Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz; fakat son iki yazımızın konusu olan “Hareket, ân(lık) var – yokedilişlerle gerçekleşiyor” yazımızın sonuç yazısını maddeler hâlinde aşağıya yazıp, bu konuyu kapatmış olalım.
1) Zaman ve mekânla kayıtlı maddî (fiziksel) vücudumuzun aynı ân’da farklı 2 mekânda olamaması veya aynı mekânda farklı 2 ân’da olamaması normâl. Çünkü ân ve mekân ve içinde olan biz; ân be ân tekrar yaratılıp yokedilmesiyle, tek kopye olarak gerçekleşiyor. Bu sebepten, diğer geçmiş veya gelecek ân / zaman / mekânlara gidebilmemiz; bağlı bulunduğumuz zaman / ân / mekândan kopmak (Mi’rac gibi), çıkmak veya yok edilip, silinmekle (İsra gibi) mümkün olabilir.
2) Evrenimizde herkesin paylaştığı ortak ve evrensel bir “şimdiki ân / zaman” beyaz perde (veya monitörü) yok; çünkü aynı uzay / mekânda 2 maddî varlık olamayacağı için (en fazla yanyana veya içiçe durabilirler); aynı şimdiki ân’ı da paylaşamazlar. Paylaşamayacakları için, kendileriyle diğeriyle iletişim ve haberleşme; ses, ışık, koku vs. kanallarla, yani aralarında bilgi ve enformasyon belli bir süre / mekân katederek ulaşabilir. 2 nesne arasında bir uzaklık ve mesafe olması, yani uzayda ayrı hacim / mekânları kaplamaları; farklı şimdiki zaman / ân’da olmalarını doğurmakta. Aralarındaki zaman mesafesini azaltmak için, aralarındaki mekân uzaklık / mesafesini küçültmeleri (yani birbirlerine yaklaşmaları) gerekmekte; fakat yanyana gelseler bile aynı ân / zamanı paylaşamazlar; gene ufak bir zaman ve mekân aralık / uzaklığı kalır; çünkü 2 nesne aynı ân ve mekânda bulunamaz; yani uzay – zamanda farklı konum ve zamanda bulunurlar.
Bu “şimdiki ân / zaman”ın göreceli ve izafî olması, geçmiş – gelecek ayrımının da değişken olmasına sebep olmakta. Örneğin: Güneş’in ışığı dünyamıza ortalama 7 – 8 dakikada ulaştığı bilgisini unutmadan; güneşin yanında yakınında olan birisi güneşin söndüğünü görse, biz bunu o şahıstan 7 – 8 dakika sonra güneşin ışığı gelmediğinde görebileceğiz. Güneşin yanındaki şahıs, kendi şimdi / şu ân / şuradasında (mes’elâ saat 03:00’te) güneşin söndüğünü gördüğü zamanda; biz dünyadakiler aynı saat 03:00 şimdi / şu ân / şuradamızda güneşin sönmeyip, halâ ışıdığını göreceğiz. Veya göğe baktığımızda, biz yıldızların bilmem kaç bin – milyon yıl önceki geçmişlerini seyrediyoruz; halbuki o gördüğümüz yıldızın yeri çoktan değişmiştir veya sönmüş bile olabilir. Bunun sebebi; o yıldızdan yola çıkan ışık / görüntünün, daha dünyamıza şimdi ulaşmasından kaynaklanmakta. Yani biz aslında göğe baktığımızda, göğün geçmişini seyrediyoruz!
3) “Hareket” dediğimiz şey; “an”lık var ve yok edilişlerin (biz de yok edildiğimizden veya var – yokların farkedemeyeceğimiz kadar hızlı ve sürekli olmasından kaynaklanan) bir “algı” ve bizim bu algıya verdiğimiz bir “isim”dir.
