“Var(lık)” ve “hareket”i dediğimiz şey; “ânlık var – yok”edilişlerdir sadece! (1)

deniz2

Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Önceki haftalardaki yazılarımızda İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarını kurmakla ilgili olarak; mes’elâ “Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz” isimli Yazımızda “… Bu tür soruların yanlışını gidermeden, doğru cevabı verilemez” demiş, sonra “… Bilimsel Bilim’in; ışığın hem ‘dalga’ hem de ‘parça’ gibi davrandığı düalite sorunları ve bunu aşmak için mevcut teorilere eklemlenen yeni teori ve bilinmeyenler; yani teoriyi teoriyle yamama gibi ek çözüm yolları ve diğer bulmaca çözücüler; yani sisteme yeni lego ve matematik fonksiyonlar eklemek, İslâmî Bilim’de hiç gerekmeyebilir. Belki bunun için sadece varlıktaki ‘hareket’in ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğini kavramakla işe başlanabilir. Yani evrende ‘hareket (yer değiştirme)’ ismi verdiğimiz süreç belki; fiziksel olarak sadece ‘bir ân / mekân’a sıkışmış somut vücudu bulunan, yani geçmiş ve gelecek diğer ân / mekânlarda mevcut ol(a)mayan eşyanın, (şimdiki ân / mekâna benzeyen sinema perdesindeki hareketli görüntüler veya ekrandaki piksellerin yanıp sönmesiyle, hareket eder algıladığımız görüntüler gibi) ‘ân be ân yaratılış – yokedilişleridir’ ki, biz bunu ‘hareket’ olarak algılıyoruz!… Ân’lık yaratılış – yokoluşların sür’âtli hızını algılayamayışımız veya biz de o ân kâinatla senkronize yokluk aşamasına geçtiğimiz için eşyanın yok’luğuna şahit olamayışımız; bizde varlık ve hareketinde kesintisiz bir süreklilik, mesafeler arasında noktasal bir sonsuzluk varmış algı ve inancı doğurmakta! Hatta evrendeki eşya eşzamanlı var – yoklar yaşamıyorsa, belki bazılarının yokluğuna şahit oluyor ve bunu ‘dalga’ olarak isimlendiriyor olabiliriz!” demiştik. Buradan devam edelim.

“Hareket – hız – zaman ve uzay (mekân)”; bu kavramlar birbirine göre tanımlanıp, ta’rif ediliyor. Peki bunları birbirine bağlamadan tanımlamak mümkün mü? Mes’elâ bu kavram ve ayrımları cümle içinde kullanmadan “zaman”ı ta’rif etmek mümkün mü? Örneğin “hareket”ten bağımsız ve ayrı olarak, yani tek başına “zaman”ı izah edebilir miyiz?

Bu sorularla, asıl gelmek istediğim soru şu: Neden kaynaklarda “zaman”ın tanımı genelde, “hareket ve yer değiştirme”nin tanımıyla aynı? Zaman’ın zıttı olmadığı veya zıttını bilmediğimiz için mi; yani zihnen ve hayâlen veya fiziken zaman’ın dışına çıkamadığımız için mi; “zamansız hareket” veya “hareketsiz zaman”ı bil(e)miyor veya tasavvur edemiyoruz? Yoksa mahlûkat için zaman’sız (süresiz) “hareket” mümkün değil mi?

Peki “hareket” nedir? Mahiyet, hüviyet ve özellikleri ne(ler)dir? Gerçekte “hareket” diye somut veya soyut bir süreç var mı; yoksa eşyayı algılayış biçimimize verdiğimiz bir isim mi bu? Diğer soru: “Hareket’in hızı”, madde ve enerjinin fazını belirliyor ve kütlesini değiştiriyor, neden? Soruları çoğaltabiliriz.

