlar. Benim sorum : Aynı cins element ve atomların, birbirine hangi mekanizma ve bağ – çekimle bağlandığı? Meselâ “tahta, demir, taş” gibi (yani bileşik olmayan) maddeleri oluşturan aynı cins element – atomlar, birbirlerine hangi sebepten (bağ – kuvvet), hangi mekanizmayla bağlanıyorlar? Bu maddeler aynı cins element – atomlardan meydana geldiğine göre; birbirlerini itmeleri gerekmez mi? Birbirlerini itmedikleri gibi, tam tersi çekiyorlar! Örneğin tahtadan yapılmış bir masanın ayak ve yüzeyleri tek parça olduğu için, sadece ayak ve yüzeylerini birbirine tutturmak için çivi, yapıştırıcı gibi bağlantı elemanları kullanılıyor. Peki o tek parça olan ayak ve yüzeylerin atomları nasıl çivisiz birbirini tutuyorlar ve kolay kolay kopmuyorlar?
19) Maddenin özellik, sıfat ve karakterleri, onları oluşturan atom ve atomaltı parçalarında yoksa (örneğin “demir madde / cismi”nin özellikleri “demir atomu”nda yok); maddelerin özellik / sıfatlarının nedeni nedir, kaynağı nedir, bu özellikleri kendini oluşturan yapıtaşlarında yoksa nereden geliyor? Buna daha uç bir örnek : Cansız ve şuursuz atomlar belli bir sıra – şekilde bağlanınca, biyolojik “et” oluyor ve “et özelliği” gösteriyor ve “canlı – şuurlu” insan veya hayvan “organizma”sı oluyor. Yani bütünün özelliği, onu oluşturan parçalarında yoksa; yani maddenin özellik / sıfatları, parçalarından kaynaklanmıyorsa, bunun neden – kaynağı ne olabilir? Çünkü mantıken birşey, kendinde olanı, başka şeye verebilir; kendinde olmayanı veremez… Meselâ elmada ki tat veya renk, atomlarında yok… Aynı şey yanıcı hidrojen ve yakıcı oksijen gazlarının birleşiminden meydana gelen ve tam tersi tabiat / özellikte bir sıvı olan “su” için de geçerli. Şapkadan tavşan çıkmasına benzeyen bu olaya “bileşik” ismini vermek ve bunun “karışımdan” farkını anlatmak, “H2O=Su” olayını açıklamıyor veya bu olayı esrarengizlik ve ilginçlikten çıkartmıyor. Çünkü sudaki özellik, yapıtaşı olan parçalarında yoksa, hatta parçaları suyun tam tersi özelliklerinde ise, suyun özellik – sıfatları, parçalarından gelmiyor / kaynaklanmıyor demektir. Yani bu örnekte olduğu gibi; sonuçlar ve sonuçların karakter ve özellikleri, kendilerini oluşturduğu söylenen “sebepleri”nin içinde yok. Buna benzer olayların “neden – sonuç ilişkisiyle” açıklanamamasının sebebi nedir? 115 küsur atom/elementin birleşiminden ve uzayda değişik bağlanışlarından meydana gelen madde / cisimlerin, sonradan kazandıkları bu özellik – sıfat – karakterleri hangi neden(ler)e bağlayabiliriz? Çünkü kendi içindeki sebeplerdeki bir nedene veya yakınlarındaki bir sebebe bağlayamıyoruz…
Demek “su ve suyun özellik / vasıflarının varlık sebebi, parçaları olan hidrojen ve oksijendir” demek; aynen, esas fail ve esas sebep olan marangozu hesaba katmayarak “masa ve masanın özelliklerinin varlık sebebi, parçaları olan tahta ve çivilerdir” demek gibi bir demagojidir!…
Bu örneklerde görüldüğü gibi; sebepler, sonuçlarına göre basit; meselâ “ressam” sebebinin sonucu olan “resim eseri”, ressamından daha gelişmiş ve mükemmel oluyor; eser, ustasından daha mükemmel oluyor. 2 atom birleşiyor ve ortaya çıkan (onu oluşturan parçalarından ilgisiz) bambaşka ve farklı özelliklerde birşey oluyor; yani 1+1=3 (buradaki 1 fazlalık, atomların birleşiminden meydana çıkan yeni maddenin kazandığı yeni özellik ve sıfatlar oluyor) ediyor… Ve bu 3 sonucu, nedeni kabul edilen yapıtaşlarında bulunmadığı için, rasyonel yoldan yani a priori olarak bilinemiyor ve tahmin edilemiyor, ancak deneyden sonra, yani ampirik olarak öğrenilebiliyor. Yani herhangi 2 atom / element / molekülün elementin birleşip – birleşmeyecekleri (reaksiyona girip – girmeyecekleri) ve birleştikten sonra ortaya ne gibi bir yeni madde çıkacağını akıl yürütmeyle değil, bu işlem / deneyi yaptıktan sonra bilebiliyoruz. Sonra bunu kitaplara geçirip, diğer insanların deney yapmadan bunu bilebilmesini sağlıyoruz. Bu ise sadece olayın tespit ve tasvirinden ibaret, yani “bilim” burada ancak “hangi şartlarda ne olduğu” sorusunun cevabını verebiliyor; “nasıl oluyor, neden oluyor, niçin oluyor, niye oluyor” gibi soruların cevaplarını değil…
Yani bilimadamlarının yaptığı, sadece evrende geçerli kuralları keşfetmek, evrenin işleyişinin tespit ve tasvirini yapmak; “neden, niçin, niye ve nasıl”ının değil. Bunlara da cevap verme iddia ve denemeleri delilsiz bir inanç ve dogmatik bir varsayımdan öteye gitmeyecek bir zan ve spekülatif düşünceden ibaret kalacaktır. Bilimsel ifadelerde geçen “tabiat eseri – tabiî, tesadüfî – rastgele, içgüdü – sevk-i tabiî, bilinçaltı, adaptasyon mekanizması, vs.” sanal ve kurgusal gerçeklikleri, bilim’in “herşeyin doğaiçi bir sebebi vardır ve doğaiçi mekanizma / sebeplerle açıklanabilir, herhangi birşeyde doğaüstü bir sebep aramak yanlıştır ve bilimsel değildir” gibi, Allahu Teâlâ’nın varlığın varlık, devam ve işleyişindeki rolünü yadsıyarak, herşeyi madde ve enerjiyle açıklama iddia ve amaç, yani materyalist ve ateist felsefe ve önvarsayımının sonuçlarıdır. Yani bize öyle bir sanal gerçeklik kurguluyorlar ve bu ilüzyona inanmamızı istiyorlar ki; sanki bu kâinatın varlık ve işlemesi için herhangi bir İlâh’a (veya doğaüstü bir güce) ve böyle bir inanca ihtiyaç ve gerek yok, sıkıştığımızda “tesadüfen oldu, tabiat yaptı, içgüdü sevketti, adaptasyon mekanizması yaptı, bileşik yaptı, atomlar yaptı, rastgele çarpışan atom – kuvvetler yaptı, İlâhî değil fizik kuralları yaptı, fizik yasaları böyle” der, Allahu Teâlâ’ya giden tüm yolları kapatırız, (daha doğrusu Allahu Teâlâ’nın varlık ile bağını kapatır, gizleriz), ille Tanrı inancına bir yer vermek gerekirse, O’nu kâinatı yaratmış, kurallarını koymuş, şimdi bir saat gibi kendi kendine işliyor diyerek O’na “ilk sebep tanrısı” deriz olur biter, ancak evrenimizin başlangıcı olduğu yani yaratılmış olduğuna dair henüz bir delil bulamadık derler. Yani bilimadamları başlangıcı olmayan ezelî ve ebedî bir Allahu Teâlâ’yı kabul etmektense; kâinatın başlangıçsız, ezelî olduğunu kabule hazırdırlar. Ezelî ve herşeye gücü yeten Allahu Teâlâ’yı (güya) makûl bulmadıkları için kafalarına sığıştıramayanlar; (cansız – şuursuz, gözsüz atomların veya) kâinatın başlangıçsız ve sonsuz ve herşeyi yapabilir olduğu mantıksız ve delilsiz zannını kafalarına sığıştırmakta güçlük çekmiyorlar!… Okuyup – yazmış hemen hemen herkesin kalbi – aklı ve itikadı bu bilimsel virüslerden kapmış, bilimsel felsefenin teknolojik gelişmelerine yaslanmış telkinlerinin etkisiyle (sanki bu teknolojik başarıları, batıl inançlarından kaynaklanıyormuş, kaynaklanması gerekirmiş gibi), bu sahte ilüzyon, bu sahte ve kurgusal gerçekliğin sihrinde!…