Nasıl ki yanyana dizilmiş lambalardan birisinin sönmesinin ardından, yanındaki diğeri yanar ve bu süreç böyle devam ettiği takdirde; biz hareket eden tek bir ışık noktacığı algılarız. Bilgisayar ekranındaki ışıklandırılmış piksel noktasının hareket ettiğini algılamamız da böyledir. İşte kâinatta gözlediğimiz “hareket”te, aynı bilgisayar ekranındaki hareket gibi gerçekleşmektedir. Yani gerçek evrenimizde de “hareket”; ekrandaki hareketin simülâsyonuyla aynı olup; kâinatta da “ân”lık yaratılma – yok edilmeler, yazılıp – silinmelerle; “varlık” ve “hareket”i, “uzay ve zaman”ı yaratılmaktadır. Olan aynen bu, mecazî birşeyden bahsetmiyoruz yani. Çünkü her iki tür harekette, aynı mekanizmayla gerçekleşiyor; beyaz perde ve ekrandaki varlık ve hareket’inin yaratılması için ne gerekiyorsa; kâinat / reel evrenimizde / reâlite de aynı mekanizmayla (yani devamlı var – yoklarla) varlık ve hareket’i gerçekleşiyor!
Piksellerin yanıp sönmesi; beyaz perdede film karelerinin hızlıca gidip – yerine yenilerinin gelmesi gibi; evrenimizde de varlık ve hareket, uzay ve zaman, devamlılık ve süreklilik (Kayyumiyet Hakikâti) böyle sağlanıyor. Yani monitörün içindeki şeylerin hareketi ile elimizle taşıdığımız monitörün hareket’leri aynı mekanizmayla (yaratılıp – yokedilmelerle) oluyor. Nesnede, reelde, ontolojik olarak olan bu! Epistomolojik olarak biz varlık – yoklukları, artarda yazılıp – silinmeleri görmeyip, farkedemediğimizden; sürekli ve kesiksiz / kesintisiz bir hareket varmış algılıyoruz. Varlık ve hareketi’nin ve uzay ve zamanı’nın istikrar ve işlerliği; böyle ân’lık var – yokedilmelerle sağlanıyor.
4) Bir sayfadaki yazılı şeyler silinmeden, o sayfaya yeni şeyler yazılamayacağı gibi veya bir resim karesine ancak tek “ân”lık resim çekilebileceği gibi; kâinatta da “ân”lık yaratma – yok etmeler olmadan; yeni olay, nesne, enerji ve hareketler vücut bulamaz. “Bir an”ın resmi olan fotoğraf karesinde “hareket” olmayışının sebebi budur. (İki aynı cins “şey”in, aynı an – mekânda bulunamayışının sebebi de budur.) Buna diğer bir örnek; sinemada “şimdiki an”ın benzeri olan beyaz perdedeki olay – nesnelerin silinmesi ile yeni olay – nesnelerin gelmesine, oluşumuna zemin – zaman (mekan – ân) açılmış olmasıdır…
Zaten fiziki vücudumuz ve benliğimiz aynı ânda bir’den çok yerde — mantıksal olarak — olamayacağı için; şimdiki ân’da vücudumuz yok edilip, geçmiş olmalı ki, yeni gelen şimdiki zaman’da tekrar yaratılsın, yeni şimdi yaratılan mekânda olabilelim… Zaten “hareket” (en temel ve kapsamda), yer değiştirme demektir. “Yerdeğiştirme” denilen şey de; eski ân / mekânda yok edilme, yeni ân / mekânda yaratılmayı zorunda kılar. Çünkü aynı ân’da, farklı mekân ve farklı mekânlarda, aynı ân’da olamayız.
5) Quantum düzeyinde mikro kâinatta farkedilen, ancak makro mâinatta, — içinde biz de olduğumuz / bizi de kapsadığı için farkedemediğimiz — bu “an”lık yaratma – yok edilmeler, mikro kâinatta devamlı gözlemlenebilen, olağan olaylardır. Belki “dalga – parça” ikiliği ve “enerji – madde” eşitliğinin bir sebebi de budur. Zaten mikroda olan var – yoklar, mantıken makroda da oluyor demektir; fakat burada makroda bahsettiğim var – yoklar, mikroskopa (ve hızlandırıcılara) gerek kalmadan çıplak gözle görebildiğimiz ve yaşayarak bizzat şahit olduğumuz var – yoklar!
