Seküler – Lâik Bilim/sellik’in, Felsefe ve Epistemolojisinin Eleştirisi ve Çözüm Önerisi
Fizik, kimya, biyoloji gibi bilim ve ders kitapları; Rabbimiz’in fiil ve eserlerini, konu olarak seçmişler ve O’nun icraat ve eserlerini anlatırlar. Dolayısıyle; müfredat ve okullarda, “seküler ve lâik eğitim – öğretim” diyerek; derslerin “Din dersi” ve “Fen – Sosyâl dersleri” şeklinde ayrılması; vak’âya mutabık, doğru ve gerçekçi bir ayrım değildir. Bu sahte ve sanal ayrımların bedeli; “camide müslüman – işyerinde kapitalist”, part-time müslümanlığın artmasıyla ödenmektedir. Çağımızda, “deizm”e yönelmelerde görülen artış da; bunun diğer bedelidir.
Allahû Teâlâ’nın, sadece Din Derslerinde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve natüralist” inançlara göre işlenmesinin, müslüman zihninde oluşturduğu bölünme ve travmanın bedeli ağır olmaktadır.
Hiç gereği yokken ve faydası da yokken, “Metodolojik Natüralist” olacağım diye; inancımızı askıya almanın; yani evreni, bir ateistin gözüyle tasvir etme ve açıklamaya çalışmanın zararı büyüktür! “Metodolojik Natüralizm”, sanki ‘bilimsel ve evrensel ve olgusal bir doğruymuş’ gibi, zihinlere, “ateizm”i telkin ve enjekte etmeninin zararı büyüktür!
Çünkü, bu açıklamaları okuyan zihinlerde: “Evrendeki hâdiseler, ‘deterministik – natüralist neden – sonuç’ şablon ve paradigmalarıyla açıklanabiliyorsa; benim Tanrı’ya inanmam için, aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim ne olabilir!?… Eğer durum buysa; ineğe tapan bir hindunun inancıyla, benim inancımın arasındaki fark nedir!?…” gibi soru ve şüphelere yol açar!
Diğer deyişle: Bilim/sellik Epistemoloji ve Felsefesi’nde yöntem olarak kullanılan bu Metodolojik Natüralist Paradigma; “varlık ile Allah” ve “bilgi ile iman” arasındaki mesafeyi derinleştirip – arttırmaya hizmet eder. Bu da zihinlerde, ateizm ve deizme giden yolları kolaylaştırır!
Çünkü: Araştırma ve gözlem sonuçlarının, ‘bilimsel bilgi’ etiketiyle; fakat ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” arka fon ve bağlamda dizayn edildiği ve herşeyin Yatay Deterministik kalıba yerleştirildiği “bilgi ve ifadeler”in; “bilimsel ve objektif” ambalajıyla sunulduğu zihinlerde; evrende, Tanrı’ya inanmak için, aklî ve gözlemsel gerekçe ve deliller azalıp, sıfırlanmaya başlar!…
Başta dediğimiz gibi: Okullarda, “seküler – lâik eğitim” ambalajıyla verilen Fen derslerinin; din ve “Allah’tan bağımsız ve ayrı,” yani “seküler ve lâik” olarak anlatılabilmesi, mümkün değildir. Çünkü: Bu dersler, Rabbimiz’in, kâinattaki, hikmet ve ölçülü “fiil / faâliyet” ve sanatlı “eserleri”ni inceleyip – anlattıkları için; illâki, Rabbimiz ve O’nun eser – fiilleri hakkında, direkt – indirekt birşey diyecekler ve zaten diyorlar! Yani: Bu bilim ve dersler, dinimizin alanına illâ girerler. Girmemeleri mümkün değil.
Bu da bizi; Allah ve dinden bağımsız ve ayrı; yani “seküler ve lâik” fen ve ders müfredatının; böyle bir ders anlatımının, böyle bir bilim anlayışının mümkün olmadığına getirir.
‘İnanma – İnanmama’nın, ortası veya Dış ve Objektif noktası Yoktur
Ayrıca, önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: “İnanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı ve bu iki şıkka tarafsız ve eşit mesafeden bakılabilen; yani nötr ve objektif bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi” mümkün değildir. Çünkü: Kâinatta, gözleyip – incelediğimiz birşeye; ya “Yaratıcı ve yöneticisi var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi bakabiliriz. Ve başlangıçta seçtiğimiz, bu şıkka göre; gözlem bilgilerimizi ifade ederiz. Çünkü: Dilin mantığı ve Mantığın dili icabı, bu iki şıkkın ortası veya dış gözlem ve koordinat noktası yok! Diğer deyişle: Epistemolojik ve ontolojik açıdan; seçebileceğimiz, gidebileceğimiz, bakabileceğimiz üçüncü bir alternatif, üçüncü bir şık yok!
Modern Bilim; hak – bâtıl tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir “virüs” gibi gördüğü için; “inançsızlık” tarafına geçmiştir! Halbuki: “İnançsızlık” da, bir “subjektif” algı ve tutumun sonucudur. Yani: İnanç gibi; inançsızlık da, “subjektif” bir tutumdur!
Ülke ve kültürleri aşıp; çağımızda, genelgeçer ve anaakım olmuş; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Felsefe ve epistemesi, bu subjektif ve taraflı tutumu sebebiyle; evrenden elde ettiği bilimsel gözlem – ölçüm bilgi ve verilerini; bir ateistin bakış açısına göre dizayn eder. Kâinattan topladığı “Bilimsel Bilgi ve data / veri”yi; ateist – materyalist – natüralist kontekst ve bağlamda, inşa ve ifade eder…
Bu, “Din dersi – Fen dersi” ayrımlarının, mantıken mümkün olmaması bir yana. Reel uygulanabilirliği ve sürdürülebilir gerçekliği olmayan; bu sahte ve sanal ayrımları, dinimiz de kabul etmez.
Yani: “Rabbimiz, Peygamber, Kitap…” sadece “Din dersi”nin konusu olmadığı gibi; “madde – enerji, uzay – zaman…” gibi, Rabbimiz’in fiil ve eserleri de; sadece “Fizik – Kimya – Biyoloji” gibi derslerin konusu değildir. Dinimizin; bütüncül ve holistik, “Tevhid Paradigma”sı, bu sahte ayrımlara izin vermez; yukarıda anlattığımız, üçüncü şıkkın muhâl olması sebebiyle, bunu; sürdürülebilir, reel ve mantıkî de görmez.
Bilgi (knowledge) ve Bilim (science) kavramları, Eşanlamlı değildir
Seküler – Lâik Bilim’in bu yanlış epistemoloji ve felsefesine ve bu anlayışla yazılmış bilim ve ders kitaplarına çözüm önerisi olarak; yola çıkmadan önce yapılması gereken ilk şey; doğru bir, kavram şema ve anlam haritalarımızı üretmek ve üzerlerinde mutabakat sağlamak olmalıdır.
Meselâ: “Bilgi” (ilim, veri / data – information – knowledge) ve “Bilim” (science) ayrımını yapmakla, işe başlayabiliriz. Kâinat ve içindeki “bilgi”nin (veri / data – information – knowledge), “seküler ve lâik (daha doğrusu, ‘dinden bağımsız’; daha doğrusu ‘ateist’), Bilim/sellik Kriter ve yöntemlerine göre, gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş, dezenformatif ve manipülâtif “filtreli bilgi”ye; yani “bilgi”nin “seküler – lâik bilimsellik” prizma ve yorum / filtresinden geçmiş hâline, “bilim” (science) diyoruz biz.
Bu tanımıyla “bilgi” (knowledge) ve “bilim” (science) farklı ve ayrı kavramlardır. Mes’elâ: Suyun, belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması; bir “bilgidir, ölçüm bilgisi”dir (data – knowledge); fakat “bilim” (science) değildir…
Konuya bu açıdan bakarsak; değiştirmeden ve üzerinde fazla düşünmeden, ‘Batı’dan birebir kopyalayıp – aldığımız; bu “seküler ve lâik bilim, bilimsel bilgi” dediğimiz şey; evrendeki “bilgi”nin, dar ve eksik – yanlışlarla ma’lûl, saptırılmış bir türü olabilir ancak.
Yaşanan “Bilim – Din” tartışmalarının çoğu da; (yukarıdaki örnekte verilen “bilgi” ve “bilim”in eşanlamlı zannedilmesinde görüldüğü gibi,) tartışmacıların, bazı kavram ve terminolojilere farklı anlam yüklemelerinden kaynaklanıyor. Yani yaşanan tartışmaların bir kısmı, dilsel.
Örnekteki “bilgi – bilim” ayrımından gidersek; kâinata mündemiç ve içkin ve kâinatın işaret ettiği “bilgi”; Rabbimiz’in “El Alim, Hakîm / İlim – İrade – Kudret” gibi isim / sıfatlarının tecelli ve tezahürünün bir sonucu olması nedeniyle; yani O’nun isim ve sıfatlarının, yansıma ve etkisi ve O’nun fiil ve mahlûku olması nedeniyle; zaten “mü’min – müslüman ve İslâmî”dir.
İşte kâinatta saklı olan ve fıtraten “müslüman” olan bu “bilgi”nin; gözlem – deney – ölçümler sonucunda keşfedilip, ortaya çıkartılmasında; mevcut Bilim, bize bir enstrümanlar seti ve yöntemler (Bilimsel yöntem) sunuyor. İşte bu yöntemler sayesinde, kâinattan elde edilen gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerinin; eksik – yanlışlarla ma’lûl ve şu ânda “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist” kontekst / bağlamda ifade edilen hâline, “bilim” diyoruz biz.
Fakat yukarıda dediğimiz gibi; ortak kavram ve terminoloji setini paylaşmadığımız; yani literatürde aynı zemini paylaşmadığımız için, bazılarımız: “Bilim, bıçak gibidir; yani iyiye de – kötüye de yorumlanabilir ve kullanılabilir. Bunda, bilim’in suçu yok” diyor. Halbuki doğru ifade: “Bilgi’nin suçu yok” olmalı.