Konumuza dönersek : Temelde hammaddeleri aynı olan ve farklılıkları temelde sadece proton sayıları olan 115 küsur atomun, farklı sayı ve şekilde birleşiminden (tıpkı bilgisayar komut / programları gibi), evren monitöründe bu kadar farklı özellik ve sıfatlarda maddenin yoktan / hiçten meydana gelmesi (evet maddenin bu özellik / sıfatları hiç(lik)’ten, yeni yaratılıyor, çünkü maddenin sebeplerinde ve yapıtaşlarında bu özellik / sıfatlar yok ki oradan aldığını – kaynaklandığını söyleyebilelim, böyle bir iddiada bulunamayız) esrarengiz ve şapkadan tavşan çıkması kadar alâkasız ve ilginç ve bu ilginçlik Bilim Felsefesinin Rabbimizi görmezden gelmek için en temel silâh olarak kullandığı ve “basit (görmeyen, işitmeyen, cansız, akılsız, şuursuz ve cahil) sebepler, mükemmel (gören, işiten, canlı, akıllı, şuurlu, bilen) sonuçları yapabilir ve yapıyor” dogmatik inancına dayanan prensip ve modellerinden olan “sebep – sonuç paradigması”yla açıklanamıyor; öyle ki H2O’dan “su” yerine “civa” yaratılsaydı, bu bize irrasyonel ve imkânsız gelmeyecekti; “H2O birleşimi sebebiyle, civa sonucu meydana gelir / geliyor” diyecektik. Evet element ve maddedeki özelliklerin meydana gelmesi, tuğlaların üstüste konulması gibi “inşa” değil, “ibda (yoktan yaratılma)”…
Evet birşeyin mantık kurallarına göre ve ilmî gözlemlere göre olması mümkün değil, bilâkis muhalken; buna rağmen olması ve olmaya devam etmesi, o olan şey(ler)in olmasının “mümkün” olduğunu göstermez; şapkadan tavşan çıkması ve çıkmaya devam etmesi, şapkanın tavşan yapacak gücü, hayatı ve irade ve bilgisi olduğunu göstermediği gibi, şapkanın tavşan doğurmasının mümkün olduğunu da göstermez! Kâinatın varlık ve devamı ve içinde devam eden hareket ve olayların oluyor olması imkânsız (ve muhâl ve akla aykırı) ve bu imkânsızlıklar Rabbimiz sayesinde “mümkün” oluyor ve sonra bu “mümkün” gene Rabbimiz sayesinde vaki oluyor, çünkü “her mümkün vuku bulur” diye de bir kural yok, hele “her mümkün devamlı vuku bulur / bulmak zorundadır” diye bir kural hiç yok!…
Sonuç olarak : Biz dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri çevremizde gördüklerimizin tekrar be tekrar aynı minval üzere devam etmesinden yaşadığımız alışkanlıkla; cansız yumurtadan kuş çıkması, aynı topraktan çeşitli renk – koku – tat ve özelliklerde çiçek – meyveler çıkması, insandan insan çıkması vs. gibi devamlı vuku bulan olaylar, bu tekrarlar ve aşinalığımız sonucu, bizde bütün bu olanların “olması mümkün olduğu için oluyor” inanç ve zannının doğmasına sebep oluyor, yani biz birşeyin “mümkün / olabilir / olağan” olduğuna çevremizde gördüklerimize bakarak ve onlara kıyasla karar veriyoruz. Yani olanlar, olması “mümkün / olabilir” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün / olabilir” zannediyoruz!
20) “Hamile bir anne adayı”, karnındaki bebeği inşa eden, yapan değilse ki öyle, annenin yaptığı sadece günlük yaşantısına devam etmek ve dikkat etmek veya “elma ağacı”, değil meyvesinin varlığından, kendinin varlığından bile haberi yoksa; “anne, bebeğin sebebidir”, “ağaç, meyvenin sebebidir” gibi cümlelerdeki “sebep” kelimesinin anlamı nedir? Çünkü ağacın “düşünen, tercih eden, planlayan, tasarlayan, amaçlayan, bir akıl, bilgi, şuur ve hayatı yoksa; “ağaç, meyvesinin failidir” demek yanlış olur. Çünkü bir fiilin davranış olabilmesi için; o fiili tercih edip, yapanın canlı, şuurlu, akıllı ve bilgili ve amaçlayan, tasarlayan, birşeylere sözü ve kuvveti geçen birisi olması gerekir. Meselâ havaya atılan taş (veya meyve veren ağaç) bu özellikleri taşımadığı için, eyleminin faili değildir, fail taşı atandır. O hâlde, “sebep” kavramı, “fail, özne, yapan” anlamına gelmiyor; peki “sebep” kavramı bilimde hangi tanım / anlamda kullanılıyor?…
21) Bilim Felsefesine hâkim olan; olayları sebep – netice ilişkisiyle açıklama determinizmi ve evreni mekanik kurallara bağlı olarak kendi kendine işleyen bir makina olarak görme mekanizm metaforu ve “tabiat”ı olayların işleyişinde etken sebep olarak görme natüralist paradigmaları kendi içinde absürd ve çelişkili değil mi? Örneğin “sebeplilik prensibi”ni ele alırsak; herhangi bir mikro veya makro bir fizik – kimya olayını, sebep – sonuç yatay illiyet / ilişkisiyle ifade etmek; o olayın “nasılını açıklamak” mıdır, yoksa “nasıl olduğunu tasvir etmek” midir? Daha doğru ifadeyle, herhangi bir olayı sebep – sonuç münasebetiyle tasvir etmek; o “olayın nasıl olduğunu açıklama” değil; ancak “ne olduğunu tasvir etmek” ve “neyin neyden sonra geldiğini söylemek” demektir… Buna göre “bilim”; evrende “ne” (olduğu) sorusunun cevabını verebilir; bütün bu olanlar “nasıl” ve “neden – niçin – niye” (oluyor) sorularının cevaplarını vermez demek doğru olmaz mı?
Hem “sebep” olarak isimlendirip, tanımladığımız şey(ler), biraz sonra “sonuç” olarak karşımıza çıkıyor ve biz de buna bakarak o şeyi “sonuç” olarak isimlendiriyorsak; yani “sebep ve sonuç” dediğimiz şeyler, bakış açımız ve gözlem yer – zamanımıza göre devamlı yer değiştiriyorsa; sebep – sonuç ayrım ve sınıflandırması ne derece faydalı (işe yarar) ve geçerli ve bilimsel olabilir? Yani gözlemlediğimiz nesne; bakış açı, yer ve zamanına göre, “sebep” veya “sonuç” sıfatını alıyorsa; bundan ya “herşey hem sebep, hem sonuç” veya “herşey sebepte değil sonuçta” anlamı çıkmaz mı?
