“Kâinat kitabı’nın (varsa) dil ve lisanının ne olduğu ve içindeki ‘varlık’ kelime ve cümlelerinin, taşıdığı veya işaret ettiği anlamın tercümesi” probleminin çözümünde; insanın akıl ve duyuları yetersiz olup; ürettiği felsefe ve bilimi de, bunun keşfi için gerekli araçlardan yoksundur. Bu soru(n)un çözümü, ancak “vahiy / nübüvvet” denilen, dışarıdan gelen bir bilgi ve haber akışıyla mümkündür.
Bu açıdan “vahiy”; araştırmalarımız ve bilgimizi genişletmekte, insan aklı için tek imkân ve tek seçenektir. Felsefe ve Bilim’e rehberlik etme ve söylediklerinin, te’yid ve onayında da, hiyerarşik olarak en baştadır.
Fakat “vahiy” derken, burada dogmatik ve körükörüne inanılan ve dayanılan; yani taklidî bir vahiy anlayışından bahsetmiyoruz. Vahyin verilerinin, hem kâinat ve hem de insanın kendi enfüsünde tespit ve onayından sonra; böylece içselleşerek, kesinleşmiş; yani “inanç” aşamasından “bilgi” aşamasına yükselerek, “enfüsî / subjektif bilgi” hâline gelmiş; böyle bir süreç sonucunda, itmi’nanla kabul edilmiş ve teslim olunmuş bir vahiy anlayışından bahsediyoruz.
Enfüs ve âfakta temelleri ve karşılıkları bulunan böyle bir imanın dayandığı temel ve deliller; “enfüsî / subjektif bilgi” kadar olmasa da, belli seviyede başkalarına da gösterilebilen “afakî / objektif bilgi” zeminine taşınabilir.
Kâinattan elde edilmiş, yani kâinatta delil ve karşılıkları bulunan bu “objektif bilgi”nin; kişinin içdünyasında (subjektivite) de karşılıklarının bulunup, tasdik ve onaylanması sonucunda; yani kesinleşmiş subjektif bilgi” hâline gelmesinden sonra, “ilim – hidayet – iman – ibadet – hikmet – ma’rifet – muhabbet” süreci başlayabilir.
Farkedildiği üzere, buradaki “iman”; kelime-i şehadet’i söylemekle başlayıp – biten birşey değil. Kök ve gövde olarak, yani “ağaç” gibi çift yönlü büyüyen ve gelişen bir ma’rifet ve bilme ve anlama süreci. Her yeni soru ve cevapta, bir sonraki durak (soru – cevaplara) devam edilen bir yolculuk…
Anakonumuza dönersek: İnsanın kendi akıl ve duyularıyla elde ettiği “felsefî bilgi” ve bunun altkümesi olan “bilimsel bilim”, kâinatı araştırma ve gözlem – deney – ölçümlerinde “ne, neden, nasıl, ne zaman” sorularının cevabını arar ve sadece bu soruları “aklî” ve “bilimsel” kabul eder. Zaten sahip olduğu teknolojik araç ve aklî aksiyom, kavram ve paradigmalarıyla, ancak bu soruların cevabını bulabilecek aletleri vardır.
Mevcut bilim ve felsefe, sadece bu soruların cevabı bulunabileceği inancıyla; “bilgi”nin başka imkân ve yöntemlerine çıkan / çıkabilecek yolları kapatır. Zihinlere vurduğu “bilimsellik felsefesi”nin zincirleriyle; “insanoğlunun, bilim ve felsefeden başka bir bilgi edinme yolu ve yöntemi yoktur” diyerek, vahyi reddeder veya kabul etmez.
Mevcut Bilimin, Bilimsellik Felsefesine göre; “varlık ve hareketinin anlamı nedir; kim ve niçin, ne gayeyle yapmıştır” gibi sorular, “felsefî spekülâsyon” ve “inancın” konusu olup; bunların delillendirme ve ispatı, doğrulama ve yanlışlaması yapılamaz.