6) Sonuç olarak : “Zaman” da, “mekan,” gibi an be an yaratılıyor. Yeni “an”lık zaman – mekân yaratılmasa, fizikî vücud ve hayatımızın bulunduğu o tek “şimdiki an”ımızda (tıpkı bir fotoğraftaki resim gibi) donuk/p, kalacaktık. Yani başımızı kaşımak için yeni “ân / süre / zaman / vaktimiz” olmayacaktı!…
7) Yukarıdaki maddelere göre “kuvvet, enerji”, “etki – tepki, etkileşim / te’sir” ve “hız”ı nasıl açıklayabiliriz?, Bir koşucunun, diğerinden daha hızlı olması; hızlı olanın daha çok var – yok edildiğini mi gösterir?…
“Kuvvet, enerji, etki – tepki, te’sir ve etkileşim” diye isimlendirdiğimiz; eşyayı etkileyen ve etkilenen şeyler de; o eşyanın “zatî (kendinden / kendi içindeki / kendi tabiatındaki)” bir özellik / sıfattan kaynaklanmamakta olup; ayrıca eşya dışından Rabbimiz tarafından yaratılıp, eşya ve faâliyetlerine iktiran ettirilmekte, denk getirilip, eklenmekte ve bitiştirilmektedir…
Yaratılan varlıklar ân’lık var – yok ediliyorsa ve bu ân’lık dönüşüm / süreçler, “hareket” denilen algı veya olguyu doğuruyorsa; “güç, kuvvet, te’sir, etki ve etkileşim – etki – tepki, iletişim” varlığın kendinden ve hareketinden kaynaklanmıyor, ayrıca iktiran ettiriliyor demektir. Bu ân’lık var – yok edilişler, devamlı aynı mekân – zamanda olmuyor. Bu özellikten dolayı varlığın kendi iç (kendisini oluşturan atom, molekülün hareketi gibi) ve dışındaki (üzerinde bulunduğu dünya, galaksi, uzayın hareketi gibi) hareketi devamlı; öyle ki bu hareket olmasa varlık var olamaz ve yokluğa düşer, ayrıca diğer varlıklarla da etkileşemezdi. Bu yazılıp – silinmelerden dolayı, bir varlık aynı ân – mekânda 2 tane olamıyor; yani biri yok ediliyor, diğeri yaratılıyor… Yani eşyanın varlık ve hareketi ve yaşaması, hatta özellik ve sıfatları; Hay ve Kayyum olan Rabbimiz’in varlığı ile kaim ve daim…
8) Ya ışığın saniyedeki hızının yaklaşık 300 bin km. olması?, Veya yumruğumuzu duvara hızlı vurmak ile oluşan “te’sir / etki – tepki” neyin sonucu?… Zaman’ın ışık hızı olan (yaklaşık) 300 binde bizim için durması ve akmaması; zaman’ın akış / ve yaratılma hızının da 300 bin olduğunu gösterir.
Peki ışık hızına ulaşan varlığın zamanı akmayıp, donduğu hâlde; “hareket”i nasıl mümkün olabiliyor!? Yani bu varlığın hareketi zamansız / zamanın dışında (zaman nehrinin dışında) mı; yoksa gene zaman nehrinin içinde ama nehirle aynı hız ve yönde akan ve nehirin bağlı olduğu kurallarla bağlı bir hareket mi bu? Nehrin dışındaysa, yani “zamansız” derken, sonsuz bir hareket mi bu; yoksa bizim zaman ölçeğimizle etkileşmeyen; fakat başka hız veya yönde akan başka bir zaman nehir / ölçek / boyutuyla kayıtlı bir hareket mi bu!?