Ayrıca herhangi birşeyi sebep – sonuç ilişkisiyle açıklamak, “tavuk – yumurta – tavuk – yumurta …” ve “Herşey, kendi kendinin sebebidir / kendini kendisi imal ediyor” kısır döngüsüne yol açmaz mı?… “Çekirdek, elma ağacının sebebidir / sebeplerinden biridir” diyoruz ama biraz önce “çekirdeğin sonucu” olarak isimlendirdiğimiz ağaç, daha sonra başka bir “çekirdek / tohumun sebebi” oluyor… Demek herhangi birşeye “sebep” veya “sonuç” ismini vermemiz; gözlemcinin gözlem yer – zamanına ve bakış açısına göre değişiyor, o hâlde “sebep ve sonuç” biribirisiz olmuyor ve olması imkânsız, yani sebep ve sonuç diye isimlendirip, kavramsallaştırdığımız şeyler varlık ve devamları için birbirine mahkûm ve muhtaç ise; mantıken elma ve ağaç, tavuk ve yumurta, madde ve enerji birbirine sebepte değil, sonuçta değildir (çünkü birşey aynı yer – zamanda hem “hâkim” ve hem de “mahkûm” olamaz); o hâlde sebep ve sonuç diye ilişkilendirdiğimiz şeylerde; “sebeplilik ilişkisi, sebep – sonuç bağlantısı” yok, sadece ardarda gelme, ardarda yaratılma var; realitede olmayan bir ilişkiyi, sebep ve sonuç arasındaki boşluğu zihnimiz dolduruyor, kuruyor; yani sebep – sonuç arasında olduğunu düşündüğümüz ilişki, sadece bir akıl yürütmenin sonucu, bir yanlış anlama ve anlamlandırma. Yani “sebep – sonuç” ayrımı sun’î bir ay(ı)rım olup, gördüklerimize inançlarımız doğrultusunda yüklediğimiz yanlış bir anlam ve algılama ve isimlendirme değil mi?!…
Biz “sebep” ve “sonuc(u)” olarak zihnimizde yaptığımız bu ayrım ve sınıflandırmayı; iki şey arasındaki ardardalığa bakarak, yani iki şeyin zaman ve zeminde birbirine yakınlık ve içiçeliklerine bakarak, “demek aralarında bir sebep – sonuç ilişki ve etkileşimi var” diye inanıyor, sonra evrendeki tüm işleyişi böyle kurgulayıp, gözlemlerimizi bu kurgumuza uydurup, bu algı şablonuna göre anlamlandırırıp, modelliyor, bilimsel ifade ve kelimelerimizi bu kurgusal inancımıza göre seçip, yapılandırıyoruz. Sonuç olarak; “nedensellik ve determinizm”, realitede olmayıp, sadece kendi inanç ve şablonlarımızın, evrendeki olaylara giydirilmesi ve evrendeki olayların böyle teorize edilmesi anlamına gelen, yanlış bir modelleme; yani evrenimizin yanlış bir tasvir ve modeli değil mi?…
22) Sebep – sonuç arasında varolduğunu söylediğimiz etki ve ilişkiye, “etki – tepki” açısından bakarsak : Sebep’e “etki” ve sonuç(un)a “tepki” dersek; “ateşin kağıdı yakması” veya “kağıdın ateşte yanması” gözlemini, sebep – sonuç ilişkisine modellemek ve böyle ifadelendirmek gerekse, şu sorunun cevabını nasıl vereceğiz : “Kâğıdın yanması olayı; ateşin kâğıda ‘etkisi’ mi, yoksa kâğıdın ateşe ‘tepkisi’ mi?” Eğer cevabımız “her ikisi de” olursa; sebep – sonuç ayrımının ne anlamı kalıyor, o zaman böyle bir ayrım gereksiz olmuyor mu? Çünkü ateş olmayınca “ateşin yakması / yakma etkisi” olmadığı gibi, kâğıt gibi ısınıcı ve yanıcı bir madde olmayınca da “ateşin yakması / yakma etkisi” olmuyor. Çünkü biz birşeyin etkisini kendisine (sebebine) bakarak değil, etkilediği / etkilenen şeye (sonucuna) bakarak bilebiliyoruz…
Konuyu bir adım daha ileriye götürürsek; meselâ dünyamızda mıknatısın çektiği metal türü olmasa idi, mıknatısın “çekme etkisi” olmayacaktı. “Mıknatısın çekme etkisi olacak fakat biz bunu keşfedemeyecek veya bilemeyecektik” diye cevap verilirse; o hâlde herhangi birşey için “iter veya çeker, yakar veya yakmaz” gibi kesin hüküm ve bilimsel ifadelerde bulunamayız; çünkü örneğin süngerin kâğıdı veya dünyamızdaki herhangi bir nesne / maddeyi (böyle bir nesne / madde olmadığı veya henüz keşfedilmediği için) yakmaması veya itip – çekmemesi, süngerin mıknatıs gibi çekmediği veya ateş gibi yakmadığına delil ve ispat ol(a)maz. Yani “sünger” mıknatıs gibi çekme özelliği olmadığı için değil; çekeceği nesnelerin dünyamızda olmamasından dolayı da çekmiyor olabilir, biz bu çekmemesine bakarak, “süngerin çekim etki ve özelliği yoktur” diye hiçbir zaman kesin olarak söyleyemeyiz ve bunu ispat edemeyiz…
Sebep – sonuç arasında varolduğunu söylediğimiz etki ve ilişkiye, “özne – nesne” açısından bakarsak : Meselâ cama atılıp camı kıran taş olayını incelersek, ki bu olayda camın kırılma sebebini araştırdığımız varsayıyoruz : “Camı kim kırmıştır? sorusu ile “Camı ne kırmıştır? sorusunun cevabı farklıdır. Bir adım daha ileri gidip, olaya “uzak olduğu için küçük gördüğümüz nesneleri büyüten teleskop” veya “küçük olduğu için uzak gördüğümüz şeyleri büyüten mikroskop” daha bir yakından bakarsak; “Camı ne kırmıştır?” sorusunun sebeplilik plânında cevabının da muğlak, daha doğrusu birden fazla olduğunu görüyoruz. Çünkü bu soruya; “camı taş kırmıştır” veya “taşın sertliği kırmıştır” veya “taşın hızı kırmıştır” veya “taşın kütlesi kırmıştır” (çünkü taşın “ışık” gibi kütlesi olmasaydı cam kırılmayacaktı) veya “camın, taşa verdiği tepki kırmıştır” (çünkü cam taşa sertlikle tepki vermeseydi, cam kırılmazdı) veya “camdaki atomlararası bağlantının zayıflığı ve görece taşın atomlararası bağlantının kuvvetliliği camın kırılmasına sebep olmuştur”… gibi herbirisi doğru olan bir sürü sebep bulunabilir, hatta “yerçekimi” veya “sürtünmenin etkisi”, hatta binlerce kilometre uzaklıkta Jüpiter veya milyonlarca kilometre uzaklıktaki Vega Yıldızı bile taşın camı kırma etkisinde (özne – etkileyen) ve camın taşla kırılma tepkisinde (nesne – etkilenen), olayda rol oynayan sebeplerden bazılarıdır…
Son örnek olarak : “Ağaç, elma sonucunun sebebidir” iddiasının doğruluğunu görmek için, “elma” sonucunun olabilmesi için hangi özelliklerde bir sebep veya sebepler gerektiği araştırılmalı. Burada elma sonucunun olabilmesi için; Dünyanın kendi ve Güneş’in çevresinde belli hız ve eğimde dönmesi, tonlarca suyun tuzlu deniz – okyanuslardan arıtılıp, göğe çıkartılmaso, bulutların rüzgârla işbirliği yaparak suyu taşıyıp, nakletmesi, havadaki oksijen – azot – hidrojen vs. gazların belli bir sabitede olması, ozonun filtrasyonu, topraktaki mikroorganizmaların çalışması, basınç, ısı, Ay’ın uzaklık ve dönüşü, Güneş’in ve diğer gezegen – yıldızların belli uzaklık ve hızlarda olması vs… yani bir elmanın imal edilip, üretilebilmesi için evrendeki tüm nesnelerin işbirliği ve koordinasyonu gerekli; yani elmanın sebebi, tüm evren; yani elma, evren fabrikasında imal ediliyor. Ve hiçbir sebep varlık ve devamında, diğer sebeplerden üstün ve bağımsız olmadığı, bilâkis birbirinden aciz ve birbirine bağımlı olduğuna göre hiçbir sebep veya sebepler “elmanın sebebi, üreticisi benim” diye elmayı sahiplenemez, üstelik “ben” diyecek bir hayatiyetleri bile yokken.