Bu sebepten, örneğin: “Eser, müessirsiz ve fiilsiz ve fiil de failsiz” olamayacağı için, gayet normâl olarak evren hakkında ilk akla gelen soru olan; “kim, evrendeki eser ve işleyişin, fail ve ustası kim?” sorularını; anlamsız ve gereksiz, hatta yanlış bir soru olarak görür.
Çünkü: Evrendeki varlık ve işleyişi, “sebep – sonuç” ilişki ve şablonuyla, nedenselleyip – açıklayabildiklerini düşündükleri (daha doğrusu, inandıkları) için; evrendeki fizikî ve maddî olayların açıklama ve nedensellemesinde; herhangi bir faile, zaruret ve ihtiyaç olmadığını iddia eder, mevcut bilim ve felsefe. Evrendeki olaylar için; “kim, niye, niçin, gaye” gibi soruların, saçma ve anlamsız veya gereksiz olduğunu söyler.
Çünkü: Evrendeki “neden – sonuç” ilişkileri arasında herhangi bir boşluk veya kesiklik olmadığını; bunları tamamlamak için, araya sokmaları gereken herhangi bir “ek neden” veya “fail” aramaya lüzum olmadığını düşünürler. Çünkü onlar için Tanrı, “boşlukların tanrısıdır!” (God of the gaps) Bu anlayışa göre; “Tanrı”; sebepleri (henüz) bulunamayan olaylarda, cehaletimizi örten ve gizleyen bir kavramdır!
Sanki arada “sebepler” olunca, bu işi Rabbimiz yapmıyor, aradan çekiliyormuş gibi! Sanki olayın faili ve fiilinde, “sebepleri” hareket ettirip, “alet” olarak kullanan Rabbimiz değilmiş gibi! Sanki inşaat malzemelerinin kendi başlarına, sihirli bir şekilde uçuşmaya başlayıp, muhteşem binalar ve sanat eserleri yapmalarını mümkün görmek gibi; “sebeplerin” de, kendilerini aşan bu işleri, kendi başlarına yapabilecek potansiyelleri varmış gibi! Sanki atom ve maddelerin; esrarengiz bir şekilde, sihirlenmişçesine dönmeye ve hareket etmeye başlayıp; türlü gökdelen ve şehirler inşa etmesi gibi! Veya, evrende “otomatik mekanizma” ve “birbirine değen dişliler” var da; işin başında hammaddeyi veriyorsun, bu “hayalî mekanizmalar” da üretiyor gibi!…
Örneklerde görüldüğü üzere; Rabbimize iman ve itikadımızın sebebi ve delili, evren hakkındaki cehaletimiz değil; bilakis artan bilgimiz. İnancımızın dayanağı; anlayamadığımız ve bilmediğimiz şeyler değil; bilakis bildiğimiz şeyler. Üstelik Rabbimiz olmasa; değil evreni anlamak, anlamaya çalışacağımız bir evren bile olmazdı! Çünkü, evrenin varlığı ve varlıkta durması; Rabbimiz’in, eşyayı kudretiyle hareket ettirip, yönlendirmesiyle olur ve oluyor.
Elhasıl, Rabbimiz’in eser ve sanatlarının inceliklerini bilmek ve bu konuda hiçbir karanlık nokta kalmaması, iman ve itikadımızı zedelemez veya boşa düşürüp, gereksiz kılmaz. Ve zaten, gereksiz kılması için de hiçbir mantıklı neden olmayıp, hattâ durum tam tersidir. Çünkü: Önümdeki arabanın işleyiş mekanizmasını çözmem; arabayı yapan mühendis ve ustayı, inkâr etmemi gerektirmez; bilakis zorunlu kılar!
Fakat “ateist aksiyoma” göre düzenlenmiş ve kurgulanmış ve neyi araştıracağı ve araştırma yöntemleri de bu aksiyoma göre belirlenmiş “Bilim/sellik”; evrendeki işleyişin, bizi “ek bir sebep” veya “fail” aramaya yönlendirmediğini iddia eder. Zaten bu işleyişte herhangi bir “fail ve özneye” ihtiyaç olduğunu düşünseler veya bunların failsiz olmadığını veya ol(a)mayacağını gözleyip – keşfetseler; bu veri / bilgiyi, Bilimsel Bilgi ve açıklamalarına eklemekte tereddüt etmeyeceklerini söylerler.