 Albert Einstein uzay – zaman – hız – kütle – çekim gibi şeyler arasındaki bağlantı ve nisbî değişimleri çözerek, bunu formül ve denklemlerle izah etmiş. Denklemlerinin çoğu öngörü ve sonuçları, daha sonraları yapılan gözlem ve deneylerle de doğrulanmış. Böylece bu “mümkünât âleminde” uzay ve zaman’ın da mutlak ve sabit olmadığını göstermiş. Gerçi onun yerine ışık hızının sabitliği ve ışık hızı duvarını koymuş ama olsun, bu kadar kusur kadı kızında da olur! Gerçi birşeyleri sabit ve nisbeten mutlak kabul etmeden, referans alabileceğin sabit bir gözlem ve ölçüm noktası seçmeden; üzerine temellendirebileceğin herhangi bir düşünsel sistem ve teori kurmak zor…

Sizi bilmem ama ben Einstein’ın Relâtivite (İzafiyet) Teorisini okuyunca aldatılıyormuşum hissine kapılıyorum ve ince bir alay seziyorum! Teorisinde kurduğu modelde; olayları birbirine bağlaması ve nedensellemesi, bağlantılar arasındaki matematik formülasyon ve kuralları göstermesinden bahsetmiyorum. Ben rahatsız eden şey: Teorisinde kurduğu evren modelinde kullandığı anahtar kavram ve formüllerinde geçen kilit birimlerin tanım ve ta’riflerini yapmaması! Veya “zaman nedir?” sorusuna; “saatlerimizin ölçtüğü şeydir” cevabıyla, sanki bizle dalga geçmesi! “Ses nedir?” sorusuna; “kulağımızın duyduğu şeydir” der gibi! Totoloji, demagoji ve istihza kokan bu cevabıyla; sanki bizimle dalga geçiyormuş hissine kapılıyorum! “Zaman nedir?” derken, biz de zaten saatlerimizin ölçtüğü şeyin mahiyet ve keyfiyetini soruyoruz! Terazimizin tarttığı birşeyi sormadığımızın farkındayız yani! Elhasıl, anlam sorularımıza cevap vermemesi veya bu tür istihzaî cevaplarıyla; mahiyet ve hüviyet sorularının arkasından dolanması rahatsız ediyor beni.

Teorisinde, kütlelerin birbirine çekmesini “kütleçekim”in varlığına delil saymamış; bunun yerine teorisine “uzay – zaman” diye yeni bir kavram ve bunun “eğilmesi – bükülmesi – çökmesi” diye ayrı bir mekanizma eklemiş. Fiziğe bu yeni bulmaca çözücüleri hediye ederek; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedenininin “çekim kuvveti” değil de, “geometri”; yani “uzay – zaman coğrafyası” olduğu sonucuna varmış! Kauçuk yatak üzerindeki ağır topların yatakta çökme, çukur ve tümsekler meydana getirmesi gibi; evrendeki büyük gök cisimleri de bu uzay – zaman örgüsünde farklı çökmeler meydana getirmekte, nisbeten küçük olan diğer gök cisimleri de bu çöken bayır – yollara düşüp, orada kendi çökme ve yollarını meydana getirerek, hareket etmekte; biz de bu uzay – zaman alanında meydana gelen eğilme, bükülme ve çökmeleri göremediğimizden, gezegenlerin birbirini çektiği bir çekim kuvveti var zannetmekteyiz anlamında birşeyler söylemiş.

Yok, aldatılmışlık hissine kapılmamın asıl nedeni şu: “Uzay –zaman” ismi verip; büyük kütleli cisimlerin bunu eğip – büktüğünü söylediği ve evrendeki zamanı ve cisimlerdeki hareket ve yolları değiştirip, belirlediğini söylediği bu şey nedir? Eğilip – bükülen ne? Gezegenleri nasıl etkisi altına alabiliyor? Zamanın, gezegenlerin ve ışığın akış hızı veya yolunu nasıl olupta değiştirebiliyor? Demek istediğim: Einstein’ın “uzay – zaman” dediği; “esir”in etki ve özellikleri olmasın, “esir denizi”ne verdiği başka bir isim olmasın!?

