Konuya girmeden önce, önceki Yazımızda:
“İnsanoğlu, Allah’ın ona verdiği akıl ve duyularıyla; yani düşünüp – tecrübe ederek ve gözlem – deney – ölçümleriyle, kâinatı ‘mana-yı ismî’ bazında (yani “madde ve hareketi’, kendisi dışında bir manâ ve işaret değeri taşımaz” aksiyom ve inancıyla) okuyunca, (bir dereceye kadar ve eksik – yanlışları da olsa) çok şeyleri bilebilir ve keşfedebilir. Meselâ: Suyun kaynama derecesi ve özellikleri; madde–enerjinin mahiyet ve özellikleri ve birbirleriyle ilişkileri gibi” demiştik.
Oraya şu notu düşmemiz gerekiyor: İnsanlık olarak, bugüne kadarki tüm bilgi birikimi ve teknolojimiz olarak; Rabbimiz’in muhteşem eserleri karşısında; son model bir uçak veya uzay gemisi karşısında, tüm cehaletiyle, daha okuma – yazma bile öğrenmemiş bir çocuk gibiyiz ve değil ikibin – üçbin sene, milyarlar sene geçse de öyle kalacağız!
Sonuçta “Âlemlerin Rabbi”nin eserlerini inceliyoruz; sonsuz ve zamansız – mekânsız olan Rabbimiz’in fiillerini anlamaya çalışıyoruz! Bu sebepten: “Hah işte, sonunda madde’nin en dibine ulaştık; varlığın, her katmandaki davranışını çözdük; artık madde ve enerji, uzay ve zaman’ın tüm sırları önümüzde” diyecebileğimiz bir nokta, hiçbir zaman olmayacak!
Yani bilgi ve teknolojimiz ne kadar gelişirse gelişsin; yüzyıllar sonra da, Rabbimiz’in eserlerindeki ihtişam ve san’ât ve giriftlik karşısında, çözemediğimiz esrar ve sorularımız, bugünkünden çok daha fazla olacak! Dün olduğu gibi, yarın da; bulduğumuz her 1 cevap, sorularımızı 10 arttırmaya yarayacak sadece; cevabını bulduğumuz her soru, yüzlerce yeni sorunun kapısını açacak.
Varlık hakkında ilmimizin artması, bilmediğimiz ne kadar çok konu ve sorunun olduğunu gösterip; cehaletimize dair bilgimizin, sınır ve boyutlarını arttırmaya yarayacak sadece. Bilmediğimizden, sorusunu bile soramadığımız ne çok sorular olduğunu farkedip; cehaletimizi daha bir net idrak edeceğiz.
Hiç gelecekle ilgili tahmin ve öngörülere girmeye bile gerek kalmadan, bugünkü durumumuz açısından bile baksak; vak’a bundan farklı değil. Yani bugün geldiğimiz bilgi seviyemizle; bugün, düne göre çok daha fazla şey biliyoruz. Yanıtını bulduğumuz sorular, düne göre çok daha fazla arttı. Fakat önümüze çıkan yeni sorular, cevaplarımızdan çok daha fazla arttı ve artmaya da devam ediyor. Bugün sahip olduğumuz soru sayısı ve çözmemiz gereken meseleler, geçmiştekilerden çok daha fazla sayı ve fazla çeşitte.
Bu sebepten bence: “Madde ve enerjinin mahiyeti nedir?, Zekâ ve bilincin, gerçeklikle ilişkisi nasıldır?, Benlik, bilinç ve hafızanın, beyinle ilişkisi nedir?, Yenilenerek, devamlı genç kalma ve ölümsüzlük kodu nedir ve DNA’mıza nasıl programlarız?, Quantum ile Relâtivite’yi nasıl birleştirip; quantum–kütleçekim teorisini kurabiliriz?, Uzay–zamanın, yazılım/kaynak kodu nedir?, Bilgisayar ekranındaki pikseller ve yenileme hızı gibi; Planck Uzunluk ve Zamanı da, evrenimizin çözünürlük ve yenileme [yaratılış / 0 – 1 / var(ediliş) – yok(ediliş)] hız ve frekansı mı oluyor?” gibi soruların cevabını araştırmaktan önce; yani Rabbimiz’in eser ve fiil ve yaratma biçimlerini araştırmaktan önce; “Rabbimiz bizi ve bu varlığı, ne maksadla yaratmıştır?, Bu varlık ve faâliyetlerinin, anlam ve tercümesi nedir?” gibi soruların cevabını aramalı ve bulmalıyız.