Yukarıda özetle anlattığımız Bilimin Bilimsellik Felsefesinden farklı ve ayrı olarak bizim önerdiğimiz “İslâmî B/ilim” ise; Bilim’in bilimsel ve meşru kabul ettiği bu sorulara ek olarak; “kim, niçin / niye, gayesi ne, anlam ve hikmeti ne” gibi gayrimeşru soruları da, gözlem ve araştırma alanına dahil eder. Ve bunların araştırılma ve gözlem, keşif ve delil – ispatında; bazı ek yöntem ve araştırma enstrümanları, kavramsal şema ve yol haritaları sunar.
Bilim/sellik’in, kuruluş amaç ve kapsamı icabı sor(a)madığı; sorsa da, “bilimsel yönteminin” sınırlılığı ve “bilimsellik” paradigmasının eksik ve yanlışlarından dolayı cevabını bulamayacağı; “kâinattaki bu varlık ve işleyişin anlamı nedir; kim yapmış ve yapıyor; Rabbimiz bunları ne maksadla ve hangi hikmetle yapıyor; olanlar, hangi İlâhî isim – sıfat ve şuûnun tecelli ve tezahürleriyle vücuda geliyor; bunların Esmâ-ül Hüsnâ ve ahirete bakan, ‘melekutî’ vechesi nedir; ölümden sonra hayat var mı, varsa nasıldır?” gibi sorular; İslâmî B/ilim’in merkezinde bulunan, temel paradigmatik sorulardır.
İlimler hiyerarşisinde; Nübüvvet ve Vahiy, Felsefe ve Bilim’in üzerindedir
İnsanoğlu, Allah’ın ona verdiği akıl ve duyularıyla, yani düşünüp – tecrübe ederek ve gözlem – deney – ölçümleriyle, kâinatı “mana-yı ismî” bazında (yani “madde ve hareketi”, kendisi dışında bir manâ ve işaret değeri taşımaz aksiyom ve inancıyla) okuyunca, (bir dereceye kadar ve eksik ve yanlışları da olsa) çok şeyleri bilebilir ve keşfedebilir. Meselâ: Suyun kaynama derecesi ve özellikleri; madde–enerjinin içyapısı ve birbirleriyle ilişkileri gibi.
Fakat konu: Kâinat ve içindeki varlığın anlamı, taşıdığı veya gösterip – işaret ettiği mâna ve mesaj olunca; yani “mana-yı harfî” bazında (yani “madde ve hareketini”; gösteren / işaret / âyet / sembol / temsil ve misâl olarak) okumak olunca; bu alan, beşer akıl ve duyu, gözlem ve deney / tecrübesiyle keşfedilip – bilinebilecek bir alan değil. Neden değil?
Dünya üzerinde, bilinmeyen bir dilde yazılmış bir kitap bulunsa ve insanlık tarihi boyunca, o dili konuşmuş bir insan ve toplum da olmasa. Ve o dilde basılmış ikinci bir yazılı kaynak ve belge de bulunmasa; bu kitabın, tercüme ve anlamı; kitap üzerinde yapılacak bilimsel gözlem – deney – ölçümlerle bulunamaz. Veya felsefî düşünce ve mantıkî aksiyom ve çıkarımlarla bulunamaz. Böyle bir kitabın, değil tercüme ve anlamı; telâffuz, yani okunup – seslendirilmesi bile mümkün değildir.
İşte “kâinat”ta, böyle ikinci bir örneği olmayan ve ihtiva ettiği mâna ve mesajları tercüme edilebilecek lisanı bilin(e)meyen bir kitaptır. Türünün ve yazıldığı dilin tek örneği bir kitabın anlamına; akıl ve mantık, gözlem ve deney gibi yöntemler veya tarih ve fizik gibi bilimlerle ulaşılmasının mümkün olmaması gibi; “Kâinat Kitabı” için de, bu hayli hayli mümkün değildir.