“Michelson – Morley Deneyi esir’in olmadığını ispatlamıştır” deniliyor. Ama bu bilimadamları yanlış tanıyıp, tanımladıkları “esir”i avlamaya çalışmış olmasınlar!? Esir’in varlık ve özelliklerini yanlış veya eksik bildikleri için; bu tanımlarına uygun yanlış düzenek ve deney araçlarıyla o yanlış bildikleri esir’i avlamaya çalıştıkları için bulamamış olabilirler! Belki esir’in, deney ağlarındaki etkisini hesaba katmamış olabilirler? (Yani gözlem – ölçüm aletleri de esir’le bir biçimde etkileşimde olup, esir’le birlikte senkronize olarak akmışsa; bu durumda deney aletleriyle esir, birbirlerine göre sabit ve durağan oldukları için; esir farkedilemeyebilir.) Veya esir’in yaptıkları deney aletleriyle etkileşebileceğini, böylece onu bulabileceklerini zannettiler! Aslında Relâtivite (Görecelik) Teorisi “esir”in olmadığını söylemiyor veya varlığını reddetmiyor; sadece kavram, formül ve denklemlerinde bunu kullanmaya ihtiyaç görmüyor ve kullanmıyor o kadar! Veya dediğim gibi: “Uzay – zaman alan / örgüsü” diyerek, farkında olmadan esir’i tekrar isimlendirmiş olabilir. Veya bildiğimiz madde ve ışıkla hiçbir şekilde etkileşime girmediği için gözlenemeyen ama evrenin % 95’ini oluşturduğu (veya yayıldığı) söylenen Karanlık Madde ve Karanlık Enerji; belki esir veya esir’in bir etki ve sonucudur…

Einstein’ın “uzay – zaman eğilmesi, bükülmesi, çökmesi” diye, kütle ve uzay – zaman etkileşimleri ismiyle tasvir ettiği şey bence “esir”in kendisi ve özellikleri! Öyle ya eğilip, bükülen; koca cisimleri, hatta ışık ve zaman’ı kendisine eğdiren ne!? “Uzay – zaman Alanı” ismi vererek, bulmacaya gör(e)mediğimiz ve algıla(ya)madığımız bir parça pazıl (puzzle) daha ekleyip; “bulmacayı çözdüm” demek, bana pek inandırıcı gelmiyor!

“Uzay – zaman” ismi verdiğin bir kavramla; gör(e)mediğimiz, algıla(ya)madığımız birşey tanımla; “bu şeyin şu etki – tepki ve özellikleri vardır” de, formül – denklemlerini kur, gözlem – deneylerle de desteklensin ama bu “uzay – zaman”ın ne menem bir şey olduğundan tek bir kelime bahsetme! Senin “uzay – zaman” dediğin şeye, benim “o aslında esir”dir dememe ne mâni var!? Bu açıdan “ışık” gibi şeylerin herhangi bir ortam ve mekân ve ileticiye ihtiyaç duymadan yayılıp, yol aldığı doğru değil. Öyle olsaydı, neden eğilip – bükülsün, yolunu uzatsın ışık!? “Esir”; tuvaldir, resim değil; evrenimizin boyut – sınır ve çerçevesi; kâinatın matriks ve yapısıdır. [Yan bilgi: Relâtivite (Görelilik)’den çıkan sonuçlardan biri olan; “ışık hızında zaman durur” sözünün anlamlarından biri: “zaman’ın akış hızı, ışığın hızıyla aynıdır” demektir.]

Yeri gelmişken, Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) Mi’rac Risalesi ismiyle müsemma 31. Söz’deki “saat” örneği, Einstein’ın teorisini açıklarken verdiği temsil ve örneklerden çok daha güzel ve açıklayıcı. Üstad’ın orada verdiği misâli yazmam gerekiyor ki, ne demek istediğim anlaşılsın; hem bu örnek konumuzla da bağlantılı çünkü. İfadeler aynen şöyle:

“İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki; o saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhâlde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lazım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte zaman; çünkü harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.