Bu tür “manâ sorularının” cevaplarının bulunması ve bu cevapların, “akıl ve deney, gözlem ve ölçüm” gibi yöntemlerle doğrulama – yanlışlamalarının yapılması ve son aşama olarakta, “vahiy”den de kontrol ve te’yid, tasdik ve onay alınması; “madde ve mahiyet soruları”nın cevabının araştırılmasından, çok daha önemli!
Çünkü: İstatistikî olarak; dünyada, çeşitli sebeplerle her saat ölen 8 bin insan ve her gün ölen 192 bin insanın vakti yok/tu! Yaklaşık olarak verdiğimiz bu ölüm sayılarına göre; nisbeten sınırlı sayıda olan, örneğin “kanser”e ilâç ve tedavi bulmaktan, çok daha önemli ve acil cevap ve çözüm bekleyen sorular bu “manâ soruları.”
Çünkü hayatımıza anlam ve amaç, davranışlarımıza ahlâk ve değer katacak konular, bunlar. Çünkü: Bugünden haz alabilmek ve mutlu olabilmek için; hayat ve algımızdan iterek, unutmayı tercih ettiğimiz “ölüm / öleceğimiz” acı ve soğuk hakikâtine, ışık ve çözüm sunacak konular bunlar.
Çünkü: Bu dünyada, oynadığımız tüm oyun ve rollerin finali “ölüm” gibi trajik bir sonla bitiyor! Yani: Son teknoloji ışınlamayla Mars’a da gitsek, oradan yazlık alıp, tatillerimizi oradaki yerçekimsiz ortamda, “uzay sörfü” yaparakta geçirsek; geçici bir mutluluk ve hazdan başka bir anlamı yok!
Veya: Kafa veya beyin nakliyle veya benlik/bilincimizi, dijitalize edip, türlü bedenlere kopyalama ve ışık hızında göndermekle, çeşitli vücut ve yaşam formlarını tecrübe edip; hem bu yolla, çeşitli mekânlara çok hızlı seyahâtler de gerçekleştirsek, bizi tatmin etmez…
Cennet’te yaşamak için, Sonsuz Cennet’e göre dizayn edilmiş ve Rabbine muhatab olabilecek kabiliyet ve potansiyelde yaratılmış “insan”ı, bu hayatın tatmin edip – doyurmasını beklemek, fazla iyimserlik olur.
Konumuza dönersek: Bu dünyada insan, Rabbini inkâr edebilir ve eder; fakat “öleceği” gerçeğini inkâr etmek mümkün değil. İnkâr edemediğimiz bu gerçeğe karşı, “unutmak” şıkkını tercih etmemiz ve böylece hayat ve bilincimizden dışlayarak, şuuraltımıza itmemiz; bizim şimdi’mize, geçici ve bulanık bir rahatlık verebilir; fakat bu “çözüm” olmaz; sadece problemi çözmeyi reddetmek ve görmezden gelmek olur. Halbuki “ölüm” problemine vereceğimiz tepki ve cevap, bu olmamalı.
Elhasıl: “Madde / Manâ-yı ismî” sorularına göre; “Manâ / Manâ-yı harfî” sorularının cevabının bulunmasıdır, asıl önemli ve öncelikli olan. Hem de, bugün dünyada yaşayan, istisnasız her kişiye faydası olan. Tüm insanlık için, “geleceği kesin olmayan yarın” ve “geleceği kesin olan ölüme” ışık tutan; yani hem dünya ve hem de ahiretimize; hem bugün ve hem de yarınımıza; pratik ve direkt faydalı olan soru – cevaplar, bunlar.