Yani: Aslında, kâinatta / realitede / nefsü’l emirde saklı olan “bilgi / müslüman bilgi”, (veri – data – knowledge – info) bıçak gibidir! “Bilim” (science) dediğimiz ise; insan ürünü olup, kâinattaki bu “bilgi”nin, yanlışa alet edilmiş ve eksik – yanlış yorumlanmış hâli oluyor zaten! Yani burada; doğrunun, yanlışa alet edilme durumu sözkonusu. Doğru gözlem – ölçüm bilgilerinin, yanlış ateizm ve natüralizm’e alet edilmesi sözkonusu.
Buraya kadar yazdıklarımızdan çıkan sonuçlardan birisi: Evrendeki “bilgi” değil ama bu bilginin keşfedilmesinde kullanılan “bilim ve bilimsel yöntem” denilen şey; insan ürünü ve insan çalışması sonucunda ortaya çıkan birşey. Bu sebepten; bu bilimde ve bu bilimin, bağımlı olduğu felsefe ve epistemolojisinde ve buna göre belirlediği, bilimsel yöntem ve kriterlerinde; sınırlılık ve eksikler, hata ve yanlışlar olması mümkün ve vâki. Ve zaten olmasa, şaşırtıcı olurdu!
Teşhis tamam, peki Tedavi ne?
“Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik”in; sınırlılık ve eksik – yanlışlarının neler olduğu konusunda, tanı – teşhisi doğru koymazsak; buna çözüm önerilerimiz de havada kalır. Üstelik: İnşa edilmiş birşeyin, hata – kusurlarını göstermek ve eleştirip yıkmak, nispeten kolaydır. Çünkü: Yıkmak, yapmaktan daha kolaydır. İşte burada sorulması gereken, doğru soru: “Yıkarsak, yerine ne koyacağımız?”dır.
Evet, mevcudu eleştirme ve hastalığı teşhis, daha başlangıç… İşte bu sebepten, dörtbaşı mâ’mur kendi Bilim anlayışımızı kurmalı ve örneklerini sunmalıyız. Ve bu da yetmez; “Neden o bilim anlayışını değil de; bu yeni bilim anlayışını seçmeli ve buna geçmeliyiz?” sorusuna da, doyurucu cevaplar verebilmeliyiz…
1600 – 1800 yıllarda şekillenip, kavram – anlam harita ve metodları oluşan ve şimdi tüm dünyada anaakım ve genel geçer olan, “Seküler – Lâik Bilim”in ve ona yol / yön veren “Bilim/sellik Epistemoloji ve Felsefesi”nin; eksik ve yanlışlar barındırdığını ve bu Bilim’in, “Ateist – Deist ve Materyalist, Natüralist ve Yatay Determinizm”e hizmet ettiğini, izah ve ispat edebilmek için; ana paradigması “Tevhid” olan, kendi Bilim anlayışımızın örneklerini sunmalıyız. Çünkü: Bazı seçimler; alternatifleri olmadığı için, mecburen yapılır.
İşte, kendi “İslâmî B/ilim” paradigmalarımızı ortaya koyamadığımız ve örnek uygulamalarını ortaya koyup, alternatif gösteremediğimiz için; mevcut “Seküler-Lâik Bilim/sellik Felsefesi ve Epistemoloji”si ve bu felsefenin ürün ve sonucu olan “Moden Bilim”in evren açıklamaları; nesnel ve evrensel, insan görüş ve değerlerinden bağımsız ve tarafsız zannediliyor.
Halbuki bu Bilim; tüm “din ve inançlardan bağımsız ve ayrı olacağım” diye, gidebileceği diğer zorunlu şık olan “inançsızlık” (ateizm – natüralizm’e) bağımlı ve taraf olmuştur! Bu sebepten; evrenden elde ettiği “Bilimsel Bilgi”yi (gözlem – ölçüm – deney veri ve keşiflerini), bir ‘ateist – materyalist – natüralist’in bakış açısı ve varlık tasavvuruna göre, kodlar ve ifade eder.
Yağmur; failsiz olarak, Kendi kendine ve Otomatik olarak mı Yağar!?
Örneğin: Günümüz Bilim/sellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim diyor ki: “Şu şu sebep ve mekanizma ve bu bu madde ve kuvvetler sayesinde, yağmur olur ve yağar…”
Biz de diyoruz ki: Bu, hem eksik ve hem de yanlış bir tespit! Günümüz Bilim anlayışının bize dayattığı bir “inanç”, hem de “bâtıl bir inanç” bu! Çünkü: Yağmur’un olma ve yağmasında; bu sebeplerin, gerçek bir te’sir ve etkisi yoktur. Burada sadece bir “iktiran ve ardarda” gelme vardır.
Yani: Bu maddî alet – sebepleri, hareket ettirip – kullanan ve bunları birbirine bağlayıp, sebeple – sonuca, anbean dahil olup, çalıştıran ve işleten ve o kuvvetleri yönlendirip, belli sınırlarda durduran; bir “fail ve özne” vardır! O fail olmasa; bu madde ve sebep ve kuvvetlerin, değil yağmur yağdırmak; biraraya gelip – organize olmaları, ortak iş yapmaları bile mümkün değil! Yani: Bu madde ve kuvvetleri kullanıp – yönlendiren bir fail olmazsa; o sebep dedikleriniz, ‘sebep’ bile olamaz! “Ne işim var burada!?” der, her biri başka yere gider! Yani: Madde ve sebeplerin, “sebep” vasfı kazanması ve birşeylere ‘alet ve sebep’ olması bile; onları alet edevat olarak kullanan bir fail ve özneyle mümkün. Çünkü: Bu cansız madde ve zerrelerinin, fail olmadan, durup dururken yerlerinden kalkıp, kendi kendilerine iş yapmaları mümkün değil. Zaten, sanatlı bir eser – işin; “ustasız ve fiilsiz” ve fiilin de, “failsiz” olması; mantıken mümkün değil, bilâkis muhâl ve mümtenî!
Ama siz: “Evrendeki bu olayların; tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve / veya zorunluluğun doğurduğu tesadüflerle; otomatikman olması mümkün ve vâki” olduğunu düşünüyor ve hattâ buna inanıyorsanız; sizinle aynı inancı paylaşmak zorunda değiliz!
Bu ‘inanç’ ve / veya ‘inançsızlığınıza’ göre şematize edip – kurguladığınız, “bilimsel bilgi ve açıklama, tasvir ve ifadeleriniz”e; alttan alta bu inancı, telkin ve endoktrine eden, bilim ve ders kitaplarınızdaki, bu kirli ve virüslü “bilimsel bilgi”ye karşıyız!…
Kameranızı, ‘çeşme ve hortum’a zum yapmaktan mütevellid, kadraja girmeyen ‘bahçıvan’ı gör(e)miyorsunuz. Bahçıvan’ı göremediğinizden; evrende, ‘çeşme – hortum – sulama kanun ve mekanizması’ isminde, failsiz olarak ve kendi kendine otomatik olarak işleyen bir “otomatik mekanizma” var zannediyorsunuz!
Veya, evreni, zihninizde “süper bir bilgisayar” olarak kurgulayıp – böyle benzetip / modellediğinizden; bu evrendeki “fizik – doğa yasaları”nı da, bir “bilgisayar programı” gibi zannedip; o ‘yasaların’, madde ve enerji üzerinde, bir yaptırım kuvveti olduğunu zannediyorsunuz!
Halbuki kâinattaki işleyişe “neden” olarak gösterdiğiniz “doğa – fizik yasaları“nın, madde ve hareketi üzerinde bir etki ve te’siri yoktur. Varlık ve hareketine; “fizik – kimya, doğa kanunları“nı, “sebep” olarak göstermek; okuduğumuz kitaptaki ölçü ve düzeni görüp; “Bu kitabı, gramer – imlâ kuralları yazmıştır” demek gibi, bir safsatadır bu!
Size göre; iki boyutlu resim, cansız “Mona Lisa”yı yapan, usta bir fail ve ressam var! (Hem de bu usta; ‘resim’ cinsinden olmayan ve resmin, hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde olması gereken bir usta olmalı.) Ama üç boyutlu kâinattaki, hakiki ve canlı Mona Lisaların, fail ve ustası yok! Size göre; bu Mona Lisalar, üçboyutlu fırçaların, çeşitli madde – enerji etkileşimleri, sebep – sonuç ilişkileriyle hareket etmesi sonucu; yani failsiz olarak, yani kendi kendine ve otomatik olarak oluyor!…
1600 – 1700’lerde, Bilim/sellik Felsefe ve Epistemolojisine karar verirken, daha başta, “Tanrı” fikrini, gözlemlerinize sokmamaya karar verdiğinizden, bu önaksiyom ve şartlanma neticesi; evrendeki herşeyi “failsiz” ve / veya “sahte failli” açıklamaya; yani Bilimsel Gözlem Veri ve Bilgilerinizi, bu “ateist paradigma”ya göre, yapılandırmaya karar verdiniz. Bilimsel Bilgi’yi, “ateist – natüralist” kavram ve şablonlar eşliğinde, ifade etmeye karar verdiniz! Yani: Amaç ve niyetiniz, baştan belli!
İşte başlangıçta aldığınız bu karar neticesinde; sizin, evrende “Allah”ı bulmanız, zaten mu’cize olur! Çünkü: İnsan, aradığı şeyi bulur ve evrene bakarken de, sadece sorduğu soruların cevabını görür. Çünkü: O insan, aramadığı ve sormadığı şeyleri görmez; görse bile farketmez; farketse bile önemli bulmaz. Çünkü zaten, “gözlem, teoriye bağ(ım)lıdır!” Yani: Balina avına çıkmışsanız; hamsilerin, ağdan geçtiğini bile farketmeyeceksiniz demektir!”…
Varlık ve evren tasavvurunuz: Varlığın, faile hiç ihtiyaç duymadığı veya failin, sadece “İlk Neden” olduğu; yani “otomatik bir makina” veya “süper bir bilgisayar”a benzeyen, bir evren tasavvuru. Kâinatı, böyle modelliyor ve metaforize ediyorsunuz. Bilimsel Bilgi’yi tasvir ve ifade ederken; yaptığınız açıklamalarda, cümlelerinizin oturduğu ana zemin ve kontekst bu! Bize, böyle bir evren tasavvuru empoze ediyorsunuz! Zihnimize, sahte ve hayalî bir “otomatik çalışan evren” modeli inşa ediyorsunuz. Evren tasavvur ve kurgu ve modeliniz böyle.