Demek birşey herşeysiz ve herşey birşeysiz ol(a)maz, o zaman bilim’deki sebep – netice münasebetinin anlamı ne? (“Kim – Ne” ayrımı burada da belirginleşiyor, şöyle ki : “Tuzlu suyu arıtan ne?” Güneş; “Arıtan kim?” Allahu Teâlâ. Tuzlu suyu arıttığını söylediğimiz “buharlaşma – Güneş”i biraz daha büyütürsek; orada da “kim” sorusunun cevabı alınır, yani “ne” sorusunun önceki önem ve anlamı ortadan kalkar. Çünkü Güneş’in suyu arıtma ve buharlaştırma özellik ve gücü olduğu ispat edilemez ama olmadığı ispat edilebilir, yani Güneş’te sebep değil, “ne” sorusunun cevabı değil…)
Kısaca “bilim”de sebep – sonuç ayrım ve tanımı ve aralarında varolduğuna inanılan ilgi ve ilişki netleştirilmeli ki, sebeplerin “sebep” olmadığı, yani “İlâhlık özellikleri” taşımadığı ve evrenin mekanik saatin dişlileri gibi kendi kendine işlemesinin mümkün olmadığı, bunun imkânsız olduğu anlaşılabilsin. İmkânsız olduğu hâlde tıkır tıkır işliyorsa, bunun sebebinin “tabiat, tesadüften” başka birşey olması gerektiği ve mantıken o sebebin kâinat cinsinden olmaması gerektiği anlaşılabilsin. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi; çünkü evrendeki faaliyet ve sonuçları, tüm sebeplerin üstünde bir kuvvet ve bilgiyi gerektiriyor ve “madde”, bilgi üretemez. Ve “madde”, hayatta üretemez, çünkü hayatsız atomların biraraya gelmesi gene hayatsız atomlar yığını olur. Böyle olduğu hâlde atom – hücre – canlı organizmalar varsa, bunun sebebi / kaynağı, “madde” dışı olmalı…
23) Çoğu bilimsel ifadelerde “Tabiî, Tabiat yaptı / yapıyor. Sevk-i Tabiî, Tabiatın mu’cizesi” gibi cümlelerle bir olay – olgunun sebebi olarak “tabiat, doğaya” atıf yapılıyor. Halbuki “bu tabiattır” diye elimizle gösterebileceğimiz; yani “masa, sandalye, ağaç” gibi somut ve fiziksel “tabiat” diye bir varlık yokken; yani “tabiat” kavramı insan zihni dışında dışsal karşılık / gerçekliği olmayan zihnî ve soyut bir kavram iken, evrendeki olay – olguların sebebi ve etkeni ve faili olarak “tabiat”a atıf yapılması ne derece bilimseldir ve ne derece gözlem – deneylere uygundur? Eğer bilimsel ifadelerde geçtiği gibi “ağacı tabiat yarattı, insanı tabiat üretti, kuşu tabiat oluşturdu, havayı tabiat meydana getirdi, dünyayı tabiat icat etti, aminoait ve proteinleri tabiat sentezledi” ise; tabiatın yaptığını söylediğimiz bu somut şeyleri (tabiatın imali diyerek) bir köşeye koyarsak, “tabiat” nedir? Tabiatın bu ürünlerini bir köşeye koyarsak ortada “tabiat” ismini verebileceğimiz birşey kalır mı?… Yani “tabiat / doğa” denilen şey, insan zihni dışında somut ve fiziksel bir gerçekliği olmayan, yani asla var olmamış bir Anka Kuşudur ve var olmayan birşey ise, hiçbir şeye sebep ol(a)maz. O hâlde bilimsel ifadelerde, gözlenmemiş ve varlığı ispatlanmamış “tabiat”a atıflar yapılması ve olay – olguların sebebi olarak gösterilmesinin sebep veya anlamı nedir? Böyle yapılarak, zamansız – mekânsız, yani hem heryerde ve hem hiçbir yer – zamanda olan ve kimsenin gör(e)mediği, algılamadığı “tabiat / doğa” ismi verilen ve soyut olarak bile var olmayan birşeye tanrılık özellikleri verilmiş olmuyor mu?…
Hem sadece Rabbimizin yapabileceği ve yaptığı (yani ilâhlık vasfı ve kuvveti gerektiren) kâinattaki bu fiil ve eser / sonuçlarını, “tabiat, sebepler, tesadüf yapıyor” demek, “bu tabiat ve sebeplerin(in) İlâhlık vasfı var” demek anlamına gelmiyor mu!? Hem Rabbimizin “O hiçbir şeye muhtaç değil, herşey O’na muhtaç” anlamına gelen “Es-Samed” ismi ve ünvanının, Rabbimizden çalınarak “kâinat varlık ve devam ve işleyişinde herhangi bir doğaüstü ilâha muhtaç değil” denilerek, gayet makûl ve gerçek olan Samed olan Rabbimize inanmak yerine, kâinat ve maddenin Samed olduğuna inanmak ne kadar makûl ve mantıkî!?…
Bu örneklerde olduğu gibi; Rabbimizin isim ve vasıflarını “tabiat, madde – enerji, sebepler, tesadüfe” vermeden, sebeplerin sebep olduğuna itikad etmek imkânsız! O hâlde ya tek ilâh olan herşeye gücü yeten Allahu Teâlâ kabul edilecek veya madde ve sebeplere bu ilâhlık vasıfları verilerek, bunlar tanrılaştırılacak. Buna göre mutlak anlamda ateist yok ve tüm naturalist, determinist, materyalist ve ateistler aslında politeist, yani tek tanrı yerine, çok tanrılı bir dine inanıyorlar ve “ilim (knowledge, information, data)” anlamında “bilim (science)”i de bu inaçlarına alet ediyorlar. Buna göre “bilim” bu anlamıyla, kâinatı ateizm inancına göre okuma ve materyalizm inancına göre anlamlandırma ve determinizm inancına göre tercüme etmenin adı oluyor. Yani bilime hâkim olan felsefe daha başlangıçta metodlarını belirler ve bilimadamına bunu dikte ederken, gözlemlediklerini “yaratıcısı varmış” önvarsayımıyla değerlendirmemeyi tercih ettiği için, mecburen “yaratıcısı yokmuş” inancıyla okuma ve yanlış tercüme ve anlamlandırma tarafını seçerek, daha baştan yöntem, tanım ve amacını Tanrısız ve kendi kendine yeterek, işleyen bir kâinat olduğu inancını destekleyecek veri ve delilleri “bilimsel” kabul edeceğini, diğerlerini ya bilimsel değil diyerek gözardı edeceğini veya “tabiat, sebepler, içgüdü, tesadüf, vs.” vereceğini belirlemiş oluyor!
Bilim felsefesine hâkim olan bu inanç ve bilimsel yönteme göre, bilimsel ifade ve makalelerde “oluşma, tesadüf, tabiî, doğanın mu’cizesi, sevk-i tabiî, fizik – kimya kanunu” gayet bilimsel ve doğruyken, “sevk-i İlâhî, İlâhî Mu’cize, yarat(ıl)ma, İlâhi Kanunlar” bilimsel olmayıp, inançları işe karıştırmak oluyor! Kendi inanç ve önvarsayımlarına göre olan ifade ve değerlendirmeler her nasılsa “inançtan bağımsız ve tarafsız ve objektifken”, Rabbimiz’e atıf yapan ifadeler inanç eseri oluyor! Burada da görüldüğü gibi; inançtan bağımsız, yani nötr ve nesnel gözlem ve bilgi ve ifade yoktur; yani teolojisi ve metafiziği olmayan hiçbir ifade yoktur ve ol(a)maz!…
Elhasıl Rabbimizin olmadığına inananların bu inançları; “bilim / bilimsellik” şırıngasıyla bilincimizin ve antivirüs programlarımızın filtrelerine takılmadan, bilinçaltı ve kalbimize zerkediliyor! Bu yanlış bilgi ve enformasyon virüslerinden kurtulup, sağlığımızı elde edip, bağışıklık kazanmadan, bilim’in bu telkin ve sihir ve sahte (kurgusal) gerçeklik ilüzyonundan uyanmak zor. Kâinata bakışımızı bulandıran ve bozan kâlp ve zihnimizdeki yanlış bilgi virüslerini temizlemek ve sonra yaralarımızı temizleyip, antivirüs programlarımızı güncellememiz lâzım ki, evreni gerçekte olduğu ve gösterdiği gibi okuma ve tercüme etmemize mâni olan, algılarımızın önüne çekilmiş bu sahte ve sisli ve aslen ince ve zayıf olan bu perdeyi kaldırabilelim! Ancak o zaman sebep olduğuna inandığımız şey ile sonuç dediğimiz şey arasındaki müthiş uzaklığı farkedebiliriz. Ancak o zaman, Rabbimizin olmadığı zannına inanan felsefe adına değil; “Bismillâh” diyerek, “Yaratan Rabbimizin adıyla” okumaya başlarız kâinatı. Yoksa tanrıtanımaz bilim’in yaptığı gibi, kâinat kitabındaki nakışlar ve yazılarla meşgul olup, onların arasındaki bağlantı ve ilişkileri ölçmekten, onları okumaya vakit bulamayan ve yazarı, kitabının içinde arayan bilimadamlarının düştüğü gibi bazı hurafe ve zanlara inanmak (laboratuvara girmediği için deneysellenemeyip, ispat edilemeyen, yani zamansız – mekânsız ve algı dışı “tesadüf tanrısına” inanmak gibi) ve buna göre teoriler geliştirmek ve bu teorileri doğru kabul etmek zorunda kalırız!…