9) Buraya kadar yazılanların en genel ve temel ve ana sonucu olarak : Her “inşa (te’sis, bina ve terkip)”, aynı zamanda yeniden ve yok(luk)’tan “ibda (icad / yaratma)”dır!…
İkinci sonucu olarak : “Sebepler” de, “sonuçlar” gibi aynı ân “var”, diğer ân “yok” olma şeklinde vücud ve mevcudiyetlerini devam ettirdiklerine göre; “nedensellik, determinizm, sebep – sonuç ilişki ve illiyeti”nin yanlışlığı ortaya çıkar. Yani “nedensellik / sebep – sonuç ilişkisi” ismi verdiğimiz sürecin; zihnin bir algısı, akıp giden nesne ve olayları birbirine bağlayıp, anlamlandırmak ve şematize etmek için yaptığı bir basitleştirme ve modelleme olduğu sonucu çıkar. Çünkü dediğimiz gibi : Her yok edilen ân / mekânda tüm kâinat yokediliyor, yenisi ve biraz yer değiştirmiş olanı aynen tekrar yaratılıyor. “Hayır / şer” ve “zaman / mekân”ı, yani her varlık ve hareket ve fiilini sadece Rabbimiz yaratabilir ve yaratır; O’ndan başkası zerre kadar hareket / iş ve nesne yaratamaz, karışamaz. Faraza karışabilse, karıştırır!
10) Zerre’ye bile sahip ve malik değiliz, yani zerre’ye hâkimiyet iddia edemeyiz, emir / hükmümüzü dinletemeyiz derken, burada şunu da anlatmak istiyorum: Mes’elâ biz elimizdeki kalemi sağa – sola çevirebiliriz ama zerrelerini tek tek sağa – sola, öne – arkaya çeviremeyiz! Birbirine Rabbimiz’in bağladığı kalem zerrelerinin tamamından müteşekkil kalemi çevirebiliyoruz ancak! Kaleme sahiplik ve hâkimlik iddiası derken, aynı şekilde kalemin eskimesine de mâni olamayız, kalemin bizden veya bizim kalemden ayrılmamıza da engel olamayız!…
11) Varlık ve hareketi, içinde bulunduğu ân / mekânla birlikte ân’lık yaratılıp yokedilmesiyle; güncelleniyor. Bu güncellenme sonucu ya eskiyor veya yenileniyor; ya küçülüyor veya büyüyor. Bu âlemimizde zaman, dokunduğu herşeyi yaşlandırıyor ve eskitiyor; peki aynı zaman’ın gençleştirdiği ve eskilerini giderip, yenilediği varlıklar olabilir mi veya var mı? Canlılık ve hayat sayesinde, beden ve biyolojimiz zamanın te’sirlerine direniyor ama o da yaşlanıp, ölmekten kurtulamıyor! Fakat burada ölen ve yaşlanan bedenimiz, hayat ve ruhumuz değil; zaman, ruh’a te’sir edemiyor, ruhu idam edemiyor; çünkü ruh ve zaman kardeş. Hatta ân’lık var – yokedilmelerden ruh ve şuur ve hafızası, muaf bile olabilir.
ÖNEMLİ AÇIKLAMA: “Zaman” diye bir varlık 5 duyumuzla göremesekte var, bunu etkilerinden ve yaşadıklarımızdan biliyoruz; tıpkı “yerçekimi” ve “hava basıncı” gibi… “Hafıza, bir nesnenin bir öncek idurumunu kaydettiğinden, bu nesnenin şimdiki durumunun hafızamızdaki bir önceki durumundan farkını bilmek dolaysıyle ‘zaman’ diye bir kavram uydurmuşuz matematikteki koordinatlar gibi, yoksa hariçte öyle ‘zaman’ diye bir varlık yok” diyenler yanlıyorlar. Çünkü: Zaman’ın varlık ve te’sirlerini hafızamız sayesinde farkedip, biliyoruz diye bu “zaman” kavramını üretmiyoruz, “zaman”ı keşfediyoruz. Zaman’ı zihnimizin ürettiği, dışarıda reel ve gerçek varlığı olmayan vehmî ve soyut bir kavram olarak kabul edeceksek, aynı mantıkla; eşyanın varlığını göz, sesin varlığını kulak vasıtasıyla algılıyoruz diyerek, eşya ve sesin varlığını da inkâr etmemiz gerekir! Halbuki inkar etmiyor, bunlar var diyoruz. O hâlde “zaman” için de “var” demeliyiz.