Artık, kamera ve kadrajınızı genişletin. Evrenin küçük bir karesini göstererek; bizi o resim ve parça’da boğmayın. “Tevhid”e yaklaşarak, artık filmin ve resmin tamamını gösterin.
Ey Seküler – Lâik Bilim/sellik ve bunun sözcüsü durumunda olan, biliminsanı ve uzmanlar! Gördüğünüz gibi: Eğer Bilimsel İfade ve Cümle, Açıklama ve İzahlarınıza, “Allah” gibi bir ‘fail’i eklemezseniz; otomatik olarak: “Yağmur; Allah gibi bir fail ve özneye ihtiyaç duymadan, sadece bu gösterdiğimiz / anlattığımız, otomatik mekanizma ve sebep – sonuç ilişki ve madde – enerji etkileşimleriyle yağabilir ve yağar…” gibi alt/subliminâl mesajları, bilinçaltımıza telkin ve ilka ve fısıldamış olursunuz!
Bilimsel Gözlem – Ölçüm – Deney veri ve bilgilerini, bu ateist/ik arkafon ve bağlamda kurgular; bilimsel bilgi’yi, bu şablonda kodlar ve ifade ederseniz; bilinçaltımıza, ‘ateist – natüralist’ bir evren, inanç / tasavvurunu endoktrine etmiş olursunuz! Sizin bu: “Allah’ın olmadığı (ateizm / inkâr); varsa ve olsa bile, işleyişe karışmadığı (deizm / şirk)” şeklinde özetlenebilecek; bu evren tasavvur ve inanç/sızlık’ınızı kabul etmiyoruz. Sizin, bu “ateist – deist/ik inanç/sızlık”larınızı paylaşmak zorunda değiliz!
Çünkü, sizin: “Şu fizikî olay; şu şu madde – enerji etkileşimleri ve bu bu sebep – sonuç ilişki ve mekanizmalarıyla oluyor” kalıbında kurduğunuz; her gözlem – ölçüm verisi, bu kalıp – kontekstte kurgulayıp – sunduğunuz her Bilimsel Bilgi; bilinçaltımıza şu altmesaj ve komutu fısıldıyor, şu emir ve yönlendirmeyi telkin ediyor: “Bu fizikî olayın olması için, herhangi bir faile, zaruret ve ihtiyaç yok!”
Bunun gibi; sizin “failsiz ve öznesiz” olarak eksik bıraktığınız her Bilimsel Bilgi ve bunun İfadesindeki boşlukları, zihnimiz böyle tamamlıyor! Yani: Sizin dedikleriniz kadar ve belki daha fazla, demedikleriniz de önemli!…
Böyle sizin: “Tanrı; din ve inanç, felsefe ve metafiziğin konusudur” diyerek; failsiz ve Tanrısız verdiğiniz, her bilimsel gözlem verisi; böyle, ateist kalıba dökerek sunduğunuz, her bilimsel ölçüm ve keşif bilgisi; ateizm ve deizm’e giden yolları kolaylaştırmakta!
“Tanrı; din ve inanç, felsefe ve metafiziğin konusudur” da, peki sizin bu “inanç/sızlık”ınız ve buna taraf olmanız; “bilim/sellik”in konusu mu!? Ateizm – materyalizm ve natüralizmin doğru olduğuna dair; bilimsel bir gözlem yaptınız, bilimsel bir veri mi buldunuz evrende!? Hak – bâtıl ayırmadan tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir ‘virüs’ gibi görüyorsunuz ama bu “inanç/sızlık”ınızı, tarafsızlık ve objektifliği bozan, sizi ateizm – natüralizm’e bağımlı ve taraf yapan; bir “virüs” olarak görmüyorsunuz!
“Evrende bir fail ve özne var mı, varsa kim?” sorusunu dışlayıp; bu tür soruları, felsefe ve metafiziğe attığınız için; Bilimsel Bilgi’de, fail ve öznenin olmadığı, yani “failsiz ve kimsesiz” bir evren tasviri yapmanız; size, “bilimsel ve objektif” bir davranış olarak mı görünüyor!?
“Kim sorusu; Bilim’in konusu ve sorusu değil” diye; bilimsel gözlem verilerinizi, böyle “kimsesiz” (ateist – materyalist – natüralist) kavram ve şablonlarla modifiye etmek; size, “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve nötr bir davranış olarak mı görünüyor!?
Siz ‘inançtan bağımsız ve tarafsız olacaksınız’ diye; bilimsel ve objektif olmayan, ‘inançsızlık’a taraf olmanız ve bunu bilgi ve bilim’e enjekte etmeniz; hiçte etik değil! Bu tür eksik ve dezenformatif bilgilerle, zihnimizi belli bir yöne manüple ve kanalize etmeye ve böylece, kendi varlık ve bilgi tasavvurunuzu, bize endoktrine etmeye; bizim oralarda, ‘epistemik baskı ve şiddet’ denir!
“Bilim/sellik, tüm inanç ve inançsızlıklara tarafsız ve bağımsız ve onlara nötr ve yüksüz” dediğiniz hâlde; bir “inançsız”ın bakış açı ve nazarıyla, gözlem – ölçüm – deney veri ve bilgilerini kodluyorsunuz! Yani: Bilimsel gözlem ve keşif ve bilgilerinizi; “ateist – materyalist – natüralist – yatay determinist” kontekst / bağlam /şablon /çerçeve / kalıpta, tasvir ve kodluyor ve bu sentaks – semantikte, ifade ediyorsunuz!
Halbuki Mantığın dili ve Dilin mantığı icabı, “inanmak – inanmamak” ortası ve dışı, gidebileceğiniz ve gözlem bilgi ve sonuçlarını ifade edebileceğiniz, başka bir üçüncü ihtimâl ve şık yok. Teorik olarak bile, epistemolojik ve ontolojik, üçüncü bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi” yok.
Bu, ateist ve materyalist, natüralist ve determinist kod ve değerlerle yüklü, Bilimsel Bilgi ve / ifadelerinizin altında yatan; arka fon ve altzemin ve derin, bilinçaltı mesajlarınızın; anaokulundan beri, bilinçaltımıza, defalarca telkin ve tekrar edilmesi sonucunda; bizi formatlayıp, programladınız ve hipnotize ettiniz! Bir bilgisayar virüsü, bir trojan ve truva atı gibi bilimsel bilgi’ye karıştırdığınız bu virüslü kodları temizleyecek bir antivirüs programı, çoğu kişide yok! Gösterdiğiniz; bu sahte, evren illüzyon ve sihrinizden, kurtulan çok nâdir! Çoğumuz; bu kurguyu, gerçek zannediyor! Seküler – Lâik Bilim/sellik’in bu hayalî ve sanal evrenini; çoğumuz, tarafsız ve objektif Bilimsel Bilgi zannediyor!…
Bilim/sellik Felsefe ve Epistemolojisinin, ‘otomatik evren’ Tasavvur ve Kurgusu
Kilise ve engizisyonun baskı ve şiddetinden kurtulmak için, bu “seküler – lâik” kavram ve yöntemler eşliğinde dizayn edilmiş, bu Bilim Anlayışı (felsefe ve epistemolojisi); ‘Batı’ için bir kurtuluş reçetesi olduğu muhakkak. Onlar için çözüm olmuş bir yöntemin, bize de ilâç olacağını düşünmek; (ve daha önemlisi de, ‘Din dersi – Fen dersi’ ayrımının; yani ‘Seküler – Lâik Bilim’in olması, mantıken mümkün değilken;) bâtıl bir kıyasın neticesidir.
Elhasıl: “Allah’ın olmadığı (ateizm / inkâr); varsa ve olsa bile, işleyişe karışmadığı (deizm / şirk)” şeklinde özetlenebilecek, bir “evren tasavvuru”na dayanan; bu Bilim Anlayışını (ontoloji ve epistemolojisini) kabul etmek zorunda değiliz.
Bilimsel yayın ve ders kitaplarında: “İlâhî yerine, tabiî; yaratma yerine, oluşum; sevk-i ilâhî ve ilham yerine, sevk-i tabiî ve içgüdü; Allah’ın mu’cizesi yerine, tabiatın mu’cizesi; Allah’ın izni ve iradesi yerine, tesadüfen ve rastgele olduğu…” gibi; bu algı ve altmesajı içeren; “failsiz ve öznesiz veya sahte failli” kavram ve ifadelerin kullanılmasının; Bilimsel Yayın ve müfredat şartı olarak, dikte edilmesine karşıyız.
“Madde ve Enerji + Uzun Zaman ve Tesadüf + Tabiât ve Zorunluluk + Kanun ve Evrim = Herşey Mümkün” aksiyom / önvarsayım / inancınıza göre kurguladığınız, bu Evren Modelinizi kabul etmiyoruz…
Çünkü: Mevcut Bilim ve Ders kitaplarına hâkim olan, bu “ateist – deist ve materyalist – natüralist” anlayış sebebiyle; bu kitaplarda, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirilen her “neden ve mekanizma”, her “tasvir ve açıklama”; zihnimizde, “varlık ile Rabbimiz” arasındaki münasebet iplerini, her gün, biraz daha kesmekte ve kopartmakta. ‘Bilimsel Bilgi’ ambalajlı, bu ateist ve natüralist, kirli, virütik Bilim/sellik’iniz; algı ve anlam dünyamızı ve çağrışımlarımızı bozmakta.
Çünkü: Kâinatın; böyle, (güya) “Rabbimiz’den bağımsız ve ayrı ve O’na ihtiyaç duymadan”; güya “otomatik bir makina ve bilgisayar” gibi; “kendi kendine” işlediği; algı ve altmesajını (subliminâl mesaj) enjekte ve endoktrine eden; bu bilim ve ders kitaplarının; anaokulundan beri, defalarca telkin ve tekrarı; müslümanca düşünme meleke ve refleksimizi kaybetmemize neden olmakta.