Hem farkında değiliz ama; “çevre sorunu” diye yanlış bir isimlendirme yaptığımız “ekoloji problemleri”nin; “çevre” değil, “merkez” problemi olduğunu; yani “bizim” problemimiz olduğunu, yani “insan davranışı” problemi olduğunu da belki buradan anlayabiliriz. Evet, kirlenme ve bozulma, önce içeri/mizden başlayıp, sonra dışarı/dışımıza yayılıyor…
Hem bu “Manâ / Manâ-yı harfî” sorularıyla; gideceğimiz “asılvatan”a, niçin “anavatan” kadar bile kıymet vermediğimizi de, belki buradan çözebiliriz. Daha bunun gibi; çağımızın “depresyon, tatminsizlik, anlamsızlık, kitlesel katliâm ve savaşlar” gibi çoğu problemin; işte bu “manâ soruları”nın askıya alınması ve “madde soruları”nın ön plâna çıkartılmasından kaynaklandığını görebiliriz… Evet dünya ve içindeki ziynet, altın’a herkes kıymet verdiği için; bunlar, nisbî ve itibarî ve kaydî bir kıymet ve önem kazanıyor; yoksa bunların, zâtî ve özlerinden kaynaklanan bir kıymet ve değerleri yok.
Yukarıda kurduğumuz sahne ve dekor, kamera ve kadraj açısından durumumuza bakarsak; “vahiy / vahyin getirdiği bilgi”nin; insan için hayatî önemde, hava ve su kadar değerli ve önemli olduğu anlaşılır. Çünkü varlık ve insan ve hayatın kıymet ve değeri, ancak bu vahiy kanalıyla gelen bilgilerle bilinebilir ve felsefî varsayım ve tahminlerden öte, doğruluğu anlaşılabilir.
Yoksa salt aklî çıkarımlar, felsefî spekülâsyon ve bilimsel bilgi ve keşiflerle; yani “Madde / Manâ-yı ismî” sorularına cevap bulmakla, çözümlenecek veya “benim dinim hak” diye, cevapları önceden ezberletilmiş sorularla, çözümlenecek ve atlanıp – geçiştirilecek sorular değil bunlar. Doğru şıkların bize önceden söylendiği bir imtihanda; “bu soruların cevabını biliyorum” demek; çözümü bilmeden, doğru şıkkı işaretlemeye benzer ki, bunun da kendimizi kandırmaktan fazla bir farkı yok.
İnsanlığın tarih boyunca elde ettiği tüm “fen – felsefe” ve bilgi birikimi ve ulaştığı teknoloik başarı ve keşiflere göre; “vahiy ve nübüvvet”ten gelen bilginin bütün bunlardan çok daha önemli ve öncelikli ve tüm bu bilgilerden daha kıymetli ve değerli olduğunu, bence en iyi şu fıkra anlatıyor:
Bir profesör, nehrin öte tarafına geçmek için kayığa binmiş ve yolun uzunluğundan mütevellid, belki okuma – yazması bile olmayan kayıkçıyla sohbete başlamış. Kayıkçıya sorduğu: “Fizik bilir misin, kimya bilir misin, falan felsefî meseleyi bilir misin?” gibi sorularına hep “hayır” cevabını alıyormuş. Profesör, kayıkçının her “hayır” cevabında; “hayatının 10’da 1’i gitti, 5’te biri gitti; bilmem şu kadarı boşa gitti” diyormuş. Derken, nehirde kopan bir fırtına, kayığı ceviz kabuğu gibi sallamaya başlamış. Kayıkçı bakmış ki, kayık su almaya başlamış, nehre düşmek mukadder! Biraz önce kendisine acıyarak bakan profesöre dönmüş: “Beyim yüzme bilir misin?”, Profesör: “Hayır.”, Kayıkçı: “O zaman senin hayatının tamamı boşa gitti!” demiş.
İşte “vahy”in yolgöstericiliği olmadan ve rehberliğini kabul etmeden; yani sadece “akıl ve bilim ve felsefe”nin yöntem ve imkânlarıyla; yani salt beşerî çabalarla hakikâte ulaşmaya çalışanlarımız, o yüzme bilmeyen profesöre benzer. Ve hepimizin kayığı birgün batacak ve sadece yüzme bilenler kurtulacak!