Bu, “vahyin” yolgöstericiliği olmadan, varlığın tercüme ve anlamını bilmenin imkânsızlığının anlaşılması için verdiğimiz “kitap – yazar” örneği yerine; buna, bilgi ve irademiz dışında, uyutularak getirildiğimiz bir “gezegen” veya “ada” örneği de verebiliriz. Haberimiz olmadan, isteğimiz dışında getirildiğimiz bu yere, getiriliş nedenimizi, bizi getirenin maksadını, bize söylenmeden bilemeyiz. Bunu, kendi başımıza, gezegen / adayı gezerek, inceleme – araştırmalar yaparak bulamayız.
Dili bilinemeyen kitap örneğine devam edersek: Bildiğimiz kitaplar 2 boyutlu harflerle yazılmışken; anlamını aradığımız bu “Kâinat Kitabı”, 3 – 4 boyutlu harf ve nakışlarla yazılmış ve hatta “atom” gibi, her bir nokta ve harfinin içinde bile, parçası olduğu bütün’den daha sanatlı ve ayrı bir kitap yazılmış. Yani içi, dışından; küçük, büyükten daha mânidar ve sanatlı yazılmış, “içiçe bir kitaptır.”
Hem de, bildiğimiz statik ve durağan kitaplardan farklı olarak; canlı ve hareketli ve devamlı; yani ânbeân yeniden yazılan muhteşem bir kitaptır. Yani kâinatı “kitap”a benzetmemiz; kâinatı anlamak ve açıklamakta yetersiz bir modelleme ve metafor olup; belki kâinatın kitaba benzerliği, “anlam ve mesaj” ihtiva etmesi açısından, sadece bir bakımdan benzerliktir.
İşte, kâinatın tercüme ve anlamı konusunda, insanın acziyetini kabul etmesiyle; yani akıl ve araştırma, gözlem ve deneyiyle, bunu keşfedip – bulmasının mümkün olmadığını bilmesiyle; “Allah – Vahiy – Kitap – Nübüvvet”e duyulan ihtiyaç ve zaruret, bedahet derecesinde akla görünür. Çünkü “varlık ve hareketinin” anlam ve gayesinin ne olduğunun cevabı için (hattâ anlamı olup olmadığının sorusunun cevabı için bile), dışarıdan gelen bir bilgi, yani “vahye” ihtiyaç zorunlu. En temelde: “Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, niye geldik” sorularının cevabını, Rabbimizin bildirmeden bilemeyiz.
Çünkü: Dili bilinemeyen bir kitabın tercüme ve anlamını, ancak yazarına sorarak öğrenebiliriz. “Kâinat Kitabının” anlamını ve buraya getiriliş maksadımızı keşif ve öğrenmek için; “Yazarı”na sormak, yani “vahiy / nübüvvet”ten başka çare yok.
Burada yanlış anlaşılan nokta: Vahiy / nübüvvetin; sadece “inananlar” için bir bilgi ve haber ve delil değeri taşıyıp, bunun ise subjektif bir ispat olduğunun düşünülmesi. Bilim ve Felsefe’nin ise; inanç ve taraftan bağımsız; yani inanan – inanmayan herkes için geçerli, objektif bilgi ve deliller sunduğunun zannedilmesidir. Halbuki bu yanlış bir düşünce olup; neden yanlış olduğunun izahı için, “Bilgi/bilmek ve İnanç/inanmak arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” yazımıza bakılabilir.
Diğer yandan; “objektif – subjektif” ayrımı da yapay ve aldatıcıdır. Çünkü biz, objektiviteyi, subjektivitede deneyimleriz; âfakı, enfüsümüzde algılarız. Hatta içimizdeki bu algı ve bilmeden sonra ancak, o şeyin “objektif – subjektifliğine” karar verebiliriz. Burada objektifin, subjektiften farkı; sadece yaygınlığı; yani herkesin kendi subjektifinde aynı şeyi deneyimlemesine “objektif” denilmiş.