Sonuç olarak: Okullardaki ‘fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs…’ tüm ders kitapları ve müfredat; bu kirli ve virüslü bilgilerden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe; ve bu kitaplar, yeniden, kendi kavram ve anlam ve medeniyyet haritalarımıza göre yazılmadıkça; okulda öğrenciye, haftada 1000 saat Din dersi, Siyer dersi de versek; hattâ tüm Kur’ân-ı Kerim ve Hadisleri de ezberletsek; (bozuk arabaya, en kaliteli benzini de koysak, fayda etmemesi veya hasta insana, gıda fayda etmemesi; hattâ zarar verebilmesi gibi;) o öğrenci ve insanda, beklenen, zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez.
Çünkü, Fen dersinde: “Yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağar…” deyip, sonraki Din dersinde: “Yağmur; Allah sebebiyle ve O’nun rahmet ve ihsan ve ni’meti olarak yağar…” arasındaki; kopukluk ve boşluğu kapatabilecek, bilgi ve verilerden, çoğumuz mahrum!
Mahrum olduğumuz için de:
“Madem, yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağıyor. O hâlde; Allahü Teâlâ neresinde bu işin!? Mâdem, Bilim’in gösterdiği bu maddî neden ve sistemler bu işi yapabiliyor ve yapıyor; o hâlde, benim Allah’a inanmak için; aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim nedir!? Seküler – Lâik Bilim/sellik’in çizdiği bu deterministik evrende, Tanrı ne iş yapar veya Tanrı’ya gerek var mı!?” gibi soru ve şüphelere cevap verebilecek bilgiden yoksun olanlarımız; ateist olabiliyor veya deist olup; farazî bir “İlk Neden Tanrısı”na inanmaya başlıyor!
Elhasıl: Güya “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı; güya “seküler – lâik” eğitim diyerek; aslında, bir “ateist – natüralist”in gözüyle ve onların kullanabileceği kavram ve ifadelerle yazılmış, bu fen ve ders kitapları ve müfredatla; kendi anlam küremize yabancı olan bu okullar; bizce, ‘misyoner’ okullarından çok daha tehlikeli ve zararlı olmaktadır!
Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla zihnimize kodlanan bu “ateist – deist ve naütalist” inanç/sızlık ve felsefeler; bu Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize zerkeden; bu bilim ve ders kitapları; alenî ve aşikâr, küfür ve şirkin, reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan çok daha tehlikeli ve zararlıdır!
Çünkü: “İnanmak – İnanmamak’tan bağımsız ve ayrı, objektif ve nötr Bilim” diyerek; “seküler ve lâik eğitim” diyerek; bu algı ve ambalajlarla zihnimize telkin ve ilka edilen, bu “kirli ve virüslü bilgiler”e karşı; herhangi bir savunma ve antivirüs kalkanlarımız olmadığı için; bu virüsleri farkedemez ve bunları, zihin ve anlam dünyamıza buyur ederiz.
Ateist/ik Kurguyla kodlanıp, ifade edilen Bilimsel Gözlem Bilgilerinin, inananlar üzerindeki Zararları
Bu şekilde, bilinçaltı (veya bilinçdışı) mesajlarla; yani gizli ve sinsi olarak, “ateizm – materyalizm ve natüralizm”i zihnimize kodlayan ve bizi formatlayıp, yeniden programlayan, bu tür bilim ve ders kitapları; küfür ve şirkin, alenî reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan, çok daha etkili ve tehlikeli ve zararlıdır!
Çünkü: Kâinattan elde edilmiş “gözlem – ölçüm bilgileri”; bu kitaplarda, “ateist – natüralist” bağlam ve kontekstte, bu arka fon ve zeminde sunulmaktadır. Böylece; bir ‘yem’ işlevi gören, bu ‘doğru kırıntıları’yla, genç zihinler avlanmaktadır. Bilimsel Bilgi ve ifadelere yedirilmiş, bu “ateist – deist, materyalist – natüralist” bağlam ve kavramlar; bilincimizin filtrelerimize takılmadan, “objektif ve bilimsel gözlem – ölçüm bilgisi” zannıyla; bilinçaltımıza, telkin ve ilka edilmektedir. (En tehlikeli ve aldatıcı yalan da, işte bunun gibi; içine doğru kırıntıları serpiştirilmiş yalanlardır! Çünkü, bir sözün tamamı yalan olsa, zaten inanacak kimse çıkmaz!)
Çünkü: “Seküler – Lâik Bilim/sellik Felsefe ve Epistemolojisi”nin, tehlike ve zararları hakkında, önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: Kâinattaki herhangi bir olay ve olguyu; “sebep–sonuç” şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahû Tealâ’yla bir bağlantı ve ilgisi yok; bu faâliyet ve sonuca, Allah, sebep ve fail değil; bu işi, O yapmıyor! Kâinattaki bu faâliyet ve eserler; çeşitli sebep ve otomatik mekanizmalarla; madde ve enerji dönüşümleriyle; bir de uzun zamanın geçmesi ve kanunlarla; ister istemez, yani tabiî bir zorunlulukla; kendi kendine oluyor! Yani Allah olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma bu, süreç böyle işliyor! Örneğin: Allah olmasa da; taş veya yağmur, yerçekimi sebebiyle yere düşecek; bu sebep–sonuç / süreçte, ‘Allah’ gibi, doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak, mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!…” gibi, talimat / kod / emir; yani zihnî şartlandırma ve yönlendirmeler taşır.
Madde ve evren ve faâliyetleri hakkında, ‘fail ve özne’ olan Rabbimiz’in eksik bırakıldığı, belirtilmediği veya yerine; ‘sebep – sonuç ilişki ve otomatik mekanizmaları, tabiat, tesadüf ve zorunluluk, doğa yasaları, doğal elenme, adaptasyon, mutasyon ve seçilim…’ gibi, “sahte failler”in ikame edildiği bu tür Bilimsel Bilgiler; kirli ve virüslü bilgi olup; bir truva atı gibi, bilinçaltı kanallarla, bilinç ve kâlbe taşınır.
“Sebep – sonuç” kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminâl ve saklı mesajlar; bilinçaltı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli söylenmediği için, kulak ve bilincin duymadığı, bu gizli ve derin fısıltı ve hipnotik telkin sonucu; kişide, farkında olmadan, bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.
Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan kişi, virüslü ve hasta olduğunu bile farketmez. Kendisini, sağlıklı görür. Kâinattaki varlık ve hâdiseleri; doğru görüyor ve algılıyorum; evreni, olduğu gibi, nesnel görüyorum zanneder! Halbuki “din – dinsizlik ortası” veya “dışı” anlamında “bilimsel objektiflik ve tarafsızlık” diye tanımladığı şey; aslında, bâtıla taraftar olmaktır.
Çünkü: O kişi; “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, kâinattaki bu işleyişe karışmıyormuş; herşey, O’na bağımlı ve muhtaç olmadan, kendi kendine, neden – sonuç mekanizmalarıyla, otomatik olarak işliyormuş” şeklinde bir “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist, bir gözlük ve inanç/sızlık”la bakmaktadır kâinata! Yani: Bilimsel bakış; varlığı, olduğu gibi değil, olmadığı gibi gösteriyor!
Bu virüs defaâtle alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj / trojan, tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada, bilinç alanında da yeşerip, dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar!
Artık, “kalbi müslüman; aklı ise, bir kâfir ve müşrik” gibi çalışmaya başlayan; yani akıl – kâlp arasındaki köprü ve bağlantıların yıkıldığı; gerçeklik duygusu parçalanmış; müslüman algı ve çağrışımlarının bozulduğu; bir nevi şizofren kişilik profili oluşur. Bu kişi için artık, kâinatın, âyet (âlamet ve işaret / üç boyutlu Kur’ân) vasfı, silinmeye başlar. Çünkü artık, “bilgi” (bildikleri) ile “inanç” (inandıkları) arasında, artan mesafe ve boşluğu nasıl kapatacağını bilemez. İşte bu çaresizliğin de etkisiyle; bu aşamadan sonra, varılan sokak, “part-time müslümanlık”tır! Bu sokak da bitirilirse; yürünülecek diğer sokak, ‘deizm’ ve sonra da ‘ateizm’ sokağıdır!
Çünkü: Bilim ve fen kitaplarının, yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu ‘Derin Anlam’; dil ve zihin yoluyla, bilinçaltı ve kâlbe girip, burada işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt iki bilgiden, biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan iki bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya unutup, birisini atacaktır.
Bilim ve ders kitaplarından bünyeye geçen bu Virüslü Bilgiler; kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana, nasıl bedenen hareket zor gelir ve hemen yorulur; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de, bedenen ibadet etmek (hattâ, sadece diliyle zikretmek bile!) çok zor ve yorucu gelir; çabuk usanır! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; fen ve ders kitaplarının, hep “sebep – sonuç çağrışım / devreleri” aktive olur; algı ve anlamlandırmalarını, hep bu şema üzerinde yapılandırır; anlam dünyasında, eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir.
Bu aşamadan sonra, artık; “ni’met”ten, “in’âm”a geçiş kopmaları yaşanmaya başlar! “Rızık”, sadece bir “gıda maddesi” olarak görülmeye başlar. “İlâhî’den, tabiî’ye; yaratılış’tan, oluşum’a; sevk-i İlâhî ve ilham’dan, sevk-i tabiî ve içgüdü’ye…” gibi; o kişinin, ‘düşünce’ ve ‘kelimeleri’ ve sonra da, ‘davranışları’ formatlanıp – programlanmaya ve değişmeye başlar. Çünkü: Düşünce – Dil – Algı – His – Davranış – Karakter – Kader, birbirini izler ve etkiler!
Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarındaki bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş bu kişi; artık kâinatta; o kitapların, göstermek istediklerini görür; algılatmak istediklerini algılar; sordurmak istediklerini sorar. Yani: Varlık ve hâdiseleri algılama ve anlamlandırma biçimi; bu yeni programa, bu virüslü bilgilere göre olur! Bu program kırılıp, bu hipnotik uyku ve şartlanmadan uyanmadığı sürece; kişi, gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz! Fen ve ders kitaplarının, zihnine çizdiği, bu “ateist – natüralist evren tasavvur ve kurgusu”nun, sahte ve hayalî bir imaj olduğunu farkedemez! Bunu, dışarıdaki gerçekliğin birebir kopyası ve ‘tarafsız bilimsel ifadesi, bilimsel bilgi’ zanneder.
Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; meselâ “ağaç ve elma”dan, ‘Allah’a çağrışım ve bağlantıları; yani elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş, meleke ve refleks, çağrışım ve akıl yürütmeleri kopmuştur.
Bu kişi için; meselâ Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen “Da Vinci” çağrışımı; kâinat düzleminde, “Allah” olarak kopmuştur. Bu kişi; üstelik “cansız resim” de değil; çevresindeki, milyar hakiki ve canlı esere bakar ama aklına sadece, fen ve ders kitaplarında zihnine yüklenen (güya “inanç ve değerden tarafsız, güya objektif ve nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) “ateist – deist ve materyalist, determinist ve natüralist” inanç / felsefelerin, zum yapıp, büyüttüğü; kamera ve kadrajlarına alıp – odakladıkları “madde ve enerji, sebep ve sonuçlar” gelir; çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar!
Meselâ: Suya bakınca, sadece H2O; yağmura bakınca, suyun çevrim – dönüşüm mekanizma / döngüleri aklına gelir. Bu kişi; bunların Allah’ın ni’met ve rızkı olduğunu söylese de; bu anne – babadan öğrenilmiş bir ezberin tekrarıdır ancak! Doğru şıkkı, baştan ezberletilmiş ama çözüm şekli gösterilmemiş bir bilgidir bu! Böyle bir kişide; Allahû Teâlâ, ancak ikinci bir kasıt ve niyetle akla getirilebilir ve bu sun’î çağrışım da, geçici ve te’sirsiz olur.
Bu virüslü bilgilerle, algı ve zihni formatlanan kişi için; “Allahû Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi / dışı) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden, Allah’a ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad, mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez; bu dünyada delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’, olan; hem de delilsiz ve körükörüne bir iman!…” Bu düşüncelerle; o kişide, Allahû Tealâ; ‘zihin ve algı ve bilgi’de, kâinat dışına çıkartılır!
Bu kişi için artık; Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında, kategorik bir fark kalmayıp; sonuçta hepsi, “inanç” ortak paydasında toplanır ve eşitlenir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırır. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan, aynı kavramlarla baktığından; farklı birşey gören yoktur! Çünkü: “Nazar, manzarayı oluşturur!”
Elhasıl “Allahû Teâlâ’nın olmadığı bir evren nasıl olurdu? O olmadan, nasıl ayakta durup, faâliyette bulunur ve çalışırdı?” gibilerinden, kurgusal bir masal okumak isterseniz; bir fen veya ders kitabı alın, oradan okuyun!
Bu kitaplardaki masallarda; (taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi;) evrendeki ‘madde ve zerreler’in, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf ve zorunluluk, uzun zaman ve enerjilerle, kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve üstelik ‘hayat, bilgi’ gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde ‘canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar’ inşa ettiklerini göreceksiniz… Şapkadan tavşan çıkması gibi; içinden kuş çıkan yumurtalar; içinden çeşitli cinste ağaçlar çıkan topraklar; çeşitli tat ve renkte şekerleme ve meyveler veren, tahta ağaçlar göreceksiniz!…
Erzağı, yağmurlama, arıtma, temizleme, atık sistemleri düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan süratli uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “kütleçekim kuvveti” deyin, daha bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan; ‘uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs…’; elhasıl bir çizgi film ve animasyon gibi, bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise göreceksiniz!…
Bu açıdan; belki dünyada sınav da olmuyoruz, “imtihan” da yok belki! Çünkü kopyeler de verilmiş; gönderilen Peygamber – Kitaplarla, doğru şıklar da gösterilmiş! Gene de yanlış şıkkı işaretliyorsak; demek kusur bizde, körlük bizde!
Üstelik bu sınavda, işaretlediğimiz her doğru şıkka, en az 10 puan; yanlış şıkka ise 1 puan verilmekte! Üstelik; ölene kadar geçerli “Devamlı Af Kanunu” da var ve yürürlükte; öyle, devletlerin çıkardığı gibi, “geçici ve sınırlı” da değil! Yani: Günahına pişman olup, tevbe – istiğfar eden; işlediği günah, kul hakkını ilgilendiren birşeyse, bunu da tazmin eden veya helâl ettirenin; eğer Allahû Teâlâ da affederse; hakkında tahakkuk etmiş cezadan kurtulması da mümkün!
Özetle:
Bu dünya sınavında; normâl okullardaki gibi, yılda 3 – 5 değil; aynı derslerden, hergün sınava girme hakkımız olup; vefat günümüze kadar, sınav hakkı tanınmış bize!
Üstelik: Normal okullardaki gibi; her soru için “1 doğru, 4 yanlış” şıkkı” yok! Ya ne var?
“4’ten fazla doğru, 1 yanlış” şıkkı var! Meselâ: Yiyeceklerden, sadece “domuz” haram; digerleri helâl. (Balık, keçi, inek…) İçeceklerden, sadece “içki” haram; diğerleri helâl.
Üstelik: Her doğru işaretlediğimiz şıkka, en az 10 puan (sevap); yanlış şıkka, 1 puan veriliyor!
Üstelik: Günah-harama girmek, pahalı; yani para gerekiyor. İbadet – sevap işlemek ise; para harcamak gerekmiyor; çoğu bedava!
Üstelik: Çoğu günahların; ahirette verilebilecek cezalarından başka; dünyada verilen, “muaccel – müeccel” bir cezası da var. Sevap–mübahın ise; muaccel–müeccel bir mükâfatı; yani dünyevî bir faydası da var.
Üstelik: Devletler bile; 40 – 50 yılda bir “genel af” çıkartır ve bu, her suçu kapsamazken. Rabbimiz’in “Tevbe – Af Kanunu”; devamlı ve umumî (yani her haram-günahı kapsıyor)!
Gene de bu sınavı kaybedersek; bilemiyorum ki, öbür tarafta hangi mazeret kabul edilir!?
Çözüm Önerisi
Biraz önce yukarıda: “Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik’in; sınırlılık ve eksik – yanlışlarının neler olduğu konusunda, tanı – teşhisi doğru koymazsak; buna çözüm önerilerimiz de havada kalır… İşte bu sebepten, dörtbaşı mâ’mur kendi Bilim anlayışımızı kurmalı ve örneklerini sunmalıyız” demiştik. Bundan sonra gelecek, aşağıdaki kısmı, bu paragrafın devamı olarak da düşünebilirsiniz.
Elindeki iktidar ve teknolojik imkândan aldığı güçle, ülke ve milliyetten bağımsız olarak; tüm dünyaya yayılıp, hâkim olan “Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik”in, felsefe ve epistemolojisinin, eksik – yanlışlarını dile getirip, eleştirirken ve yerine önerdiğimiz, Tevhidî Paradigma’ya sahip, “İslâmî B/ilim” örneklerini verirken; bu konuda yazılan bazı makale ve kitaplarda, dikkat etmemiz gereken bazı hususlar olduğunu düşünüyorum.
Gerçi “kervan yolda düzülür / düzelir” ve “ilk yapıp, mükemmel yapmak”, Rabbimiz’e aittir. Bu sebepten; Tevhidî hassasiyet ve Mana-yı Harfî Paradigmalarına göre hazırlanmış bu çalışmalarda, bazı eksik – yanlışların olması, gayet normâl. Yani: Voltair’e atfedilen: “Mükemmel, İyinin düşmanıdır” deyip; yazılarımızı ertelememeli ve hata yapmaktan çekinmemeliyiz bence.
Meselâ: Geçen sene yapılan, 4. Uluslararası Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Yaratılış Kongresi bildirilerinden, bir alıntı: “Su molekülünün sistem için tam yeteri kadar sentezlenmiş olmasını, evrimciler, tesadüflerle açıklıyor; işin garibi, böyle bir düşüncenin bilimsel olduğu ileri sürülüyor… Halbuki uzayda su bulunmamakta; dünyadaki canlılar için, sadece dünyada yaratılmıştır…”
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi; bu gibi ifade kalıplarının, bence şöyle bir zaafı var, fakat o zayıf noktayı açıklamadan önce; bu ifadede iki tane bariz yanlıştan bahsedeyim.
Birinci yanlış şu: Suyun veya su molekülü veya buharının, sadece Dünya’da olup, uzayda su olmadığı doğru değil. Ve bu sır da değil; yani kısa bir araştırmayla, internetteki bilimsel kaynaklardan hemen bulabilirsiniz. Bu bariz hatanın nedeni bence: Bazı yazarların, uzmanı oldukları konu dışına çıkmaları veya o konu hakkında, güncel gelişme ve ilgili literatürü takip etmemeleri.
İkinci yanlış: Bir kere “evrimciler” diye isimlendirdiğimiz insan grubu, homojen bir grup değil. Yani: Evrimcilerin hepsi, ateist veya tesadüfçü değil; hattâ, belki % 60 – 70’i “mü’min ve müslüman!” Bu sebepten, yazılarımızda sık sık kullandığımız “evrimci ve ateistler” kalıbı; “bazı evrimci ve ateistler” olarak düzeltilmeli.
‘Evrimciler’in, müslüman olduklarını, siz ve biz kabul etmesek bile; en azından, onlar kendileri hakkında böyle söylüyor. Burada tutup: “Siz yalan söylüyorsunuz” da diyemeyiz. Çünkü: Kâlp ve niyet okuma teknolojimiz yok!
Fakat siz, onlar hakkında; “sahih ve açık âyet – hadisleri ret ve inkâr”dan mütevellid, “küfre girme ve tekfir”den bahsediyorsanız; bahsettiğiniz âyet – hadisleri de, ret ve inkâr etmiyor onlar. Bu âyet – hadislerin, te’vil ve tefsir veya yorumunda, bizden farklı düşünüyorlar sadece; bu yorumlarında, farklılık ve aykırılık var sadece. Hattâ onlara göre, sizin “apaçık ve sarih, vazıh ve net” dediğiniz âyet – hadislerin bile; “müteşabih veya metaforik / sembolik” olması mümkün! Yani bizim “açık ve net âyet” dediğimiz âyetlerin, “sarih ve açık” olduğuna, biz de, tercih ve yorum yaparak karar veriyoruz!…
Bu kısa, fakat bence önemli iki nottan sonra, asıl konumuza gelelim. Yukarıda alıntıladığımız bildiride geçen: “Su molekülünün sistem için tam yeteri kadar sentezlenmiş olmasını, evrimciler, tesadüflerle açıklıyor; işin garibi, böyle bir düşüncenin bilimsel olduğu ileri sürülüyor…” ifadede kullanılan kalıptaki zaaf ve zayıflık, ana konumuz.