Evet, “ölüm” geldiğinde, tüm üstünlük veya farklılıklarımızı, zenginlik ve ayrıcalıklarımızı eşitler ve sıfırlar! İsterseniz ölüm döşeğinde olanlara sorun: O zamana kadar okudukları okullar, kazandıkları derece ve unvan, ödüller, yazdıkları kitaplar, makale ve atıf sayıları; şimdi, ne kadar da anlamsız ve saçma, boş ve değersiz geliyor ve gelir! Bütün bunlar, biraz sonra öleceği gerçeği karşısında, hiçbir değer ve anlam ifade etmez; teselli ve mutlulukta vermez!
Elhasıl: Ölüm’ün, hayat’la birlikte tutarlı bir açıklaması yapılmadıktan sonra ve ölümle tutarlı; yani öldükten sonra da işimize yarayacak davranış ve işlerde bulunmadıktan sonra; yaşadığımız her ân, “kendimizi aldatmak” ve “ölüm’ü unutmaktan” başka bir anlam ihtiva etmiyor, etmez!
Yaşadığımız evrenin dışından, yani “sistem” dışından gelen “bilgi ve haber akışı” olan “nübüvvet ve vahy”in değerini; belki bugün, günlük meşgale ve koşuşturma ve sıkıntıların, zihnimizin band genişliğini doldurmasıyla, farketmiyor ve önemsemiyor olabiliriz. Fakat “vahyin” ne kadar temel bir ihtiyaç olduğunu, ömrümüzün bitimine yakın, yatakta sayılı gün ve dakikalarımız kaldığı zamanlarda, çok daha net anlarız ve anlayacağız. Ömrümüzün bu son demlerinde, “ölüm”ün bu arka fonunda oluşan kontrastta; “hayat” gibi, “vahyin” değeri de, netleşir ve berraklaşır…
[“Vahiy” kavramının, etimolojik veya semantik açıdan “hayat” kavramıyla ilgi ve ilişkisi de, belki bu sebeptendir. Belki “vahy”in, dünyamız ve insan zihin ve cesedine üflediği “ruh ve hayat, bilgi ve anlamdan” kaynaklı. Bu bağlam/paydada “vahiy”: Kâinatın, bilgi – işlem, emir – komuta süreci oluyor. Kâinatın hareketli ve hayattar olup, varlık ve devamı, bu tekvinî/kevnî emir – komutlarla sağlanıyor. Yani canlı – cansız herşeye, devamlı vahiylerle, yeni emirler bildiriliyor; bu kod/komutlarla, varlık yönetilip – yönlendiriliyor… “Kûl (de ki)” emriyle, kâğıt üzerinde iki boyutlu Kur’ân-ı Kerîm Kitabı vahyolunup – yazılması gibi; “kün (ol)” emriyle de çok boyutlu Kâinat Kitabına vahyedilip – yaratılıyor ve varlık, hareket ettiriliyor… Kadir-i Mutlak, Kudret Kalemiyle, Kâinat Kitabının uzay – zaman sayfalarında, Kader ve Kanunları yazıyor ve icra ediyor. Yoksa, en basit örnekle: Dünya ve diğer gezegen – yıldızların, uzay boşluğunda hareket edip, dönme ve dengede durmaları; (Rabbimiz’in bu konuda bir karar ve iradesi ve bunu fiiliyâta geçirip, yıldızları bu yönde yönetmesi olmadan;) salt tabiât ve sebepler, tesadüf ve zorunluluk, madde ve enerjiyle açıklanabilir ve izah edilir, bir tarafı yok! Fakat, isteyen; evren denklem – formül ve teorilerine, Rabbini eklemeyerek; bu ihtimâli de mümkün görüp, bunun mümkünlüğüne inanabilir. Hattâ bunun adına “olgusal ve objektif Bilimsellik, lâik ve seküler Bilim” de diyebilir; fakat hakikâtte olan “Ateist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Bilim/sellik”tir. Kâinattaki “bilgi”nin (knowledge, veri, data, info), “bilimsellik” filtresinden geçmiş hâline “bilim (science)” diyoruz biz. Neyse, konumuz bu değil.]