Yani “dün ve dünde yaşadığımız olaylar” yaşandı, bitti, bugün yok, bugün yeni şeyler, olaylar var, yani geçmiş zaman var ve yaşadık ki öyle bir süre, zaman aralığından bahsedebiliyoruz. “Zaman”ın olmadığı bir dünyada “hareket”te ol(a)mazdı (en azından bu evrenimizde olamazdı); çünkü “varlık” ve “hareket”i, zaman / süre / zaman aralığına muhtaç. Zaman / süremiz olmasaydı, hareket etmeye vaktimiz olmazdı, donup kalırdık. Hatta “var”olmaya bile vaktimiz olmaz, varolmazdık!
12) “Hareket” yani bir anlamda “hız”, soyut (mücerred) birşey değil, yani bizzat yaratılmaya ve varlıkta tutulmaya muhtaç. Yani hızla çevrilen kitap sayfalarında olduğu gibi, bilgisayar monitöründeki okun (cursor) hareketinde olduğu gibi veya film şeridini çeviren motor gibi; “hareket” dediğimiz şey “zaman (müddet)” ve “yaratılış”a muhtaç, bir an var olup, diğer an yokolmaya ve tekrar yaratılmaya ve bu ardarda gelen sürece muhtaç. Şu farkla ki, Allahu Teâlâ tek sayfada yazıyor – siliyor / var ediyor – yok ediyor. Ve bu sayfa bizce tek olduğu halde halbuki o da geçen “an”lar adedince var – yok edilip, teksir ediliyor. “Zaman (müddet)” olmasa hareket olmazdı (yani hareket etmeye vaktimiz olmazdı), çünkü “hareket” var olmak için belli bir zaman aralığına muhtaç. “Hareket”te olmasa “zaman”ın akış hızını ve hatta varlığını bilemeyiz. Yani biri birisiz olmuyor, en azından bu dünyada böyle…
13) “Zaman” denilen varlık; “yerçekimi, kuvvet, enerji” güç veya kanunu gibi varlığını etkileriyle bildiğimiz ama göremediğimiz, hissedemediğimiz bir “emir / kanun / program”… Gözümüz olduğu için ışık ve aydınlık ve nesneleri görebildiğimiz ve burnumuz olduğu için kokuların varlığından haberdar olduğumuz gibi; “şuur, akıl, hafızamız sayesinde de “zaman” denilen dışımızdaki varlığın varlığından haberdar olabiliyoruz. Yoksa “zaman”, zihnimizin bir algısı, hafızamızın önceyi sonrayla kıyasından şuurumuzda oluşan soyut bir kavram değil. Yani “Hafıza ve aklımız olmasa, ‘zaman’ denilen şey olmazdı” demek doğru değil; “Bilemezdik, varlığından ve etkisinden haber / bilgimiz olmazdı” demek doğru. Dışımızda, hafıza ve aklımızdan bağımsız haricî bir mevcudiyeti var “zaman” denilen cereyan, akışın…
14) “Zaman”ı başı ve sonu birbirinden uzaklaşan düz bir çizgi yerine; başı ve sonu uzak bir gelecekte birleşecek, daha doğrusu birleşmiş bir daire şeklinde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü herşeyin “zaman / vakit / ömür / yaşam süresi”yle orantılı olarak başlangıcı ve sonu tek bir noktada birleşiyor. Yani “zaman ve mekân ve varlık ve faâliyetleri”nin kaderi / hareketi, dairesel.
“Zaman”ın bu dairesel hareketi; zaman içerisinde kayıtlı, yani zamanla etkileşen – etkilenen nesnelerin, makro ve mikrouzayda aldıkları yol ve hareket ve yaşadıkları / yaşayacakları evreler ve geçirecekleri durumlar ve kaderleri ve hatta şekillerinin de dairesel yönde olmasına sebep oluyor (“sebep oluyor” derken; hikmeten böyle bağlanmış ve kurgulanmış demek istiyorum)…
Bu denilenlere örnek olarak : Mikro ve makro uzayda zerre ve kürrelerin kendi etrafında (enfüs) ve başka şeyin etrafında (afak) dairesel olarak dönmesi ve yörüngeleri dairesel. Bu dönenlerin şekli de kabaca dairesel ve küresel. Hareket ve şekilden başka; yaşam evreleri ve kaderleri olarakta herşey yaratılış olarak bir noktadan çıkar ve sonra tekrar o noktaya döner, yani aslına rücu eder. Topraktan gelenin, gene aslı olan toprağa dönmesi gibi; doğarken dişsiz, saçsız, konuşamaz, yürüyemez, akledemez, cahil ve kambur olmamız gibi; ihtiyar olunca da o eski başlangıçtaki bebeklik halimize dönmemiz gibi veya var’ın yok, yok’un var olması gibi (an’lık var – yok oluşlar da buna dahil).