Bu ifadede olduğu gibi; çoğu, bildiri ve yazıda; “evrimci ve ateistler, kainattaki düzen ve ölçüyü, tesadüfe bağlıyorlar” kalıbı kullanılıyor. Bu ifade kalıbının zaafı, bence şu: Bu ifadelere, evrimci ve ateistler, haklı olarak şöyle itiraz ediyor:
“Biz işleyiş ve düzeni, `tesadüf`e bağlamıyoruzki! Bunlar, zar atar gibi ‘rastgele’ oluyor demiyoruzki! Böyle dememiz imkânsız. Çünkü: Hepsinin bir `neden`i var. Yani: Evrendeki işleyiş, zar atar gibi rastgele, tesadüfen olmuyor. Zaten evrende herşey rastgele ve tesadüfen olsaydı, zaten bilim yapamazdık!…” diyorlar.
Bir de şunu diyorlar: “Teist olan sizler ise; Bilim`in `neden`ini henüz bulmadığı veya nedenini, sizin bilmediğiniz olayları, `Tanrı`ya vererek; yani `nedensel boşluklar` arasına, `Tanrı`yı sokarak; o nedeni bilinmeyen olaydan, güya `Tanrı`yı ispat ettiniz zannediyorsunuz!… Hâlbuki: Böyle, (yani nedensel boşluklar arasına, Tanrı’yı sokarak;) o işi Tanrı’nın yaptığı ispat edilemez! (Belki o işi, uzaylılar yapıyor!)… Ayrıca: Böyle bir iman ve ispat, cehaletimiz üzerine inşa edilmiş bir iman ve ispattır! Yarın, o işin / mekanizmanın nedenini, bilim bulunca ne yapacaksınız!?” diyorlar.
Bence, ateistlerin bu sözlerinde, haklılık payı var. Çünkü bazı bildiri ve makalelerdeki, Rabbimiz’e delil – ispat olarak kullanılan, bazı ispat biçimlerine dikkat ederseniz; bunlarda, “Bilim’den dolayı” değil, “Bilim’e rağmen”, bir Tanrı ispatı yapılmaya çalışıldığı gözleniyor.
Yani: Bilim’in; “nedenlerini bildiklerini”, nedenlere; “nedenlerini bil(e)mediklerini”, Tanrı’ya vermek şeklinde! Yani: “Delil – ispat” gibi görünen, bu iki şıktaki ispat biçimleri; bilimin, “neden – nasılını bildikleri”ne dayanmıyor; bilimin “bilmediği veya nedenini, belki henüz bilmedikleri”ne dayanıyor! Bu ise; bilimin, neden ve mekanizmasını bulamadığı yerlere; “Tanrı” kavram ve inancını, yerleştirmekten ibaret olup; tam ispat sayılamaz!
Bu dediğimiz, aynı zamanda, bize defaatle yöneltilen: “Bilim/sellik; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, olgusal ve nötrdür. Bunun en büyük ispatı da: İnanan – inanmayan herkes; kendi inanç – inançsızlığına, bilim’den delil getiriyor!” itirazına da bir cevap oluyor.
Çünkü, yukarıda dediğimiz gibi: Biz “inananlar”; (eksik ve zayıf bir ispat metodu olarak) bilim’in “bildikleri”nden değil; bilim’in “bilmedikleri”nden delil getiriyoruz genelde. “Bilim’den dolayı” ve “bilimsel bilgiyi kullanarak” değil, — tabiri caizse — “bilim’e rağmen”; yani “bilimin bilmedikleri”ne dayanarak; davamızı delillendiriyoruz genelde. Yani: “Bilim’in, nedenlerini bildiklerini, nedenlere; bilemediklerini, Tanrı’ya vermek” şeklinde!… Dikkat edilirse; bizim bu dell veya ispat biçimimiz; bilim’in, “neden – nasılını bildikleri”ne dayanmıyor; bilim’in “bilmediği veya nedenini, belki henüz keşfetmediği boşluk / loşluklar”a dayanıyor! (God of the Gaps!) Bu ise; bilimin, neden ve mekanizmasını bulamadığı yerlere; “Tanrı” kavram ve inancını, yerleştirmekten ibaret olup; tam ispat sayılamaz.
İşte bu kozu onlara vermemek ve yukarıdaki örnek alıntıda olduğu gibi, kavramsal hataya düşmemek için; yani kendi kendimizi sabote etmemek için; bence şöyle bir metod kullanmalıyız:
Biz “delil ve / veya ispat metodu” olarak; bilimin, “sebebini bil(e)mediği / bulamadığı yerlere, inancımızı sıkıştırmak” yerine; “bilimin gösterdiği hiçbir nedenin, zaten bu sonuç ve eserleri yapamayacağı” üzerine, stratejimizi kurmalıyız diye düşünüyorum.
Önerdiğimiz bu metodun; uygulanabilir ve sürdürülebilir, bazı müşahhas ve somut örneklerini; aşağıya, https://www.metabilgi.org/ web sitesinden naklederek, alıyorum:
Sebeplerin, evrendeki Fonksiyonu nedir?
1) Seküler – Lâik Bilim/sellik; yakıcı oksijen ve yanıcı hidrojenin birleşmesinden doğan, tam tersi özelliklerdeki “su”yun nedeni olarak, “yapıtaşları”nı gösterir ve bu olaya “bileşik” ismi vererek; Rabbimiz’in “hiçten ihtira ve icad ve yaratması” olan bu “su” fiil ve eserini; güya “bilimsel olarak çözdüm ve açıkladım” algı ve imajı uyandırır!
Halbuki suyun yapıtaşlarını gösterip, bu olaya “bileşik” ismi vermek ve “karışım”dan farkını anlatmak; su’yun “neden – nasılı”nı açıklamak değildir, çözmek hiç değildir. Çünkü: Su’yun “özellik ve sıfatları”nın, tam tersi özelliklerdeki yapıtaşlarına indirgenmesi mantıken mümkün değildir. Çünkü: Suyun özellikleri, cüzlerinde yokki, suyun özellikleri bu cüzlerinden kaynaklanıyor diyebilelim. Üstelik bu cüzlerde, suyun ta tersi özellikler varken; buna imkân ve ihtimâl vermek bile, mümkün değil!
Meselâ; ahşap ve taştan yapılan ev, ahşap ve taştan yapılmış ev olur; çünkü yapıtaşları ‘ahşap ve taş.’ Yapıtaşları bunlardan müteşekkil olan bu evin inşası bittiğinde, birden, yapıtaşlarından ayrı ve farklı ‘vücud ve özellikler’de, bambaşka birşeye ; meselâ “altın”a dönüşşe; böylece, ahşap ve taş’ın zıttına, bir de ‘metal ve iletkenlik’ vücud ve özelliği kazansa; bu sihre şaşarız!…
Demek çağımıza hâkim olan, “Esbabperest – Tabiâtperest – Tesadüfperest Bilim/sellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim ve Ders kitaplarını okuyanların, kulaklarına üflenen “sihir” çok daha etkili ki; normâlde evrende ‘gaz’ hâlinde bulunan patlayıcı – yakıcı oksijen ve hidrojenden, sıvı ve serin – söndürücü ‘su’ çıkması, şapkadan tavşan çıkması kadar bile, bizi şaşırtmıyor!
“H2O”dan, su çıkması / olması; yatay sebep – sonuç ilişki / etkileşiminin mi bir sonucu; yani ‘su’, bir ‘inşa ve tesisin’ mi sonucu!? Yoksa; (yukarıda izah ettiğimiz gibi) dikey sebep – sonuç ilişkisinin mi; yani hiçten ‘ihtira ve icad ve yaratılışın’ mı bir sonucu!? Bu ardarda yaratılışa “bileşik” ismi vermek ve kimyasal “karışım”dan farkını anlatmak; suyun, “neden – nasıl olduğu”nu çözmek ve açıklamak mıdır; yoksa sadece, olanı “tasvir” midir!?
Konuyu biraz daha açarsak: “Su’yun sebebi nedir, nasıl meydana gelir?” sorusuna; suyu analiz ederek, bulduğun elementlere, ‘oksijen, hidrojen’ ismi vererek, sonra ‘2 hidrojen, 1 oksijenin birleşmesi sonucu, su olur’ demek ve bu olaya “bileşik” ismi vererek, karışımdan farkını anlatmak; suyun ortaya çıkış (yaratılış) sebebini açıklamak değildir; su’yun, nasıl meydana geldiğinin sırrını çözmek değildir.
Meselâ: Ben bu olaya; “bileşik “değil de, “sihir” ismini verseydim; sihir olmadığını nasıl ispat edecektiniz? Yani: Suyun yapıtaşlarını anlatıp, süreci tasvir ederek, buna “bileşik” ismi vererek; su’yun neden – nasılını açıklamış olmayız.
Çünkü: Bilim’in bu izahı; “Suyun yapıtaşları nedir? Su’yun, fizikî vücudunun sebebi nedir?” gibi soruların cevabı olabilir ancak veya “suyun yaratılış sürecinin tasviri” olabilir ancak; “Su’yun özelliklerinin kaynağı nedir; suyun sıfatları nereden kaynaklanır?”ın değil.
Elhasıl: Su’yun varlık ve özelliklerinin kaynağı, suyun parça ve cüzlerinde bulunmaz; parçalarında bulunmadığı için de, o parçalarına indirgenerek açıklanamaz. Böyle bir açıklama, mantık kurallarına uymaz. Bunun, hiçbir rasyonalitesi yoktur. Rasyonalitesi olsaydı; meselâ, tuğladan örülmüş duvarın, bittiği zaman altından duvar olmasına şaşırmamamız gerekirdi!