İşte, bir saatte meşhudâtımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudâtı kadar olduğu ve hakikât-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat’ edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.”

“Bu kuram / kâinat modelini niçin bu kadar kötülüyor veya küçültüyorsun!?” Aslında kötülemiyor ve küçültmüyorum; yerine oturtuyorum, olanı söylüyorum! Fakat bu teori ve bazı yönleri o kadar abartılmış ve yüceltilmiş ki; onun eksik veya yanlışlarından bahseden her yazı, ne yazık ki “teoriyi kötüleme ve küçültme” olarak algılanıyor! Hayır burada maksadım kimseyi alçaltmak veya kötülemek değil. Daha doğrusu; Relâtivite’yi o kadar yükseğe çıkarttınız ki; dev aynasını kırıp, gerçek seviyesini göstermek; onu alçaltmak ve küçültmek olarak görülüyor! Hepsi bu! Hep iyi yönleri anlatılıp, hep doğru tespitlerine zum (zoom) yapıldığı için; eksik – yanlışlarından bahsettiğimizde tuhaf görünüyor! Yazılanlarda hakaret olmadığı hâlde; kötüleme var zannedilip, buradan niyet okuma yapılıp, bir de artniyet aranıyor! Hatta birkaç cümlemizden (değme psikiyatristlere taş çıkartırcasına), psikiyatrik analizler bile yapılabiliyor!

Neyse asıl konumuz Einstein’ın teorisi değil zaten. Gideceğimiz yere giden yol, bu patikadan geçtiği için, bu tâlî yolda biraz konakladık sadece. Mola bitti, anayola çıkıp, artık asıl konumuza başlayabiliriz.

Şimdi size her zaman yaşadığımız, yani her ân içinde bulunduğumuz için, ülfet ve aşinalık ve alışkanlık saikasıyla farkında ol(a)madığımız; fark ve bilincinde olursak hayata bakışımızın değişeceği bir gerçekten bahsedeceğim! İstisnasız herkesin yaşadığı bir durum olduğu için delil – ispata da ihtiyaç olmayan, her ân yaşadığımız bir süreçten bahsedeceğim! Üstelik bu süreci, zaman programına kayıtlı canlı – cansız tüm varlıklar yaşıyor! “Bahsedeceğim” derken, ben de bunu “kâinat bir ân var, bir ân yok ediliyor” diyen kendi İslâmî kaynaklarımızda okudum; fakat bu gerçeği çıplak gözle görme ve fark etmemi Risale-i Nur sağladı.

O gerçek şu: Kâinat ve içindekilerin varlık, mevcudiyet, devam, istikrar, hareket ve sabitliği; bir “an” var, bir “an” yok edilme süreciyle vuku buluyor! Fakat bu kesintili “an”lık var – yok edilmeler (hızlı geçen film kareleri gibi) algılayamayacağımız kadar hızlı olmasından veya bizim de tüm eşya ile “aynı an”da var ve yok edilmemizden dolayı; bu süreci ve bu sürecin hızını algılayamıyoruz ve var olmamız ile yok olmamız arasında geçen süreyi de bil(e)miyoruz!

Yani “hareket”; nefsü’l emirde / realitede / gerçekte, dışarıda varlığı bizzat mevcut olan bir varlık değil; bir “algı”dır. Tıpkı, 1 metrelik sinema / TV perdesinde; uzun zemin ve zamanda kilometrelerce koşan, hareket eden insanlar algılamamız gibi! Yani gerçekte “olan”la (ontoloji); bizim bu “olan’ı algılamamız” (epistomoloji), bize yansıması arasında fark var. Yani gerçekte; nesneler, olaylar ve bizim fizikî varlığımız ve hareketimizin; kesintisiz ve sürekli (yani en küçük parçalarına sonsuza kadar bölünebilir) bir “varlık / vücud / mevcudiyet”i yok!