24) Çoğu bilimsel ifadelerde “Tesadüfen, rastgele oldu / oluyor, kendi kendine şans eseri meydana geldi” gibi cümlelerle; sebep – sonuç ilişkisi içerisinde belli bir şablona oturtulamayıp, bilinen fizik – kimya kanun – prensipleri dairesinde açıklanamayan; yani zihnimizdeki “düzen” tanım ve şekline uymayan olay – olgular için “tesadüf”e atıf yapılarak, “şans” sebep olarak gösterilip, güya o olay – olgu çözüldü imajı veriliyor. Halbuki evrenimizin geçmişinde veya günümüzde olmaya devam eden herhangi bir mikro veya makro olay – olgunun tesadüfen / rastgele olduğunun delili yoktur ve bunun ispatı da yapılamaz biliyorum. Örneğin yanyana yazılan 10 rakamın tesadüfen, rastgele yazıldığının ispatı yapılamaz, çünkü o rakamları yazan kişi kafasında belirlediği bir kural – düzen ve amaca göre o rakamları yanyana dizmiştir ve biz o kuralı bilmiyorsak ve o rakamların dizilişi bildiğimiz kurallara da uymuyorsa ve o rakamlar arasındaki gizli düzen – kural / yasayı keşfedememişsek; o rakamların tesadüfen yanyana dizildiğini iddia etmemiz, bilimsel olmayıp ve gözleme de dayanmayan, sadece inanç düzeyinde dile getirilebilecek bir ifade değil midir? Halbuki mikro ve makro evrendeki olaylar arası ilgi, ilişki ve etkileşimler, bu yanyana yazılan 10 rakamdan çok daha kompleks ve birbirine bağlı ve bağımlı ve hassas. Ve bu evrendeki olaylar arası birbirine bağımlılık ve hassas denge, tesadüfün araya girip, ahengi bozmasına mâni olduğu hâlde (çünkü “tesadüf”ün tanım itibariyle özelliği hiçbir kurala uymamak ve var olan kuralları bozmaktır); olayların açıklama ve sebebi olarak “tesadüf”ün gösterilmesi ne kadar bilimsel ve makûl?… Hem ara – sıra olan şey(ler) tesadüfe / şansa rol verilerek, güya o olay “açıklandı, çözüldü” imajı uyandırılsa da; devamlı olup, istikrarla devam ettiği için, kâinatın işleyişinde geçerli olan belli belli fizik – kimya kanunlarını keşfettiğimiz evrendeki herhangi bir olayın, bilimsel olarak ispatlanması mümkün olmayan tesadüfe verilmesi nasıl bilimsel oluyor? Çünkü arasıra olan ve beklenmedik şeyler tesadüfe verilebilse de, devamlı olan şeyler “tesadüf” tanımından çıkar ve “tesadüf” yerine başka şeyler aranır. Çünkü evreni böyle ölçülü ve dengeli ve hassas ve birbirine bağlı olarak işlemesine zorlayan herhangi bir fizikî yaptırım ve kuvvet olmadığı hâlde, milyonlarca – milyarlarca yıldır zarlar devamlı düşeş geliyorsa, artık bir hile aramak gerekmez mi?…
Evrendeki herşeyin bir faydası ve amacı olduğuna göre ve kentrilyonda bir ihtimalden hep aynı ihtimal gerçekleştiğine göre; bütün bunları “tesadüf” denilen, zihnimizin ürettiği soyut bir kavrama vermek ne derece mümkün ve bilimsel ve inandırıcı olur?… Sonuçta “tesadüf”, ispatlanması gereken bir iddiadır (teori değil) ve tesadüf — tanımı gereği ve soyut olduğu için — görüp, ölçtüklerini ve deneysellediklerini konu edinen “bilim”in inceleme alanı dışındadır. Öyleyse bilimsel yöntemin dışında olan “tesadüf / rastgeleliği”; evrenin hassas işleyiş ve zarif dengesini hesaba katıp ve evrendeki düzen ve işleyişte kentrilyarlarca olasılıktan hep aynı ihtimalin vuku bulmasını gözönüne alırsak; bu bütüncül ve hassas dengedeki işleyişe, karışması ve karıştırması imkânsız olan “tesadüf”ü bilimadamları nasıl “sebep” olarak gösterebiliyor ve bunu bilimsel bir açıklama olarak kabul ediyorlar?… Diğer taraftan, evrendeki sebeplerin (meselâ “atomların”); örneğin hep “elma” yapması/oluşturmasının sebebi nedir veya bunun kanunu, atom veya diğer sebepleri buna zorunlu kılan herhangi bir fizik – kimya yasası keşfedilmiş mi, var mı? Niye atomlar toplanıp; “elma, insan, bitki”nin yapıtaşı olmaya karar vermiş olsunlar ki? Bunun bir sebebi veya atomları; “insan, bitki” oluşturmaya / olmaya zorlayan bir kimyasal – fiziksel kuvvet / yaptırım var mı?…
Herhangi birşeyin tesadüfen olmasının mümkün olduğunun delil ve ispatı nedir? Birşeylerin olması ve olmaya devam etmesi, o olan şeylerin olmasının “mümkün” olduğunun delili değildir; çünkü birşey “olduğu için bu mümkündür” demek totolojidir, bu sebepten önce “mümkün olduğu için olduğu ispat edilmeli”, çünkü bütün olanlar ve halâ olmaya devam etmesi imkânsızların vukuundan ibarettir…
Sonuç olarak; bilimsel yayın/mlarda geçen “tesadüf” kavramı, bilimsel bir veri – gözlemin neticesi olan bir bilginin sonucu mu; yoksa delil – ispattan yoksun bir inanç veya tahminin ifadesi mi? Bilimsel literatürde kullanılan “tesadüf”ü de sebepler arasına katarak ve evrenin varlık ve işleyiş ve devamında şansa da rol verilerek; böylece zamansız – mekânsız, yani hem heryerde ve hem hiçbir yer – zamanda olan ve kimsenin gör(e)mediği, algılamadığı “tesadüf / şans” ismi verilen ve soyut olarak bile var olmayan birşeye tanrılık özellikleri verilmiş olmuyor mu?
25) Bilimsel yayın/mlarda canlı hücre veya çekirdeğindeki sentez ve işleyişlere D.N.A.’daki “bilgi” sebep / etken olarak gösteriliyor; “bilgi”nin sebep olarak gösterilmesi saçma ve gayribilimsel değil mi? Çünkü birşey aklın konusu olunca ve şuurlu bir varlığın gözlemine girince “bilgi” adını alır, meselâ bir mimarın çizimi aklın konusu olunca ve oradaki çizgilere bilinçli biz bir anlam yükleyince o çizgiler “proje” adını alıp, “bilgi” anlamı kazanır; yoksa o proje kâğıt üzerindeki bir takım çizgilerden ibarettir. Bazı bilgilerin sembolik ifadesi olan ve insan zihninde anlam kazanıp, bilgi / proje adını alan o çizgiler ev yapamaz, çünkü böyle bir özellik ve kuvvetleri yoktur, evi yapacak olan o projeye bakarak çalışacak usta(lar)dır. D.N.A.’da bunun gibidir, yani D.N.A.’daki “bilgi”; ‘güç / enerji’ değildir, ‘usta’ hiç değildir. O zaman hücre veya çekirdeğindeki işleyişe D.N.A., yani D.N.A.’daki “bilgi” nasıl “sebep” olarak gösterilebiliyor?…
26) D.N.A., R.N.A. gibi hücre moleküllerimiz ve organlarımızda ve daha genel olarak evrenimizde hemen hemen her nokta, atom, sistemde olan “bilgi, know-how” maddeye indirgenemeyeceğine; yani “bilgi” maddî ve fiziksel birşey olmadığından, maddeden kaynaklanmayacağına; hatta tam tersi “bilgi”, madde ve sistemlerdeki düzen / işleyişin ifadesi olduğuna göre; madde ve sistemlerdeki “bilgi, know-how, kanun, kuralların” kaynağı nedir? Ve maddeye söz geçiremeyeceğinden, iş yapabilme güç ve iradesi sıfır olan bu “bilgi”nin, (çünkü atom ve diğer maddelerin “iradesi” yoktur ki kendi içindeki o “bilgi / plâna” bakıp, uygulasın) madde ve atomlara hükmedip, onları organize edebilme ve yönetebilme güç ve iradesi nereden kaynaklanmaktadır?