Evet, bunun hiçbir mantıkî tabanı yoktur; çünkü cebinde parası olan, başkasına para verebilir ancak; ışık sahibi olan, ışık verebilir; ilmi olan, ilim verebilir; parça ve cüzler, kendilerinde olmayanı, birleşerek, bütün’de veremez! Bilakis durum tam tersidir; çünkü: Hiç parası olmayanların biraraya gelmesi, toplamda zenginliği arttırmaz, bilâkis fakirliği arttırır! İlmi olmayanların toplanması; toplamda, cehaleti arttırır. Körlerin toplanması, körlüğü arttırır…
Madem “bütün”ün özellikleri, cüzlerinde yok ve cüzlerinde olma ihtimâli de yok; o hâlde, “bütün’ün dışına bakmak gerekir, resmin bütününe, hatta filmin bütününe!
Buradan çıkan sonuçlardan diğeri: Su’yun varlık ve özellikleri; Yatay Determinizm ve sebep – sonuç ilişki ve illiyetiyle, açıklanamaz. Çünkü: Su’yun, rasyonalitesi yoktur. Bu mu’cizevî olayı, “deterministik” şablon – kavramlara dökerek, “sebep – sonuç” şablonları üzerinden yapılan her ‘bilimsel açıklama’ aslında ‘açıklama’ olmayıp, sadece süreç – durum tasvirinden ibarettir. Yani: Su’yun; tabiî ve fizikî süreçlerin, doğal bir sonucu olduğu, ispat edilemez.
Üstelik ‘su’, bu konuda tek örnekte değildir. Çünkü: Kâinatın hammaddesi olan, yaklaşık 114 küsur elementin, cüzleri olan atomlar ve alt parçaların, hammaddeleri aynı olduğu halde, bunların değişik kombinasyon ve şekil ve uzay – geometrilerde bağlanmalarıyla; çok farklı özellik ve sıfatlarda, “maddeler”, hiçten icad ve yaratılıyor! Yani ‘su’ gibi, bunların da varlık ve taşıdıkları özellikler, yapıtaş ve cüzlerinden kaynaklanmıyor! Kendi tabiât ve sebeplerinden kaynaklanmıyor. Evet 114 küsur elementin hammaddeleri aynı: Bunların 3 tanesi birleşince, ‘demir’; 5 tanesi birleşince, ‘karbon’ oluyor… Tek farkları; uzayda diziliş ve geometri, sayı ve bağlantı biçimleri!
Olayı metaforize edersek: Bu 114 elementi, “mısır taneleri” gibi düşünürsek; bunlar değişik kombinasyonlarda birleşince; “altın, flor, gümüş, demir…” oluyor; sonra ayrılınca, gene “mısır tanesi” oluyorlar!
Evet varlığın; “varlık – hareket ve sonuçlar”ı, kendisini aşar; ve daima, ‘eser / sonuç’, ‘sebep’ten daha mükemmel olup; doğal neden ve tabiî sebeplerle nedensellenemez ve açıklanamaz.
2) Varlık ve vücudu görülemeyen, “kütleçekimi” (yerçekimi)’ne; bu kuvvetin, sadece, uzay ve madde üzerindeki etkileriyle inanan ve: “Bu gezegen ve nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı; yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı… Hem bak; öngörüler yapıp, matematikî olarak hesaplayabiliyoruz, dönüş – düşüş hızlarını, ivmeleri vs…” diye mantık yürüten ve bu mantık üzerinden Bilimsel Teori kuran, mevcut Bilim; konu Rabbimiz olunca “gör(e)mediğimi kabul etmem veya alanıma dahil etmem” diye bir ilkesizlik örneği vermektedir!…
Halbuki, yukarıdaki örnekte olduğu gibi: İnsan 5 duyusuyla göremediği – algılayamadığı birşeyin, varolduğunu, etkileriyle anlar ve bilir ve algılayamadığı için de inanır; “kütleçekimi” gibi. Kütleçekimi örneğinde olduğu gibi, delil – ispat prosedürü kullanılan heryerde, aslında “görmeden inanılan” veya “görmeden bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir; çünkü görülen / algılanan şeyin, zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur!
Seküler – Lâik Bilimselliğin, “kütleçekimi” gibi; görmeden (yani aletli veya aletsiz, varlığı 5 duyuyla hiçbir şekilde gözlenemediği hâlde; sadece madde üzerindeki etkileriyle, varlık ve özellikleri tespit edilen) varolduğuna iman ettikleri nelerdir? Allahü Teâlâ’yı da zatıyla göremediğimiz (‘görünmeyen’ değil, ‘göremediğimiz’) ama “fiil – iş – eser – etkileri”yle gördüğümüz hâlde, Bilimselliğin konusu dışında tutulmasının sebebi nedir? Bilim’in: “Görmediğime, ölçemediğime inanmam ve konu etmem!” diyerek; Rabbimiz’i, zihinlerde metafiziğe hapsetme, ilüzyonu göstermesinin sebepleri nelerdir?…
Bilimsel Bilim’in verdiği bilgilerde, teori ve ispatlarında kullandığı deliller (yukarıda vermiş olduğumuz “kütleçekimi” örneğinde de görüldüğü gibi) genelde birinci veya ikinci dereceden delillerdir. Aslında, delil – ispatların kaçıncı dereceden olduğunun, pek bir önemi de yoktur; çünkü dediğimiz gibi; “delil – ispat” süreci işletilen heryerde, aslında “görmeden inanılan” veya “görmeden bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir. Çünkü ve zaten; görülen / algılanan şeyin (yani şimdi–şurada olan şeylerin), zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur.
Yani: Delil – ispat süreciyle elde edilen “bilgi” ve / veya “inanç”; esasen, “görmeden inanmak”a karşılık gelir. Buradan geleceğimiz nokta: Çoğu Bilimsel veri ve bilgilerin doğruluğuna, görmeden inanıyor veya biliyor veya doğruluğundan emin oluyoruz. Çünkü: Evrenden elde ettiğimiz çoğu Bilimsel bilgi ve keşif, delil – ispat süreciyle mümkün olabiliyor ancak! Evrendeki çoğu şeyde, direkt gözlem – ölçüm yapamıyoruz çünkü.
Elhasıll Gör(e)mediğimiz herşey, salt “inanç”ın konusuna girmeyebilir; aynı zaman da “bilgi”nin de konusu olabilir bu. Yani görmediğimiz ve hiçbir şekilde algılayamadığımız “kütleçekimi”nin, varlık ve özelliklerine; madde üzerindeki etki ve te’sirlerine bakarak; yani başka birşeyi gözleyerek; yani bir takım delil – ispat ve sonra hesap – teori kurarak “inanmak – bilmek” ile Rabbimiz’in, varlık ve sıfatlarına, madde üzerindeki etki ve faâliyet ve bunun sonucu olan eserlerini, gözleyip – ölçüm yaparak, inanmak – bilmek arasında, ‘kategorik’ bir fark yoktur! (Rabbimiz’in varlığına inanıyor muyuz, yoksa biliyor muyuz?!)
Bunun gibi; ‘kâinatın genişlediği’ bilgisi ve / veya inancı da, gene delil – ispatlarla temellendirilmiştir. Yani kâinatın genişlediğini, kâinatın dışına çıkarak bizzat gözlemlemedik veya içeriden bakarak, şiştiğine şahit olmadık; “uzaklaşan ışığın kızıla kayması” (Doppler Etkisi) gibi delillerle, evrenin genişlediği tezinin ispatına gidilmiş ve / veya evrenin genişlediği tespit edilmiştir…
Katı, sıvı, gaz cinsinden olmadığı için beş duyusuyla algılayamadığı / hissedemediği “kütleçekimi”ne; yani uzakta olduğu için, ‘küçük görünen’ yıldızları büyüten “teleskopla” ve küçük olduğu için, ‘uzakta görünen’ mikropları büyüten “mikroskopla” bile varlık ve vücudu görünmeyen “yerçekimi”ne; sadece etkileriyle inanan veya “nesneleri birbirine bağlayan bir kuvvet olmalı, yoksa uzaya uçardık, gezegenler dağılırdı…” diye, mantık ve teori kuran Seküler Bilim/sellik’in; Rabbimiz’i denklem ve ifadelerine almaması, tam bir çelişki!
Çelişki, çünkü; meselâ, mevcut teorilerin, gözlemlerle uyuşmadığı veya tam tersi sonuçlar verip, teoriyi yalanladığı yerlerde; teoriyi revize etmek veya yeni bir teori / model kurmak yerine; en küçük bir gözlem veya delil–ispatı bile olmayan ‘Paralel Evrenler, Sicim Kuramı, 11 Boyut…’ gibi eklemelerle; mevcut teoriye başka ‘gözlenmeyen’ ve ‘bilinmeyenler’ ekleyerek; mevcut teorileri genişletmek, yeni senaryolar eklemek; biliminsanı ve uzmanların, yabancısı olmadığı birşey!
3) Seküler – Lâik Bilim/sellik hakkında, doğru bilinen yanlışlardan birisi de: Bilim’in; evrendeki varlık ve faâliyetlerini, inanıp – inanmamaktan bağımsız, “nesnel ve olgusal” olarak anlattığıdır. Yani olduğu gibi, yani “vak’âya mutabık” anlattığıdır! Halbuki, bu yazı boyunca görüldüğü gibi; Bilim; evrenimiz hakkında, olayların; ‘nötr ve yalın, nesnel ve objektif’ resmini vermiyor / vermez.
Meselâ; okuduğumuz bir Bilim veya ders kitabında şöyle bir ifadeye rastlarız: “Güneş; şu kadar derece, ısı ve bu kadar lüks, ışık verir.” Bu ifade, herhangi bir dinî veya felsefî inançtan veya inançsızlıktan bağımsız, gayet nötr ve objektif görünüyor değil mi? Yani, Güneşi gören herkesin, kabul edeceği ve inansın – inanmasın herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir “gözlem ve ölçüm bilgisi” olarak gözüküyor, değil mi? Aslında, hayır!
Çünkü: Bu ifade; olan’ın, olduğu gibi çekilmiş bir fotoğrafı değil! Çünkü, bu cümledeki “verir” kelimesi; Dil ve Mantık kuralları açısından, “Güneş” gibi cansız ve iradesiz varlıklar için kullanılamaz! Çünkü: “Verir” kelimesi; sadece canlı ve şuurlu, iradeli ve bilgili (meselâ biz insanlar gibi) varlıklar için kullanılır! Yani, Güneş’e sorabilseydik ki: “Sen, dünyaya ısı ve ışığını nasıl gönderiyor, nasıl ulaştırıyorsun? Dünyaya, kaç derece ve lükste, ısı ve ışık gönderiyorsun?” Muhakkak; “Olaydan haberim bile yok” diyecektir!