Hem “vahyin” kıymet ve faydası, sadece ölümden sonramız için değil; yaşadığımız bu hayatımızdaki her ân; yani “şimdi, şu ân/mekân” için de geçerli. Çünkü: Kâinattaki varlık ve işgal ettiğimiz yerin kıymet ve değer kazanması da; ancak yazılmış ve yaratılmış bir “harf” ve “âyet” olmamızla; yani daha büyük bir amaca hizmet eden, daha büyük bir plânın parçası olmamızla ve bu bütün’e işaret etmemizle mümkün olabilir ancak. Bu bilgi ve haberi de, biz “vahiy”den alıyoruz.
Aksi hâlde; bu “dünya ve hayat”, zavallı canlıların, kesilmek için mezbahâneye getirildiği bir yer olarak görünür, “salt akıl” ve “felsefenin” gözüne! Bir süre beslenip – semizlenip, vakti gelince de, kesilmek için sürüklenerek götürüldüğümüz bir mezbahâne, bir kesim yeri! “Mezar” ise; yardım çığlıklarımıza kimsenin cevap vermediği ve herkesin yalnız olarak atıldığı, karanlık bir çukur!
Evet, vahyin hava akışıyla nefes almayan insan için, “hayat” bir trajedidir. “Dünya” ise; yıldızsız bir gecede, fırtınalı bir okyanusun ortasına bırakılıp; boğulmamak için çırpındığımız bir yer! “Hayat”; zamanın geriye sayan tiktaklarıyla, yolun sonunda idam edileceği bir yolculukta, sırasının gelmesini bekleyen; bu arada yolda bulduğu birkaç şeyle oyalanarak, o kesin sonu unutmaya çalışan bir insanın trajedisi!…
Evet, ölüm’le tutarlı ve “ölüm” sorusuna ve sonrasına cevap verilmeden, yaşanmış bir hayat; çıktığı darağacı merdivenlerinde, idam edileceği gerçeğini unutarak, eline geçirdiği birkaç eşyayla avunan bir insanın durumundan farklı değil.
Halbuki ölüm, öyle varsaydığımız gibi 50 – 60 senelik uzağımızda değil; çünkü aldığımız her nefesle dirilip, hayattayız zannederken; bir sonrasında verdiğimiz nefesle, can veriyor; aldığımız nefesi iade ediyoruz zaten! Her alıp – verdiğimiz nefes; bir can çıkması; bu nefes alıp–vermeler, “dirilip–ölme” zaten! Rabbimiz’in, Hz. Âdem Âleyhisselâm’a “ruh” üfleme hâdisesi her ân gerçekleşiyor; o üflenen “nefesi” içimize çekmemizle diriliyor; bu nefesi iade etmemizle de ölüyoruz aslen. (“Ruh” kelimesinin etimolojisindeki; “nefes, soluk, rüzgâr, esinti, güzel koku” kelimelerini, buraya bağlayabiliriz.)
[Bu nefhedilen “ruh / nefes” örneğinde, “ol ve öl” birbirini izlerken; film şeridine benzeyen “zaman”ın, “bölünemeyen (ve “süre” de geçmeyen, dolayısıyle “hareketin” de mümkün olmadığı) en küçük ân”lık karelerinin, “Şimdiki ân/mekân Beyaz Perdesine” yansımasıyla da, “var ve yok”lar birbirini izliyor zaten! “Hareket”in mümkün olmadığı bu “en küçük ân/zaman/mekânlarda”; bir sonraki “ân”a kavuşmak ve fiziken yeniden yaratılmak için, “şimdiki ân/zaman/mekânımız” (ve içinde biz de dahil olmak üzere) yok edilip, bir diğeri yaratılıyor zaten! Filmin beyaz perdede oynaması veya ekrandaki piksellerin yanıp–sönmesine benzer; bu “ân’lık var – yok” (piksellerdeki 0 – 1)’leri; “varlık ve hareket” olarak algılıyoruz…
Evet, 1 saniye, hattâ “1 ân” bile, Geçmiş Zamana yolculuk yapıp – gidemediğimiz gibi; 1 ân Gelecek Zamana da gidemiyoruz; yani fizikî varlık ve hayatımız, o daracık ve küçücük ve süre geçmeyen o “1 ânlık Şimdiki Zamanda!” Zamansızlık ve Mekânsızlık’ın veya sonsuzluğun ortasına gerilmiş, nisbeten sabit bir sinema Beyaz Perdesine; Şimdiki Zaman/ân’ımız yansıyor; sonra derhal silinip, yeni bir Şimdiki Zaman/ân ve içinde biz yaratılıyor ve diriliyoruz. İşte “gerçek”le temasımız, hatta “gerçek/lik”in kendisi; bu kısacık, süre geçmeyen “ân”da!