Bilmiyorum benim anladığım manayı mı kastederek söylemiş; Ilya Prigogine’nin “Zaman, devamlı yaratılıştır” diyerek bu konuya parmak basması gibi; bir çok maddîyat uzmanı bilimadamı ve manevîyat uzmanı alim, evliyanın eserinde bu konu geçmektedir. Fakat bu sözlerin halâ hakkıyla anlaşılamadığı ve sonuçlarının ne olabileceğinin tartışılmadığını düşünüyorum.

Mes’elâ: Herşeyin varlık ve hareketi, her ân var – yok edilmeler suretiyle sağlanıyor ise; varlıklar arası etkileşim ve ilişki ve neden – sonuç paradigmasının revize ve rehabilite edilmesi gerekmekte! “Hız, zaman” gibi kavramların yeniden tanımlanması gerekmekte!…

Bir de düşünsenize: Ân’lık var – yok olmalar diğer eşya ile aynı ânda değilse; mes’elâ benim var edilme ân’ımda, karşımdaki duvar da yok edilme ân’ındaysa; o sırada duvarın bulunduğu yerden (uzay / mekândan) geçsem; olay ân’lık olduğu için, duvarın içinden geçmiş veya diğer tarafa ışınlanmış gibi görüneceğim!

Bir de şu soru var: Ân’lık var – yok edilmeler, ânlık mı? Yani Rabbimiz tüm kâinat ve içindekileri aynı ân’da yok ettikten sonra; diyelim 1000 yıl geçtikten sonra, diğer ân’ımızı (ve bizi) yaratıp, varlık aşamasına geçiriyor da olabilir! Yok edilme ile var edilmemiz arasındaki süreyi de bilmiyoruz yani! Belki o yok’luk esnasında; bizimle aynı ân (eşzamanda) yok edilmeyen “melek” gibi bazı varlıklar 1000 sene – 50000 senelik mesafeleri kat edip, bir sürü işler yapıyorlar! Biz tekrar “şimdiki zaman (ân) varlık sahnesi / beyaz perdesi”ne çıktığımızda; “1 saniye bile süre geçmemişken, bir ân’da ahiret âlemlerinden, uzak mes’afelerden, hangi süper hızla geldi dünyamıza bu varlıklar; nasıl bu kadar işi başarıyorlar aynı ânda!?” deyip, ışık hızından kat be kat hızlı bu varlıklara şaşıracağız! “Peki melek bile olmayan şu kişi, katı ve sert duvarın içinden nasıl geçiyor, yerçekiminden nasıl etkilenmiyor, niçin yaşlanmıyor!?” gibi sorularımız olacak!…

Bu evrenimizde yürürlükte olmayan bazı üst kanunlarla gerçekleştiği için, nasılını ve mekanizmasını bil(e)mediğimiz, “mu’cize ve keramet” nev’inden bu olaylara şaşırmamız normâl; fakat sanki kâinatta carî tüm fizik – kimya kurallarını biliyormuşuz gibi; “bu hâdiselerin olması mümkün değil, çünkü fizik – kimya kanunlarına aykırı; öyleyse mantıksız ve saçma” demek yanlış!

Fizikî, maddî varlık ve hareketlerimiz “ân’lık var – yokoluşlar”ımızın sonucu olduğu, delil – ispata ihtiyaç göstermeyen aşikâr bir gerçek. Çünkü “1 ân” geçmiş ve “1 ân” geleceğe gidemiyoruz ki, bunun anlamı: Fizikî vücud ve mevcudiyetimiz sadece o “şimdiki 1 ân”da demektir! Yani sadece “şimdiki zaman”da varız; önceki “şimdiki ân”ımız silinip, yok edilerek “geçmiş ân” olmuş! “Gelecek ân” ise henüz gelmemiş! Yani fizikî varlığımız, maddî vücud dairesinden çıkıp; suret ve görüntüler olarak Âlem-i Gayb’taki Daire-i İlme (İlm-i İlâhî’ye değil) geçmiş. Devamlı olarak “şimdiki ân zaman”larımız içindekilerle birlikte silinip, yok edilerek; Daire-i İlim’den gelen yeni vücud (ve hareket, tahavvülleri) giyiyor, yeni “şimdiki ân”larımızla tekrar yaratılıyoruz. Tabir-i caizse; asıl ömrümüz bulunduğumuz ân ve mekân!