Bu örnek gibi; gene, meselâ, okuduğumuz herhangi bir bilim veya ders kitabında geçen: “Su, güneş ve toprak; bitkilerin büyümesine sebeptir” ifadesinde; ‘Su, güneş ve toprağı’; bitkinin büyümesinde ‘fail ve özne’ olarak lânse eden bu Bilimsel bilgi ve ifadede de, Mantık ve Dil hataları mevcuttur. Yani: Yukarıdaki soruyu, bunlara da yöneltsek: “Siz bu bitkiyi nasıl büyütüyorsunuz? Her bir bitkinin ne kadar büyüyeceğini, nasıl hesaplıyor ve karar veriyorsunuz?” Onlar: “Bitkiyi değil büyütmek; bitkinin varlığından, hattâ kendimizden bile haberimiz yok” diyecekler!
Zaten, bitki’nin “büyüme” eylemi, bambaşka bir hâdise olup; ‘su, güneş, toprak’ gibi varlıklarda, bitkiyi nasıl büyüteceğinin bilgisi (know–how) yoktur. Yani: “Su”, sebep olarak, olsa olsa en fazla, bitkileri “ıslatır”; Güneş, “ısıtır ve aydınlatır”; toprak, “saksılık” yapar! Hattâ bunu bile diyemeyiz, çünkü: Bu eylem / işleri de, kendi başlarına yaptıkları söylenemez. Çünkü: Bunları yapmaları da; gene Rabbimiz’in kudretiyle ve ilim, iradesiyle ve o işleri gördürmesiyle olur…
Rabbimiz’in kudret elinde, sadece edilgen (münfail) bir “alet – araç” olan ve dahil oldukları olayları, kendi başlarına gerçekleştirecek kuvvet ve özellikleri olmayan bu “madde ve sebepler”in; Seküler – Lâik Bilim ve Ders Kitaplarında; madde ve sebeplerin, o olayları, failsiz olarak kendi başlarına gerçekleştirdikleri “imaj ve altmesaj”ı verecek şekilde ifade edilmesi; “bu olayın sebebi varsa, ayrıca bir faile gerek yoktur” ateist – natüralist inancını, bilinçaltımıza kodlayarak, bizi formatlar ve programlar!
Yani: “Arılar, bal yapar… Bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder… Tavuk, kuluçkaya yattığı yumurtasını homojen bir şekilde ısıtmak için, arasıra yumurtayı çevirir… Balıklar, su altında erimiş oksijeni kullanıp, böylece solunum yapabilmek için, solungaç sistemini geliştirmişlerdir… Karaciğer, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir… Hücre, kendini korumak ve besin elde etmek için, hücre duvarında, belli protein ve maddelerin geçişine izin verir…” gibi Bilimsel Bilgi ve ifadeler, “ateist – materyalist – natüralist kodlar”la yüklüdür!
Yani: Seküler – Lâik Bilim’in; inanç ve inançsızlığa, nötr ve objektif olduğu; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı olduğu, doğru değildir. Gözlem ve ölçüm bilgilerini, yalın ve nesnel olarak verdiği, doğru değildir!
Çünkü: Yukarıdaki örnekte geçen bu “verir, eder, sağlar, geliştirir, yapar…” gibi ifadeler; sadece canlı ve şuurlu ve ne yaptığını bilen ve bunu amaçlayıp, irade eden ve irade etmekte yetmeyip, ayrıca bu irade ettiğini yapabilecek kuvvet ve özellikte olan, “insan” gibi varlıklar için kullanılır! Bir de, çocukları uyutmak için, masallarda kullanılır!
Yani, bu Bilimsel Bilgi ve ifadeleri okuyan kişi zanneder ki; Bilim’in “yapar, eder, geliştirir, sağlar, verir…” diyerek anlattığı “arılar, bitkiler, hücreler, ağaç, toprak, hava, güneş” gibi “varlık ve madde ve sebepler”; güya ‘ne’ yaptıklarını ve ‘nasıl’ yaptıklarını ve ‘neden’ yaptıklarını bilen ve anlayan ve bunu tasarlayıp, irade eden, ayrıca yapabilecek ustalık ve kuvvette olan; canlı ve şuurlu, gözü – kulağı olan, çok akıllı ve bilgili; etraflarında ne olup – bittiğini bilen ve buna göre strateji ve eylem plânı geliştiren; üstün varlıklar!…
Seküler Bilim/sellik’in anlattığı bu evren metaforu ve zihnimize çizdiği, bu sahte evren kurgusuyla; zannedersiniz ki; Bilim, yaşadığımız bu evrenden farklı bir evreni anlatıyor! Sanki; herşeyin canlı ve şuurlu olduğu ve ne yaptığını bildiği; irade ve akıl sahibi olduğu, sihirli bir masal âlemi!…
4) Meselâ: Bilim/sellik’in: “Gezegen ve yıldızlar, ‘kütleçekimi’ sebebiyle; uzay boşluğunda, dengede durur ve döner” ifadesini, kitaplardan okur ve: “Ne güzel, Bilim bunu da çözmüş. Olayın, neden – nasılını, bilimsel olarak açıklamış” deriz. Fakat, bu Bilimsel tasvir ve ifadedeki; “subliminâl mesaj ve yönlendirme, bilinçaltı manipülâsyon ve illüzyon; dil ve mantıksal eksik ve yanlışları” farketmeyiz!
“Eksik ve yanlış” derken; yani “kütleçekimi” dediğimiz kuvvet; adı üstünde, sadece “çeker!” Bilim/sellik’in anlattığı gibi öyle; gezegen ve yıldızların, dengeli bir tarzda hareketlerini ve uygun yörüngelerde dönmelerini ve ölçülü olan sürâtli hareketlerini sağlayamaz! Bütün bunlara, “neden ve sebep” olamaz! Çünkü: “Kütleçekimi”; dediğimiz gibi, sadece “çeker”, o da çektiği yere kadar! Yani: “Kütleçekimi” diyerek, olayın neden – nasılı çözülmüş ve açıklanmış olmuyor! Bu iddiânın, bir de ispatı gerekiyor!
Yukarıda verdiğimiz örneklerin savunduğu tezi, birkaç cümleyle özetlersek: Sonuçlar, sebeplerinden üstündür. O hâlde; sebepler, sonuçlarını yapamaz. O halde; sebepler, sebep değildir.
Son bir örnek verip, konuyu bitirelim, meselâ: Bebeğe “sebep” dediğimiz, hamile bir anne adayı bile; içinde olan bebeğin inşa ve icadında; te’sir sahibi bir “etken ve sebep” değil; “fail” ise hiç değil! Yani o bebeğin olması ve doğması için, annenin günlük yaşamına devam etmesi yeterli. Karnındaki bebeğin; “protein katlanmalarının ayarlanması, DNA kopyelerinin yapılması, hücrelerinin bölünmesi, kâlp atımının düzenlenmesi; kemiklerin yapımında gereken kalsiyumun, ilgili yerlere ulaştırılması…” gibi; bebeğin inşa ve icadı için gereken, trilyonlarca işe bakması ve yönetmesi gerekmiyor. Yani olay, annenin bilgi ve iradesi dışında gerçekleşiyor. Özetle: “Anne”, bebeğin imâl ve üretiminde; “etken” değil, “edilgen.” Tıpkı, kendi vücudundaki diğer işleyişte de, öyle olduğu gibi.
Bu anne, bırakın içindeki cenin – embriyoyu imâl etmek ve büyütmek; bu işleyişe dair bilgisi bile yok; hattâ bu işleyişin farkında bile değil. Süreç esnasında, o ân neler olduğuna dair haberi bile olmuyor. İşte “anne – bebek” arasındaki “sebep – sonuç” ilişki ve illiyeti, bu kadar uzak. Elhasıl: Anne’nin, bebeğe sebepliliği; “edilgen!” Yani: Anne, olayın “fail”i değil. Yani: Bebeği inşa ve icad eden etken ve sebep ve fail: Rabbimiz!
Bu örnek gibi; dünyadaki sebepler içerisinde; “canlılık, bilinç, akıl, bilgi, irade, görme, işitme…” gibi duyu ve özelliklerle, sebepler içerisinde en zengin ve kuvvetlisi olan ‘insan’ bile; kendi vücudunda olan şeylerden bile, haberi yok ve olurken bile, farkında değilken!… Hattâ kendi kararıyla yaptığı, iradeli fiillerini bile, nasıl yaptığını bilmiyorken; yani o fiilinin, nasıl gerçekleştiğini bilmiyorken!…
Meselâ: O insan; kolunu kaldırırken, o fiili nasıl yaptığını bilmiyor; hattâ o eylem esnasında, hücre ve dokularında hangi işlerin olduğunun farkında bile olmuyorsa; (yani o kolun kalkması için, hangi sinir ve kas ve beyin hücrelerinde, hangi biyoelektrikkimyevî reaksiyonlar olması gerekiyor ki, sinyal iletimi ve her bir kas lifine uygulanacak kuvvet – gerilme oranı ayarlansın… gibi fiiller); yani o insanın, (iradesiyle yaptığı işler de dahil olmak üzere) vücudundaki fiil ve işlerin, milyarda birinden bile, ne haber ve bilgisi var ve ne de olurken, şuuruyla farkedebiliyorsa!…
Elhasıl: Bilim/sellik; evrenimizdeki olayları, olduğu gibi anlatmıyor! Olay ve olguların, herkese ma’lûm olan; yani hepimizin gördüğü, zahirî görünüşünü anlatmıyor! Gerçekleri, saptırarak anlatıyor! Üstelik bunu da, Dil ve Mantık kurallarını çiğneme pahasına yapıyor! Aklımızla alay ediyor! Evet, “Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik”in bize verdiği ‘Bilimsel Bilgi’ denilen ifadelerin, neredeyse %99’u; böyle eksik ve yanlış ‘gözlem – ölçüm verileri’, hatalı evren tasvir ve ifadeleriyle ma’lûl!