Ne var ki hayâl ve zihin ve vehmimiz; ipe dizilmiş tesbih taneleri gibi, artarda ve kesintili gelen, her ân “var ve yok” edilen bu “geçmiş – şimdi – gelecek ân/mekânları”; uzun ve kesintisiz ve sürekli, yekpare bir “uzay ve zaman”, “varlık ve hareket” olarak algılıyor! İzlediğimiz bir filmdeki, “Şimdiki Zaman / Ân / Mekân Beyaz Perdesine” artarda gelen karelerdeki, kesiklik ve kopukluğu, hızlıca oynatılmasından farketmememiz ve algılamamaz gibi; biz de yaşadığımız ân’lar arasındaki kesintileri, yani “ânlık var – yok edilişleri”, (bir nevi, ânlık doğum – ölümlerimizi) farketmiyor, hissetmiyoruz. Hayâl ve zihin ve vehmimizin bir oyunu bu, bir de sınırlılığımızın bir sonucu! (Bizi var edip, sürekli yaratmalarla varlıkta tutmaya devam eden; böylece, varlık ve devam ve bekâmızı te’min eden Rabbimize hamdolsun.)
Burada ân’lık var – yokedilmelerle, varlık ve devamımız sağlanıyor derken; felsefî bir spekülâsyon veya tahminde bulunmuyoruz veya mikroskop ve teleskopla görünebilecek bilimsel bir keşiften bahsetmiyoruz. Biraz düşününce, herkesin farkedip – göreceği bir tespitte bulunuyoruz: 1 saniye, hattâ “1 ân” bile, Geçmiş Zamana yolculuk yapıp – gidemediğimiz gibi; 1 ân Gelecek Zamana da gidemiyoruz; yani fizikî varlık ve hayatımız, o daracık ve küçücük ve süre geçmeyen o “1 ânlık Şimdiki Zamanda!” Bulunduğumuz o kısacık “şimdiki ân/mekân”, silinip – yokediliyor; sonra içinde bizle birlikte, yeni bir “şimdiki ân/mekân” yaratılıyor. Önceki bulunduğumuz “ân”, silinip – yokolduğundan, geçmiş o “ân/mekân/olay/hareket/durumu” göremiyoruz. Yoksa ân’lar adedince Ayhan’ı, birbirine bakar bulurduk.]
Konumuza dönersek: Hayattaki acı ve sıkıntılara katlanabilmek, üstelik hafifleşmesi ve aldığımız lezzet ve mutlulukların da bozulmayıp, üstelik artması; “nübüvvet ve vahiy”den elde edeceğimiz bilgi ve haberlere bağlı ve bağımlı.
Burada, “vahy”i kabul etmeyenler veya hayatını vahye göre tanzim etmeyenlerin, mutlu olmayacağını iddia edecek değiliz. Evet, hayat ve algı, düşünce ve davranış biçimlerini, seküler ve dünyevî kodların tanzim ettiği insanlar da, bir dereceye kadar mutludur ve mutlu olabilirler. Ama “mutluluk”un arka fonunda, devamlı akan bir nehir gibi olan “huzur ve sekîne ve itmi’nan” apayrı birşey!
Aksi hâlde; “vahiy” haricinde elde edilen “mutluluk”; ancak “ölüm ve birgün bütün bunların son bulacağı ve sevdiklerimizden birgün kesin olarak ayrılacağımız” gerçeğinin unutulup – yadsınması ve o kaçınılmaz gerçeği hatırlatacak herşeyin, hayat ve bilincin dışına itilmesiyle mümkün olabilir ancak.