27) Darwinizm’e göre yeryüzündeki çeşitli türlerin nedenlerinden birisi “adaptasyon (uyum)”dur. Bu “adaptasyon”, (masaya bakan herkesin masa görmesi gibi) gözlemlerimizden çıkan yorumsuz ve yalın bir gerçek mi, yoksa Darwinizm’e inananların bu inançlarına delil bulmak için, bu önvarsayım doğrultusunda yaptıkları gözlemlere verdikleri yorum, düşünsel şemalarıyla çelişmeyecek şekilde verdikleri anlam mı? “Ne oluyor / olduğu” sorusuna verilen yanlış bir cevap mı? Çünkü ben de zihnimden trilyarlarca çevre / ortam ve bu ortama uyum sağlayıp, adapte olmuş trilyarlarca canlı çeşidi uydurabilirim. Örneğin : Güneş’te yaşayan güneşin radyasyon ve ısısına uyum sağlamış canlılar; Uranüs’te yaşayan susuzluk ve havasızlığa adapte olup, solunuma ihtiyaç duyacak organ – sistemleri gelişmemiş, gelişenler ise elenmiş ve diş – mideleri taş – kaya ile beslenmeye ve enerjilerini yedikleri taş ve Güneş’ten gelen ışıktan almaya adapte olmuş canlılar veya dünyanın ilk zamanlarında hidrojen ve kükürt, sülfürle solunum yapmaya uyumlu organları gelişmiş (uyum sağlayamayan diğerleri elenmiş) canlılar!… Kısaca canlıların adaptasyon geçirdiklerine delil, çevremizde gördüğümüz canlılardır diyemeyiz!… O hâlde canlıların adaptasyona uğradıklarının bilimsel delil – ispatı nedir? Veya “Rabbimizin, canlıları bulundukları ortama uygun yarattığı” sözünün bazı bilimadamlarınca “doğru” veya doğru kabul etmeseler bile “bilimsel bir teori” bile görülmemesinin sebebi nedir?
28) Kâinatın düzen ve işleyişinde yürürlükte olan fizik, kimya, termodinamik gibi “tabiat kanunlarının(!)”; “trafik kanunları, ülke yasalarından” farkı nedir ki evrendeki madde ve enerji ve nesneler bu kanunlara (sanki bu kanunlar yaptırım ve nesnelere emir verme gücüne sahipmiş gibi) uymak zorunda kalıyor ve uyuyor!? Yani “tabiat kanunları” denilen haricî (dışsal) somut gerçekliği olmayan soyut şeylerin, kâinattaki faaliyet ve sonuçlarına “sebep” gösterilmesi safsata ve mugalatasını “bilim”in yutturmaya çalışması, bilimin hangi inancından kaynaklanmaktadır, hangi inancının belirtisi, dışa vurumudur?…
29) Yerkabuğunun oluşumu, yapısı, fay hatları, ince yerkabuğunun magma denizindeki yüzme ve hareketleri, yerkabuğundaki basınç değişiklikleri – gerilme – sıkışmalar, gezegenler arası itme – çekme kuvvetleri vs. bütün bu şeyler “ne olduğu” (deprem) ve (depremin) “nasıl olduğu” sorusunun cevabında ve depremin “tasviri”nde kullanılabilir. Fakat depremin “niçin – niye – neden olduğu / olabileceği” sorusuna cevapta kullanılamaz; çünkü “nasıl” ile “neden – niçin” eşanlamlı değil. Lisandaki bu semantik farklılığı unutmazsak; “depremler niçin – niye – neden olur / oluyor?” sorusunun cevab(lar)ı nedir veya ne(ler) olabilir?
Konuya biraz daha açarsak : Birisi, birisini tüfekle vurmuş olsun. (Burada sadece ateş edilme ânını görüntülüyoruz, önce veya sonrasını değil) Bu örnekte, “ne olmuş?” sorusunun cevabı : “Birisi, birisini vurmuş”tur. “Nasıl vurmuş?” sorusunun cevabı : “Tüfekle ateş ederek”tir. “Niçin / niye / neden vurmuş?” sorusunun cevabı ancak vuran kişiye (faile) sorarak öğrenilebilir, belki kızdığından vurdu, belki yanlışlıkla vurdu vs… İşte depremin “niye / neden olduğu” sorusunun cevabı da failine sorarak öğrenilebilir ancak.
Fakat depremin “sebep, neden, niçinlerini” — herşeyde olduğu gibi — sahipsiz ve başıboş madde / kayaların tesadüfî hareketlerinden kaynaklandığı zannına inananlar için, böyle bir soru gündem dışıdır ve onların inanç sistematiğine göre bu soru saçma ve anlamsızdır, çünkü bu tip sorular, herşey kendi kontrol ve iznine bağlı bir Rabbin olduğunu varsaymaktadır. Böyle kişiler algı ve inançlarında seçici davranıp, ateşlenen tüfeği görürler, fakat silâhın arkasında tetiği çeken faili görmezler, ve bu görüş ve inançlarından o kadar emindirler ki yanılabileceklerine en küçük bir ihtimâl bile vermeyip, kendileriyle aynı inancı paylaşmayanları “dogmatik”, kendilerinin “inanç ve görüşlerini karıştırmayan tarafsız ve aydın(lanmış)” olduklarına inanırlar…
30) [Bu maddede “afak (dışımızda)” olan delil – ispat, yani “alâmet” anlamına gelen “ayet”lerden sonra, biraz da “enfüsî (içimizdeki)” yazıları okumaya ve anlamını çözmeye çalışacağım.] Soracağım soru için şimdi gelecek uzun açıklamayı yapmam gerekli : Günlük konuşmalarımızda kullandığımız kelime ve kurduğumuz cümleler, inanç ve dünyayı algılayış ve bakışımızı gösterir. İfadelerimizde kullandığımız kelimelere dikkat etmek, bizim inanç ve paradigmalarımız hakkında en temel ve güvenilir ve birinci elden bilgi kaynağıdır. Burada bizim “şuna inanırım, buna inanırım, şunu kabul ederim, bu görüşteyim vs.” dememiz bile aldatıcı ve ikinci elden ve filtrelidir, çoğu kez biz bile bu filtrelerin farkında değiliz…
Bir yanılsama içerisinde yaşıyoruz. “Ben yapıyorum” diyerek eylem ve eserlerimizi sahiplenmeler ve “Benim malım, benim hayatım, benim vücudum, evim, çocuğum vs.” diyerek birşeylere sahip olduğumuza inanmalar, bu yanılsamalarımızdan bazıları. Çoğumuz bu yanılsamalarımızın gerçekliğine o kadar inanmış ve bunlara endeksli cümle ve konuşmalarımızı kendimiz ve çevremizdekilere o kadar telkin etmişiz ki; bunların doğruluğundan hiç şüphe etmiyoruz. Herkes birbirine aynı yalan / yanılsamayı tekrarlayınca, kimsenin aklına “acaba” sorusu gelmiyor, kendi kendimizi programlıyoruz. Kendimizin olduğuna inandığımız için “evsahibi” kavramını bulduğumuz evde bile kiracıyız, ölünce boşaltacağız… “Benim hayatım, benim vücudum” dediğimiz, “benim” diyerek sahiplendiğimiz, bizim olduğunu iddia ettiğimiz hangi hangi şeyi biz kazandık? Meselâ bizim olduğuna inandığımız vücudumuzu yolda mı bulduk, bir yerden mi satın aldık, birisi bize “al senin olsun” mu dedi veya biz mi icad veya inşa ettik ve bize kimse bu vücud ve hayatımızı kendi isteğimizle vermediği gibi, biz istemesekte alıyor; vücudumuzun ne yıpranma ve hastalanma, yaşlanmasına mâni olabiliyor ve ne de hayatımızın elimizden çıkmasına engel olabiliyoruz. Vücut ve hayatımız bizim olmadığı gibi, kullanımı bile bize ait değil, yani bedenimizi biz işletmiyor ve çalıştırmıyoruz. Vücudumuzun değil nasıl çalıştığı, vücudumuzda ne gibi faaliyetler olduğuna dair bile bilgimiz yok ve ne de bu faaliyetleri şuurumuzla farkediyoruz…
Hepimizin vücudunda ortalama 50 – 60 trilyon hücre var ve bu hücrelerde her saniye ortalama 40 kimyevî reaksiyon gerçekleşiyor. Bu reaksiyonlar 40 – 50 trilyon hücrede, her saniye 1/40 – 1/50saniye zaman/hızda oluyor Ve biz bunların nasıl olduğu, ne olduğu, niye olduğu konusunda ne bir bilgimiz var ne de olurken farkındayız. Vücudumuzun değil nasıl işlediği; ne olduğu, niye olduğu ve işleyişinden bile bilgi, haber ve şuurumuz yoksa; “vücudumu ben kullanıyorum, fiillerimi ben yapıyor, ben kontrol ediyorum, beden ve hayatımın sahibi benim” diyemememiz gerekir. Bir fiil / eylemin nasıl olduğunu / olabildiğini bilmiyorsak; o fiili bizim yaptığımız, yarattığımızı söylememiz saçma olmaz mı?! “Ben” diyerek sahiplendiğimiz benlik bilinci bile bizim değil!…
Vücudumuzu hâkimiyet ve kontrolümüz şuna benziyor : Hayatında hiç helikoptere binmemiş, hatta görmemiş, helikopter kullanmayı bilmeyen, helikopterle ilgili; nasıl ve hangi kanunlarla uçar, benzin deposu nerededir gibi konularda bilgisi olmayan ve helikopterin elektrik, mekanik, bilgisayar, yazılım gibi sistemleri konusunda da bilgisi olmayan, hatta böyle şeylerin olduğunu bile bilmeyen birisi bu helikopterdeki pilot koltuğuna oturuyor. Diyelim ki helikopter düşüncelerimizle yönlendiriliyor. Yani helikopterin acemisi bile olmayan, pilot koltuğundaki o kişi; ‘sağa – sola, yukarı – aşağı git, yüksel – alçal, uç – uçma’ gibi talimatları zihninden geçirerek, helikopterle kurduğu kablosuz bağlantıyla helikoptere bir kısım komutlar vererek, helikopteri kullanıyor. Bu kişiye; “Helikopteri sen mi kullanıyorsun?” desek herhâlde “Evet” diyecektir. “Peki helikopter nasıl sağa dönüyor; sağa dönmesi için helikopterde ne gibi teknik, bilgisayar, elektrik, mekanik vs. faaliyetler olur, olması gerekir?” Cevap veremeyecektir, o şahsın “Helikopteri ben kullanıyor / yönetiyorum” derken, demek istediği şey : “Ben ne düşünüyor, ne emir veriyorsam, helikopter o yöne hareket ediyor”dur. Yani helikopteri kullanmak için, düğmeye basmak kadar bile enerji harcamayan o kişi, o helikopteri kendi gücüyle ve ilmiyle kullanmıyor. Tıpkı, tek hücresi bile o helikopterden daha muhteşem ve kompleks olan vücudumuzu ve organlarımızı kullanırken, bizim “Elimi ben kaldırıyorum!, Ben yürüyorum!, Sağa – sola ben yöneliyor, gidiyorum!, Düşünce ve hayâlimi ben yaratıyorum!, Ben yapıyorum!…” demesi gibi.