İnsan kendi hayat süresiyle, yani ona rızık olarak verilen zaman / süre / vakitle orantılı olarak bir noktadan / tohumdan doğdu ve bir noktayken büyüdü ve sonra tekrar yaşadığı zaman evrelerini geriye yaşar gibi tek noktaya doğru küçülecek ve dünyada yokken gene yok olacak ve tek nokta kalacak (acbüz zeneb); aynı şekilde büyük insan olan evren de zaman, yani kader – kaza programınca tek bir nokta / tohumun çatlaması ve açılması, büyümesi ile doğdu ve o da insan gibi kıyamet ölümüyle ölecek, insan bedeninin toprakta dağılması gibi dağılacak…
Verilen bu kısa örneklerde görüldüğü gibi dairesel zaman ve hareket, yani uzay – zamanın daireselliği zerreden, kürreye kadar geçerli bir sünnetullah. Bunun gibi an’lık var – yok oluşlar bir dairedir; günün 24 saati bir dairedir; yılın tamamı bir dairedir; her yüzyıl ve her bin yıl bir dairedir. Bizim içinde bulunduğumuz en büyük daire olan kâinatın ömrü kıyametle son bulur; tekrar diriltilir… Başlangıç ve sonuç, birbirine bağlı çünkü. Bu bağlantı noktası tek mi, yoksa 2 farklı noktanın bitişmesi mi veya “bağlantı noktası” diye isimlendirdiğimiz şey hakikâtte, uzay – zamanın dürülüp – küçültüldüğü, bir tünel / sicim / boğaz / geçit / berzah / sur borusu mu,? Bu spekülâsyona müsait çok farklı bir konu.
Adem Âleyhisselâm’ın Âlâ-yı İliyyin’den Esfel-i Safilîn olan dünyaya gönderilmesi gibi; doğan her çocukta Cennet gibi bir yerden Cennet gibi öte âlemden dünyaya ağlayarak geliyor ve gene Adem Âleyhisselâm gibi Tâlim-i Esma yaparak anadilini, eşyanın isim – nisbet – sıfatlarını öğreniyor…
Yani kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan hâdise ve kıssalar sadece geçmişte yaşanan, olmuş bitmiş tarihî hâdiseler değil; her toplum, hatta her insanın başından devamlı geçen, belki ân be ân yaşanan / yaşanacak hâdiseler! Üstad Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) 1. Ve 2. Lem’â’da anlattığı Hz. Yunus Âleyhisselâm ve Hz. Eyyub Âleyhisselâm’ın başından geçen hâdiselerin aynen bizim de başımızdan geçtiğini anlattığı âyetlerin tefsirine bu yönden de bakılabilir.