Yanlış bilgi ve akıl yürütme veya yorumlama ve psikolojik sâiklerle, Rabbimiz’i “inkâr etmek” mümkün ve vâkidir ama ölüm ve öleceğimiz gerçeğini inkâr etmek mümkün değil. Bu sebepten, inkârına yol bulamadığımız bu gerçeğe karşı, “unutmak” gibi, diğer kendimizi aldatma şıkkını tercih ediyoruz!… Birgün muhakkak öleceğimizi bildiğimiz hâlde, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz. Dünyada ölüm olmasaydı da, herkes ebedî yaşıyor olsaydı; acaba, şimdikinden farklı mı davranırdık, bilemiyorum…
Hem, mantık ve menfaât ve yaşam güdüsüne aykırı fiiller de içeren “ahlâk”ı; rasyonel ve mantıkî bir zemine oturtabilmekte, “vahiy”le mümkün olabilir ancak.
Evet, hayatımızdan daha fazla kıymet verdiğimiz ve gerektiğinde canımızı feda edeceğimiz; yani hayattan daha fazla kıymet verdiğimiz “değerler”in olması da; “vahiy”le anlamlı hâle gelir. Evet, mantık ve menfaatimize aykırı da olsa; hayatımızı kaybetme pahasına da olsa; “neden ahlâklı olmalı ve gerektiğinde hayatımızı feda etmeliyiz?”in cevabı; ancak “vahiy” dolayımında verilebilir.
Yukarıda demiştik ya: Aslında aldığımız her nefesle diriliyor, verdiğimiz her nefesle ölüyor; bu tik – taklarla, ölümümüze her saniye biraz daha yaklaşıyoruz ama bilincinde değiliz. Biz ise; yanlış bir algıyla, geçen her sene, ömrümüze yaş “ekliyoruz” ama gerçekte olan; ömrümüzden “eksilmesi!” Falan yaşa “girdik” diyoruz ama gerçekte olan; ömrümüzden “çıkması!” Yani, aslında tüm hayatımız, bir gerisayımdan ibaret!
Bu konuda içine doğduğumuz “din”in verdiği hazır cevaplar da; çözümü öğretilmeden, doğru şıkkı gösterilmiş, ezber bir cevabı işaretlemek sadece! Bilerek işaretlemediğimiz bu cevaplar; merak edip – sorusunu sormadan ezberletilmiş bu hazır yanıtlar; “ölüm”ü unutmaya ve sevdiklerimizin ölümünün acısını hafifleştirmeye, teselli ve hayatı dayanılabilir kılmaya yarıyor ancak. Kendi ölümümüzle yüzleştiğimiz ân gelince, bu hazır cevaplarımızın, bize ne kadar faydası olur bilemiyorum. Herşeye verdiğimiz bu hazır cevaplardır, bu öğretilmiş ezberlerdir ki; bu konularda araştırma yapmaya da, bizde bir merak ve ihtiyaç uyandırmıyor!
Aslında, hiç yorulmadan ve sorusu sorulmadan, bize önceden verilmiş hazır cevaplarla elde ettiğimiz ve sorulunca da doğru şıkkı işaretlediğimiz böyle bir “taklidî iman”, bizi dünyadaki sıkıntı ve streslerden bile kurtaracak bir içenerjiye sahip değil. Buradaki hayatımıza bile faydası olmayan böyle bir “taklidî iman”ın, öbür hayatımıza fayda verebileceği de şüpheli! Ancak acılarımızı hafifletmeye yarayan; yani pragmatik saiklerle, sadece zor zamanlarda ve ihtiyacımız olunca hatırladığımız; yani bir nevi “uyuşturucu” gibi kullandığımız bu inancımızın, öbür hayatımızda faydalı olacağı da şüpheli!
Anne – babamızın müslüman olmasından kaynaklı, içine doğduğumuz İslâm’a, bu “taklidî iman”; şimdilik kafa konforumuzu korumaya ve soru ve şüphelerin rahatsız edici duygularından bizi uzak tutmaya ve araştırma yapma zahmetinden kurtarmaya yarıyor sadece…
“Ölüm” diyorduk; evet, profesör olursun, sonra ölüm gelir ve hiçbir anlamı kalmaz. Dünyanın en zengini olursun, sana da ölüm gelir; değeri kalmaz. Şunun babası, bunun müdürü, onun evlâdıymışsın… ve “ölüm” gelir; perde kapanır, ışıklar söner, tüm roller biter! Farkı, sadece büyüklüğü olan; doğduğumuz günkünden daha büyük bir “kundak”la (kefenle) çıkarız dünyadan!