Bilgi, zekâ, hayat, şuur, iradesiyle ve konuşma – yazıyla bilgi aktarma gibi olanakları ve diğer soyut – somut donanımlarıyla, varlıkların en zengini ve güçlüsü olan biz, kendi vücudumuza ve işleyişine değil sahip olmak, hükmetmek; buna bilgi ve şuurumuz bile yetişmiyorsa, yani çalıştıran biz değilsek; diğer şuursuz ve cansız ve akılsız, gözsüz atomlar ve diğer ağaçlar, bulutlar, toprak ve hayvanlar ne halt edebilir, neye sebep olup, yapabilir ve “Bu fiil ve sonucunu / eserini ben yaptım” diyebilir!?…
Herhangi bir hareketi yapıp – yapmamayı istemek; asansörün düğmesine basmak kadar bile bir fiil ve enerji sarfiyatı olmaksızın, sonra koskoca asansör bizi istediğimiz kata çıkarması gibidir.’ Asansördeki biz, içinde kendisinin de bulunduğu o tonlarca asansörü “Ben kaldırıyorum, ben hareket ettiriyorum, ben sahibim’ diyemez. Çünkü asansör, fazla miktarda bilgi gerektiren, bir sürü teknik parça ve sistemin ve bu sistemlerin binler fiilinin sonucu olarak ve elektrik gücüyle hareket ediyor ve başkasının imali. Bu koskoca asansörü kaldıran bilgi ve elektrik gücü, o asansördeki şahısta yok; tıpkı vücumuzdaki bizde olmadığı gibi! Bizim varolan tek gücümüz, daha doğrusu itibarî ve vehmî ve izafî gücümüz; isteyip – istememek, istediğimizi yapmaya karar verip – vermemek; yani tercih etme / seçim yapabilme kabiliyeti (yani “cüz’i irade, ihtiyar, kesb”). Bu tercihte bulunma ve istemenin nasıl birşey olduğu, nasıl kullanıldığı ve mahiyet ve hakikâti; asansörün düğmesine basma fiilinden çok daha belirsiz…
“Vücut ve hayatımız ve herhangi bir başka şeye hâkim ve sahip olduğumuzu sanma” ve “fiil / eylemlerimizi bizim yaptığımızı, sahibinin biz olduğumuzu sanma” konusundaki bu uzun açıklamadan sonra soracağım soru şu : “İstemek” gibi fizikî ve nesnel bir varlığı olmayan soyut birşey, nasıl olur da fizikî maddeye (yani vücudumuza) etki edip, onu harekete geçirir ve kontrol eder? Sadece “istemek” ile temas etmediğimiz uzaktaki bir eşyayı hareket ettirememek ile aynı “istemek” ile elimizi kaldırabilmek arasındaki fark nedir?
31) “Gözlem – delil – ispatsız birşeye inanmam” diyen bizlerin, yarın ve sonraki sene(ler) yaşayacağımıza olan inanç nereden kaynaklanıyor? Veya “doğaüstü hiçbir etken sebep olmadan; kâinat, hayat ve nesneler tesadüfen, kendi kendine oluştu / oluşuyor, yani hiçbir şey yaratılmadı / yaratılmıyor, inşa edilmedi / edilmiyor” iddiasının bilimsel bir değeri var mı? [Gerçi “tesadüf” denilen mevhumun “olabilir / mümkün” olduğu laboratuvarda ispatlanabilse, (bu “mümkün”ün, geçmişte de gerçekleştiğinin ispatı ayrıca yapılmalı), bu elde edilen tesadüf tesadüfen elde edilmediği için, tesadüf olmadığı; yani tesadüfün “tesadüf” olmayabileceği ispatlanmış olur.]
Bilime hâkim olan felsefenin; mümkün, vaki ve zorunlu Rab inancı yerine; düşük ihtimâl bile değil imkânsız, muhâl ve mümtenî olan “tabiat, tesadüf, madde – enerji, kanun, uzun zaman, vs.”ye bu kadar atıf yapıp, bel bağlamasının ve delilsiz – ispatsız (ve gayribilimsel) böyle inanma ve iddia etmesinin tek sebebi : “Kâinatın yaratıcı ve yönetici ve işleticisi yoktur; kâinat kendi kendine maddesel sebep ve mekanizmalara indirgenip, kendi içindeki sebeplerle açıklanabilir; doğaüstü herhangi birşeye atıf yapmak yanlıştır” öninanç, önvarsayımıdır. Görüp – görecekleri herşeye bu paradigmanın renkleriyle baktıklarından ve bu dogmatik tezin ispatı niyetiyle hareket ettiklerinden, “kişi, neyi ararsa onu bulur” ve “sorduğumuz sorular, aldığımız ve algıladığımız cevapları belirler”, yani “eşyaya verdiğimiz veya eşyada gördüğümüz anlam, sorgulayış tarzımızdan bağımsız olmadığı” için şu anda bilimin gittiği yol Allahu Teâlâ’ya çıkmıyor! Halbuki kendi inanç ve düşünce şemalarını çelişkilerden muhafaza edip, yıkılmasına engel olmak ve ayakta tutabilmek için (“paralel evrenler, 11 boyutlu evren, sicim kuramı, tesadüf, tabiat, kanun, içgüdü, bilinçaltı, fizikî mekanizmalar” gibi) kendi felsefelerinde çok daha fazla metafizik (fizikötesi) ve ispatsız önvarsayım ve modeller var. Çıktıkları temelsiz binanın çatlaklarını böyle rötüşluyorlar… Artık bilim’in bilimsel olmayan, belki matematikî olarak uyarlanan teori ve hipotezlerinde, söylediklerinin, gerçeklikle ilgisi olup olmaması pek bir önem arz etmemektedir, yeter ki teori çökmesin, gelişsin ve pratikte işe yarasın, yani faydalı olsun…
32) Kâinatın bir yaratıcı ve yöneticisi olmadığına ve ahiretin olmadığına inananların, bu inançlarını destekleyecek bilimsel veya mantıkî veya ilmî delil – ispatları var mıdır, varsa ne(ler)dir? Çünkü birşeyin olmadığının ispatı, heryer ince ince arandıktan sonra, eğer bulunamazsa yapılabilir; aksi hâlde “bana göre yok” denilebilir, çünkü birşeyi görmemek veya bulamamak, o şeyin “olmamasına” delil değildir ve olamaz; çünkü görmeme ve bulamamanın sebepleri milyarlarcadır ve “var olmamak” bunlardan sadece birisidir!… Veya gelecekte gerçekleşecek olan kıyamet ve ahiretin olmayacağına, yani gerçekleşmeyeceğine, bugünden bilimsel veya mantıkî delil bulunabilir mi ki “kıyamet ve ahiret kesin gerçekleşmeyecek” denilebilsin ve bu zan / tahmine inanılabilsin!?…
Hem madem “Cennet – Cehennem, melekler, ahiret” vs. bilim ve bilimsel yöntemin inceleme ve gözlem konu ve sınırı dışında, o hâlde bilimadamlarınca — güya bunlar bilimin konusu içindeymiş ve bilimsel olarak varolmadıkları ispatlanmış gibi —, “bunlar dogmatik inanç” demek, bilimsel yöntem ve ahlâkla bağdaşır mı? Bunların varlık veya yokluğunu iddia edebilmek için, ilk önce “metafizik” ismi verilen bu şeylerin, bilim’in inceleme alanı içinde olması gerekmez mi!?… Yoksa bu şey “bilimsel değil” demek, “yanlış” demek değildir ve “bilgi / gerçek”, “bilim”in tekelinde değildir…