Elhasıl şekiller, suretler, kelimeler, oyuncular, dekor vs. değişse de; Sünnetullah (Âdetullah) galiba tekrar üzerine kurulu. Fakat bu tekrar bir ileri bir geri gibi bir yere götürmeyen aynı hareketin tekrarından ziyade; devamlı yürümek gibi bir yere götüren, inşa ve tesis eden tekrarlı bir hareket. Fraktal Geometri, Kaos Teorisi, Doğrusal Olmayan Denklemler de bu yönden okunabilir. Uzay ve zaman da dairesel ama helezonik yay gibi dairesel; yükselen veya inen…
Bu en küçükten – en büyüğe devam eden daireselliklerden şu anlamı rahatlıkla görebilir veya en azından tahmin edebiliriz : “Zaman”, yani “kader – kaza kanun / kurgu / programı”; devamlı bir tekrardır. Mes’elâ hergün ölüme benzeyen uykuya geçip, sabah tekrar diriliyoruz; bize hergün gelecekte yaşayacağımız ölüm – diriliş ânımızın provası yaptırılıyor! Yani hergün bize 24 saat tekrar ettiriliyor ve her 24 saat süreli zamanda yaptıklarımıza bakılıyor; sonra yaşadığımız o 24 saat çevrimini tamamlıyor, sonra helezonik olarak üst bir 24 saatlik çevrime geçiyoruz. Gerçi bu her 24 saatlik tekrarların dizilişi yanyana, üstüste olmaktadır gibi şeyler diyemeyiz ama gelişleri artarda diyebiliriz. Çünkü birinin resmi çekilip, katlanıp, rafa konarken; diğer 24 saatlik sayfa açılıyor veya biri bu evrenden yok edilirken, diğeri var ediliyor. Elhasıl ânlar, 24 saatler, yıllar, yüzyıl, binyıllar ve diğer evreler; tekrar ve var – yoklar üzerine kurulu olarak işliyor. [Bu çevrim / devinimin; 24 saat, 355–365 gün zamanlık dairesel dönüşümlere bölünmesinin de ayrı hikmet(ler)i olmalı.]
Buradan çıkan sonuçlardan birisi de şu : “Zaman”ın ileri – geri akması, gitmesi gibi cümleler yanlış değilse bile eksik, eksikliğinden ötürü insan aklında yanlış bir zaman tasviri oluşmasına sebep oluyor. Çünkü dairesel ve helezonik ve periyodik tekrarlı harekette; ileri – geri, aşağı – yukarı gibi bağlamlar anlamlarını yitirebiliyor…
15) Elektron mikroskobu ile ancak görülebilen bir kromozom içindeki DNA ipliğinin uzunluğu bazen 10 cm.’yi bulabiliyormuş. Bir hücredeki bütün DNA’lar açılıp, uçuca eklenseydi 2 metre uzunluğunda olurdu. İnsan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre olduğunu düşünürsek, toplam DNA uzunluğumuz yaklaşık 200 milyar kilometre ediyor! Vücudumuzdaki damarların uzunluğu ise yaklaşık veya ortalama 100 000 km.!
Gelmek istediğim nokta: Kilometrelerce mekân / mesafe / uzaklıkların, zerrelerin içine dürülüp, sığdırılabildiği gibi; saniyeler içerisine de yıllarca zaman sığdırılabilmesi pekalâ mümkün ve mantıklı! Yani çıplak gözle görülemeyen zerre içerisinde, bize göre 1 saniye zaman zarfında; kilometrelerce koşan, hareket eden, yıllarca yaşayan varlıkların olması gayet normâl ve mantıklı! Çünkü canlının vücudu mikrop kadar küçülünce; bulunduğu mekân da kendisiyle ters orantılı olarak kilometrelerce büyür, bununla orantılı olarak zamanı da genişler!…
Küçük olduğu için uzak görünen mikrop ve atomlarla, uzak olduğu için küçük görünen gezegen–yıldızların bize nisbet ve uzaklığı aynıdır. Birisini büyütmek için mikroskop, diğerini büyütmek için teleskop kullanırız. Atomlara ulaşmak ve dokunmak için büyüklük / boyut / mesafelerimizi milyarlarca kat küçülterek aşmak gerek; yıldızlara ulaşmak için de büyüklük / boyut / mesafelerimizi milyarlarca kat aşarak küçültmek gerek.