İşte, bu dünyada tüm yapıp – etme ve başarı – başarısızlıklarımızın neticesi “ölüm” olduğu için; bence “Madde ve eşyanın hakikâti nedir?, Bilincin mahiyeti ve gerçeklikle ilişkisi nedir?, Uzayda hayat var mıdır?” gibi sorulardan önce; “Ölüm nedir, ölümden sonra hayat var mıdır, ölümün hakikâti nedir?” sorularının cevabını aramalı insan.
Çünkü “ölüm”ün varlığı ve birgün öleceğimiz konusunda, kimsenin şüphesi yok ve olamaz. Hem bir ucu doğum, diğer ucu ölümle noktalanan ve adına “hayat” denen uzun cümlenin anlam ve değeri de; “ölüm”le noktalanmış cümlenin içerisinde tamamlanmış ve ifade edilmiş olur. Hayatın anlamını çözmek ve gerçek huzura kavuşmanın anahtarı da, işte bu “ölüm”ün içerisinde gizli. Aksi hâlde, tüm mutluluklarımız, yaralı; herşey, fenâ (fâni) ile damgalı!
Az önce demiştik ya: Felsefe ve Bilim’in nazarında; dünyadaki tüm canlılar, kesilmek için mezbahaneye getirilen ve yalvarma ve çığlıklarına aldırış edilmeden, kesilen zavallılarız! Felsefe ve Bilim’in, gözleyip – ölçtüğü durum bu!
Bu sebepten: Eğer birgün olursa; Bilim’in: “Uzayda hayat var!” haberinden çok daha önemli; Nübüvvet/Vahyin: “Ölümden sonra hayat var. Hem de sonsuz ve ebedî!” haberi! Bu müjdeli haber, 60 sene idamını bekleyen bir insanın, tam idam olacakken, affedilmesinden çok daha mutlu edebilecek bir haber. Bu arada, burada idama mahkûm olan insan, biz oluyoruz! Tek farkı; ne zaman idam edileceğimizi bilmiyoruz!
İşte “vahiy” diyor: “Ölüm’e çare var; yani ölünce ölmeyeceksiniz, ölümsüz bir hayata kavuşacaksınız!” Peki istisnasız herkesi ilgilendiren ve herkesin en önemli meselesi olan bu habere karşı, niçin tepkisiz ve niçin sevinmiyoruz!? Hergün gazete başlıklarının sürmanşet haberi ve TV programlarının birinci gündem maddesi, aslında hep bu haber olmalı ve diğer haberler de, bu anahaberin gölgesi ve rengi altında verilmeli değil mi!?
Biraz önce gerçekleşen bir bombardımanda, elinde bebeğinin kanlı, parçalanmış cesedini tutup, ağlayan bir anneye, Vahiy/Nübüvvet’ten gelen: “Bebeğin ölmedi, başka bir dünyaya gitti, orada yaşıyor; asıl sahibi ona daha iyi bakıyor; birgün sen de kavuşacaksın yavruna, hem de ayrılmamak üzere!” haberinden, (tüm dünya ona verilse bile) daha mutlu edecek bir haber var mıdır acaba!?
Vahiyden gelen bilginin önem ve değeri için, bu uç örneği vermek bile gereksiz; çünkü birgün muhakkak ölecek ve ölmeden önce de, anne – babası gibi, bazı sevdiklerini kaybetmeye yazgılı, herkes için değerli bir haber bu!
Bu sebepten, uçlara gitmeden, herkes için geçerli, şu örneği de vermek gerekiyor: Hastahanedeki morgun kapısında, biraz önce ölen anne – baba veya eşinin henüz solmamış cesedine bakıp, onunla yaşadıklarını tahattur eden birisini; bu haberden, daha fazla mutlu edebilecek bir haber var mıdır!?