Buna göre “geçmiş ân / zaman” denilen şey; yok edilmiş şimdiki ân / zaman! Ve “gelecek ân / zaman” da; Âlem-i Gayb ve Daire-i İlim’den maddî vücud elbisesi giymemiş, yaratılmamış; yani “şimdiki ân” olmamış “ân”lar demektir. Henüz varlık renkleriyle boyanıp – renklendirilmemişiz, yokuz! Yani henüz Kader’e Kudret tecelli edip, Kaza etmemiş; Daire-i İlim’deki varlıklara “ol” emriyle vücud rengi vermemiş.

Gelecek zamandaki ân’ların yaratılıp, şimdi’mize gelmesi için veya bizim gelecek ân’larımızın yaratılıp şimdi’miz olması için; hâlihazırdaki “şimdi levha / ân’ımız bizimle birlikte silinip, yok ediliyor; fakat bilgisi yok edilmeyip, hafızamızda saklı. (Biraz önce sandalyede oturuyordum, şimdi kalktım, oturmuyorum; sandalyede oturan Ayhan silinip, yokedildi; yokedilmemiş olsaydı 2 Ayhan’ın birbirine bakması gerekirdi!) Ki bu bilinç, hafıza ve unutmama sayesinde “zaman” denilen varlık ve sürecin farkına varabiliyoruz. Seslerin varlığını kulağımızla ve eşyanın varlığını göz ve ışıkla farkedip bilebilmemiz gibi; “zaman”ı da hafıza ve şuurumuzla farkedip, bilebiliyor ve ayırdına varıp, isim veriyoruz. Yoksa “zaman” denilen şey, haricî vücud / mevcudiyeti olmayan, yani zihnimizin uydurduğu salt zihnî bir kavram değil, sürece verdiği vehmî bir isim de değil. Zaman; boş bir sayfa ve levha ve Âlem-i Emir’den bir kanundur ki; eşya ve hâdiselerin ve oradan da hakaik-ı nisbîyenin icad ve izharına medar oluyor.

Yaratılmış olan her mahlûk; varlık ve devam ve hareketi için bir zaman, yani süreye muhtaç. Bu açıdan, her hareket bir süreye muhtaç. Hani “başımı kaşıyacak vaktim yok” deriz ya, bunun gibi… Hareket mi zaman / süreye, yoksa süre mi harekete muhtaç? Bu sorunun cevabı da, referans aldığımız evren / boyutlara göre değişebilir. Bizim bu yazımız, yaşadığımız bu evrenden Rabbimiz’in bildirdiği diğer evrenlere baktığımızda ve bizim koordinatlarımızdaki ışık hızı altı sür’âtler için geçerli. Bu boyutumuz için anlatmak istediğim: Çekilen ânlık bir fotoğraf karesinde olduğu gibi; gerçek evrende de ân’da hareket yok! Hareket; “şimdiki an beyaz perdesi”nde yaratılma ve yok edilmelerle sağlanıyor!

Matematik’te doğru’nun “nokta”lardan oluştuğunu varsaymamız gibi ve realitede (reel kâinatta) uzay (mekân)’ı oluşturan “esir” nev’inden ana zerre / noktaların olması gerektiği gibi; “zaman” da “ân’lık noktalar”ın toplamına verilen isim. Zaman, ân’ların toplamı yani.

Bu evrenimizi referans alıp, bu boyutumuzdan bakınca; evrende hakikî var ve mevcud olan; nefes alıp verebildiğimiz ve kendi somut vücudumuza dokunduğumuz fizikî mevcudiyetimiz sadece “şimdiki ân”da ve şimdiki ân’da kapladığımız “mekân”da. Yani “bu ân – mekân”da!

Haftaya bu konuya devam edelim inşâallah.

Share

Yorum ekleyebilirsiniz...