16) Küçücük maddî bir aynaya (yansıma ve şeffafiyet sırrıyle) göklerin sığabilmesi gibi; dünyaya da bir çok sayı ve çeşit ve büyüklükte manevî âlem sığabiliyor ve sığar. Tohuma ağacın ilmen sığması; CD’ye zaman, mekân ve eşyanın ilmen dürülüp, sığması gibi…
Dünya tohum veya ağacının; diğer misalî âlem ve zaman–mekânlara uzanan dal – budak, şeçere ve etkilerini de göremiyoruz…
17) Madde ve cesed ve kelime incelip, şeffaflaşıp, lâtifleştikçe, belki küçüldükçe mülk boyutundan uzaklaşıp, melekût ve ruh boyutuna yaklaşıyor; mülk ile melekût arasındaki mesafesi azalıyor ve şehadet ile gayb arasındaki geçirgenliği artıyor. Böylelikle kuvvet ve zaman ve hızı artarak, maddî kayıt ve sınırlılıklara daha az bağımlı hâle geliyor. “Işık” ve “ses” gibi tek birşeyken, aynı ânda birçok ayna ve havada olabiliyor veya atom bombası gibi en büyük gücü içinde saklayabiliyor veya içinden geçiren bir tünel / delik olabiliyor!…
Ve belki bu sebepten madde ve zaman’ın nüfuz edemediği, yani uzay – mekânın bölünemeyen en küçük parça / alanından (Planck Sabiti ve / veya Hilbert Uzayı gibi); yani bölünemeyen en küçük noktalarımızdan biz ve tüm mahlûkat melekût ve gayb âlemine bağlanıyor ve oradan besleniyoruz! Yani öte âlemlerle irtibat ve alış – verişlerimiz, bu her “zerre / nokta kanallarımız”la gerçekleşiyor! Belki maddî ve manevî bedenimiz, bu tünel / delikler vasıtasıyla diğer varlık ve mekânlara bağlanıyor ve diğer âlemlerle haberleşebiliyor! Hatta bu maddî – manevî bedenimiz, incelip, bu delik – tünellerden; bir ân’da diğer boyut ve evrenimiz dışına sıçrayıp, çıkabiliyor! Yani mahlûkat, kendi “iç uzayı” vasıtasıyla, diğer evren ve varlıklarla iplik iplik bağlı ve dokulu ve devamlı alış – veriş hâlinde. Birbirimize her noktamızdan bağlı ve yapışığız!…
Belki bu sebepten; yıldız gibi büyük kütleli cisimler, içine doğru çöküp, dürülüp, büzülüp, “karadelik” olunca; yani “delik” olarak isimlendirilecek kadar küçülüp, belki bu âlemi delince (yani âlem-i melekûta yaklaşıp, maddîyattan uzaklaştıkça ve zâhir ile bâtın arasındaki mesafeyi azaltınca); maddî kayıtlardan tecerrüd edip, böylece uzay – zaman muâmmalarına ve şiddetli itme – çekmelere sebep olabiliyor!…
18) Yemeğin “kendisi” mülk / şehadet / zahir / maddî / somut âlem(in)den; “lezzet ve kokusu” melekût / gayb / batın / manevî / soyut âlem(in)den; yani yemeğin kendisinde, zâtında, cüzlerinde, maddesinde o lezzet ve koku yok! Sakın deme; “tat, koku ve lezzet bir algıdır; yani algıladığımız için var, var olduğu için algılamıyoruz!” Çünkü bu mantıkla görüp – dokunduğumuz eşya da bir algı; halbuki eşyanın varlık ve hakikâtinden “algıdır” deyip, şüphe duymuyoruz! Elhasıl “lezzet, tat, koku” ve hatta “ses”; algıladığımız için var değil, var olduğu için algılıyoruz, yani bunlar sadece bir “algı” olarak var değil…
“Hareket, ân(lık) var – yokedilişlerle gerçekleşiyor” konusu belki uzun ve bazı ifadeleri tekrarlı, bazı meseleleri de bağlantısız görülebilir; fakat ileride Bilimsel Bilim – İslâmî Bilim farkına odaklandığımızda, burada yazılanlar bize lâzım olacak ve bağlanacak.
Burada yapmaya çalıştığım: “Zaman, mekân, varlık, vücud, hareket, nedensellik, madde – enerji, icad, ibda – inşa” vs. süreçlerin; gerçekten görüp algıladığımız gibi olup olmadığını anlamaya çalışmak, bunun için “varlık ve faaliyetleri”nin değişik yönlerden fotoğrafını çekmeye çalışmak. Bu mazeretimiz, yazıdaki gereksiz ifade ve tekrar kusurlarını hafifletir inşâallah.