33) Psikoloji ve sosyolojide “eskiden insanlar sebebini bil(e)medikleri, kontrol edemeyip, korktukları ve anlamlandıramadıkları tabiat olaylarını ‘yer tanrısı, gök tanrısı, bereket tanrısı, yağmur tanrısı’ gibi doğaüstü tanrılara bağlamışlardır” ve “birlikte yaşayabilmek ve toplulukları birarada tutup, yönetmek ve hükmedebilmek için, toplumsal düzen ve ahlâk kurallarına ihtiyaç vardı, artı savaş ve barışta ‘ölüm’den korkmamak gibi sebeplerle ‘günah – sevap, Cennet – Cehennem’ gibi inançlar çıktı ve gelişti”. Yani “tüm dinler insan ve toplum ve ihtiyaç ürünü olup, bir aldatmadan ibarettir” iddialarının bilimsel veya mantıkî delil(ler)i var mıdır, varsa ne(ler)dir? Veya insanların dine inanış ve yöneliş sebebi, sizin bu iddialarınızda bahsettiğiniz psikolojik ve toplumsal süreçler sebebiyle olmuş ise; sizin bu iddianıza (“iddia”, çünkü “teori”nin taşıması gereken şartları taşımıyor) aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmanızda, hangi psikolojik ve toplumsal süreç / sebepler rol oynadı!?…
34) “Bilim”in; “Güneş, su, toprak (vs.) bitkilerin varlık, büyüme ve gelişmesine sebeptir” teorisinin bilimsel bir delil – ispatı var mı? Yani gözlem, deney, ölçmeyle ispatlanmış mı? Tamam “su, ışıktan mahrumbırakılan bitkiler solar ve ölür” yani bu deney – gözlemden çıkan sonuç : “Susuzluk ve ışıksızlık bitkilerin zayıflayıp, ölmesine sebeptir.” Ben bitkilerin zayıflayıp, ölme sebeplerini sormuyorum; yaşama ve büyüme sebeplerini soruyorum! Çünkü “birşeyin ölümüne sebep olan (bu örnekte susuzluk, ışıksızlık gibi), yaşamasına da sebeptir” şeklinde yapılacak bir akıl yürütme yanlıştır. Eğer bu mantık doğru olsa idi, birisinin ölümüne sebep olan katile bakıp, “hâ demek ki katil olan şu şahıs, maktulün daha önceden yaşamasına sebepmiş” demekte doğru olurdu. Veya denizde sefer eden bir geminin dümencisi işini yapmaması sonucu geminin kayalara çarpıp, gemideki tüm mal ve diğer çalışanların emekleri boşa gittiğinde, bu olaya bakıp : “Dümencinin dümeni bırakması / işini yapmaması, geminin ve gemideki adamların mal – emeklerinin zâyi olmasına sebep oldu; demek geminin düzgün gitmesi ve batmamasının sebebi bu dümenciymiş, o hâlde geminin tüm kazancı o dümenciye ait olmalı” demek dorğu olurdu… Baştaki sorumuzu tekrar edersek : Bilim’in; “Güneş, su, toprak bitkilerin varlık, büyüme ve gelişmesine sebeptir” teorisinin bilimsel (pozitif) bir delil – ispatı var mı?
35) “İçgüdü” nedir, varlığı ispatlanmış mıdır, vücutta hangi organ veya sisteme karşılık gelir? Veya kimi konuşma ve bilimsel ifadelerde “sevk-i tabiî” derken, anlatılmak istenen nedir?
36) Gerek “uzak olduğu için küçük görünen gezegenleri büyüterek yakınlaştıran teleskop” ve gerek “küçük olduğu için uzak görünen mikropları büyüterek yakınlaştıran mikroskop”la gör(e)mediğimiz ve aletsiz olarakta 5 duyumuzla algılayamadığımız, hissedemeğimiz “kütleçekimi / yerçekimi, hava basıncı” gibi kuvvetlerin var olduğuna ve şu şu özelliklerde olduğuna, etki ve eserlerine bakarak (yani mantık ilmindeki “retrodüksiyon” metoduyla) kabul ediyor ve olduğuna inanıyorsak. Aynen öyle de Rabbimizin de varlık ve sıfatlarına (kâinattaki fiil ve eserleriyle) böyle varmamıza, bilimsel yöntem de hangi mâni veya hangi tabiat kanunu vardır?…
Hem gördüğümüz Mimar Sinan, henüz görmediğimiz Süleymaniye’nin varlık ve özelliklerine delil olmaktan daha çok; şimdi gördüğümüz Süleymaniye, Mimar Sinan’ın varlık ve ustalık özelliklerine delildir. Yani Mimar Sinan’a bakarak Süleymaniye’nin var olduğunu bilemeyiz ve bu caminin hangi özellikleri taşıdığını çıkarsayamayız, bilemeyiz; (hatta baktığımız kişinin Mimar Sinan olduğu ve diğer özelliklerini bile bilemeyiz) fakat Süleymaniye eserine bakarak, böyle bir esere Mimar Sinan gibi bir müessir / ustanın olması gerektiğini — Mimar Sinan’ı görmese, tanımasak bile ki, zaten görmedik — biliriz. Yani yoldan geçen şu amcanın bu camiyi yapacak ilim ve kudrete sahip olmadığını, o hâlde sebepte olamayacağını bilebiliriz… Evet eser sahibi usta ancak eserinde gözükür; yoksa hiç eser yapmamış birisinin “usta” olduğu bile bilinmez ve zaten o kişiye “usta” da denmez…
Durum bu olduğu hâlde, “bilim”in; kâinatın varlık ve işleyişinde rolü olmasına en küçük bir mantıkî gerekçe ve zorunluluk ve ihtimal, yani “tümevarım, tümdengelim, analoji, retrodüksiyon” gibi tüm akıl yürütme metodlarıyla bile var olduğu ve rolü çıkarsanamayan ve ayrıca laboratuvar ve laboratuvardışı delil ve gözlemi de bulunmayan “tesadüf”e inanması ve sebeplerle açıklayamadığı olay / olguları “tesadüfe” atıf yaparak güya açıklama ilüzyonu yapması örneğinde olduğu gibi; bilimsel inançların bilimadamlarına dayattığı ve zihin ve inanç dışı bir gerçeklik ve karşılığı da olmayan “tesadüf”ün varlık ve etkisine inanmaktansa, asıl makûl ve mantıkî, yani sebep olması mümkün (çünkü “tesadüf” denilen zihnî şey, gerçekte var olsa bile kâinattaki işleyişe karışıp, karıştıramaz!) ve gerekli, daha doğrusu zorunlu olan Rabbimizi bilimdışı kabul etmesi çifte standartının sebebi nedir? Aslında kendi bilimsel yöntem ve tanımlarıyla da çelişmediği hâlde, bazı bilimadamlarına egemen olan ve bu egemenler tarafından diğer bilimadamlarına dayatılan bu çifte standartın sebebi nedir?…
37) Bilimin önkabullerinden olan : “Evrendeki olay ve olguların sebeb(ler)i, gene evrenin kendi içinde bulunur” tezi doğruysa; evrendeki tüm nesneler donunca büzüşüp, hacimleri azalırken; tam tersi suyun genleşip, hacminin artmasının nedeni nedir veya ne olabilir? Veya ışığın boşluktaki hızının yaklaşık 300 bin km./saniye olmasının ve bu hızın sabit olmasının nedeni nedir? Sabitliği sağlayan veya bu hızın saniyede 200 bin veya 400 bin km. olmasını engelleyen bir fizik kanunu(!) veya kuvvet var mıdır? Yoksa evrenimizde ve matematik, fizik gibi bilim dallarındaki bazı sabite / postulat / aksiyomları doğru ve sabit kabul edeceğiz, bunların sebep veya ispat veya açıklamasını aramayacak mıyız?
38) …