Objektif – subjektif ayrımı, yapay ve aldatıcıdır demiştik. Meselâ, “objektif” gözlem örneklerinden; “ateşin yakıcılığı” ve “suyun kaynama derecesi” kişiden kişiye değişmez ve aynıdır. Fakat biz bunu; ateşin bizde, derimizde uyandırdığı “yakma hissinden” veya veya gözümüzde uyandırdığı “yakma görüntüsünden” ve suyun da gene (eğer o deneyi biz yapmışsak) gözümüze yansıyan “kaynama görüntülerinden” biliriz. Yani o “objektif” deneyimin; içimizde, “subjektif” olarak bizde uyandırdığı ve tetiklediği his ve algı ve görüntülerden biliriz.
İçimizde duyduğumuz bu “subjektif hislere”, “objektif” denilmesinin nedeni ise: Her insanın, o deneyimi aynı algılaması ve aynı şeyleri hissetmesidir sadece. Vahiy ve Nübüvvet’in, “objektif delil” görülmemesinin nedeni ise; çoğu insanın bunların delil ve hakikâtine nüfuz edememesidir sadece.
Üstelik; insandan tut, tâ hayvan ve bitkilere; hatta cansız nesnelere kadar, kesintisiz devam eden çeşitli “vahiy akışları” vardır! Bu akış; derece ve mahiyet olarak, Peygamberlere gelen vahiyden farklı ve ayrıdır. Yer ile gök arasındaki bu çiftyönlü alışveriş ve bağlantı hiç kopmaz; kesintisiz devam eder. Bu, ayrı bir yazının konusu olduğu için, burada bırakıyoruz.
Bilim/sellik Paradigmasının tarafsız ve objektif olamayacağı ve olmadığından bahsediyorduk. “Bilim” de dahil olmak üzere, her düşünce ve yöntemin, doktrin ve ideolojinin, disiplin ve ekolün, başlangıç olarak dayandığı ana aksiyom ve varsayım, önkabül ve postulatları vardır ki; bu aksiyomlara her ne kadar “önvarsayım” da denilse ve başlangıçta gerçekten öyle de olsa; son tahlil ve temelde, bu aksiyomlar bir “inanç”tır ve bir inanca dayanır veya dönüşür; zaten bu sebepten dolayı da kolay kolay terkedilmezler. Bu öninançlar, başlangıçta apriori, delil – ispatsız doğru kabul edilip; düşünsel sistem ve yöntem, bu önsabiteler üzerine bina edilir.
Peki “Bilimsel Bilim”in önvarsayımları nelerdir? Başlangıçta yola çıkarken, neyi ve neleri “doğru ve gerçek” varsaymıştır? İslâmî B/ilim yazılarında defaatle vurguladığımız gibi: Evrende herhangi birşeyi gözler ve inceler, araştırır ve ölçerken ve bunun sonucunda elde ettiğimiz “veri ve bilgi, ölçüm ve keşfimizi” dile döküp, ifade ederken; (incelediğimiz bu olay ve nesnenin) ya “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)” veya “yok(muş)” gibi ifade eder ve anlatırız.
Bu 2 şıktan yaptığımız seçime göre, evrendeki nesne ve olayları; tanım ve ta’rif, tasvir ve ifade ederiz. Bu 2 şıkkın ortası veya bu 2 şıktan ayrı ve bağımsız; yani dışarıdan bakabileceğimiz, eşit mesafede orta ve olgusal, objektif bir nokta ve koordinat sistemi yoktur.
Şimdi, zorunlu olan bu 2 şıktan, Bilim/sellik “yok(muş)” şıkkını, doğru olarak kabul etmiştir. Bu “ateist aksiyomu” sebebiyle; gözlem ve ölçümlerini, bu öninancıyla tutarlı olacak ve çelişmeyecek şekilde tasvir ve ifade eder. Yani bu “ateistik inancı” doğruymuş ve gözlenip – ispatlanmış gibi bir dil kullanır.
Yani Bilimsel Bilim ve Bilimsellik Felsefesi; tanım ve ta’rif, amaç ve yöntemi icabı “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; bu felsefe ve inançların tarafındadır. Bu küfür ve şirk ekolleri doğru(ymuş) gibi evreni gözler ve buna göre Bilimsel tasvir ve açıklamalar yapar; Bilimsel Bilgi’yi buna göre kodlar ve kurgular. Bilim/sellik Paradigması, hep bu “küfür ve şirk aksiyomunun” ispatına çalışma ve doğru(ymuş) gibi yapma ve evreni de öyle tasvir etme çerçevesinde döner.
Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulünde; “evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)” ateizm şıkkını işaretlediği için; evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancına göre, tasvir edip, açıklar.
Aksi hâlde, meselâ; “oluşum yerine, yaratma” demesi veya “içgüdü / sevk-i tabiî yerine, sevk-i İlâhî ve ilham” demesi veya “doğanın mu’cizesi yerine, Allah’ın mu’cizesi” demesi veya “tabiât–fizik kanunu yerine, Allah’ın kanunu ve sünnetullah” demesi veya “gıda maddesi yerine, rızık ve ni’met” demesi hiç Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!
Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in temelinde bulunan bu ateist aksiyom ve inancın doğurduğu, diğer hurafe ve inançlar için, “Bilim’den Büyüklere Masallar!” başlıklı yazımıza bakılabilir.
Vahiy/Nübüvvet’in, Rabbimiz’e delâleti; Kâinatın delâletinden, Çok daha Kuvvetli ve Alenîdir
Genelde “vahiy/nübüvvet” ve özelde kitabımız “Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.V.) Efendimiz”in; Rabbimiz’e “delil ve bürhan, âyet ve ayna” olması; “kâinat ve varlığın” delil olmasından (delâletinden), çok daha fazla ve kuvvetli, alenî ve aşikârdır.
Meselâ; bazıları: “Sessiz olan kâinatı, inancınıza göre siz konuşturuyorsunuz! Varlık ve bilgisini; inancınıza göre filtreleyip, siz yorumluyorsunuz!” diyebilirler. İşte burada, Peygamberimiz ve Kitabımız’ın bizzat kendisi; bizzat Rabbimiz’in gönderdiği ve yetki verip, görevlendirdiği; “elçilerdir!” İnsan eli karışmış hiçbir yoruma ve yanlış anlamaya mahâl vermeden; bizzat kendilerinin konuştuğu “konuşan âyet ve işaret, canlı delil ve bürhanlardır!”
Gene, bazıları: “Önşartlanmanızdan kaynaklı, yanlış bakışınıza göre; kâinatı da yanlış okuyor ve eksik tercüme edip – yorumluyorsunuz!” diyebilirdi. İşte, Peygamberimiz ve vasıtasıyla gelen Kur’ân; varlık ve hâdiseleri, yanlış okumadığımızın da, delil ve sağlamasıdır. Bunun, bizzat Rabbimiz tarafından, onay ve doğrulamasıdır!
Zaten yazımızın başında da dediğimiz gibi; kâinatın dil ve lisanını, daha en başta Rabbimiz bize tercüme etmeseydi, bize bildirmeseydi; varlığın tercüme ve anlamını, kâinatın telâffuz ve okumasını, eşyanın manâ ve mazmununu bilebilmemizin; hiçbir aklî ve felsefî, mantıkî ve bilimsel yolu yok/tu! Hiçbir deneysel ve gözlemsel bir keşif yöntemi yok/tu!
Farz-ı muhâl; evrenin tercüme ve anlamını çözsek bile, bulduğumuz çözümün doğru olup – olmadığı ve eksik – yanlışları için; gene “Kâinat Kitabı’nın Yazarı”na müracaat etmemiz ve O’nun da, ödevimizi doğru yapıp – yapmadığımızı, te’yid ve onaylaması şart.
Haftaya inşâallah; “Vahiy / Nübüvvet’in; Varlık açısından Ontolojik Değeri nedir?”
* Bu yazı; Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî’nin (R.Â.), Risale–i Nur Külliyatından faydalanarak, hazırlanmıştır.