Yanlış cevaplar olduğu gibi, yanlış sorular da vardır. Örneğin: “Evet – hayır”dan başka üçüncü veya daha fazla bir cevabı yokmuş gibi, insana “evet-hayır”dan başka şık sunmayan sorular gibi. Veya birbiriyle çelişen “ya o doğru veya bu” şeklinde ifade edilen, yani sunduğu şıklardan sadece birini seçmeye zorlayan sorular gibi. Veya kavramların tanımlanmayıp, muğlak veya eksik bırakıldığı, yanlış tanımlandığı sorular gibi. Yani insan zihnini sınırlayıp, düşünme seçeneklerini kısıtlayan, cevabı hep yönlendirdiği yerde aramaya zorlayan sorular; yanlış sorulardır. Bu tür soruların yanlışını gidermeden, doğru cevabı verilemez.
Bedî’üzzaman Said–i Nursî Hazretleri’nin (R.A.) “Medresetüz Zehra” Projesi (Medresetüzzehra’nın Ders Müfredatı) kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları Ve İslâmî Bilim’e Niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu haftaki konumuza giriş için, önceki yazılarımızda geçen bazı cümlelerimiz üzerinden hızlıca geçip, hatırlamak icab ediyor. Bu yazı o sütunlara bağlanacak. İşte o ifadelerimiz:
Rabbimiz’in fiil, faâliyet, eserlerini günümüz Bilimsel Bilim’i gibi tasvir edip, aralara sos gibi birkaç İslâmî kelime ve kavram sıkıştırıp, eklemlemek; sonunda da “İşte bütün bunları yapan ve kurup, işleten Allah’tır” demek; Bilim’in İslâmîleşmesi değildir, İslâmî Bilim hiç değildir!
Üstad Bedi’üzzaman Hazretleri’nin “Medresetüzzehra Projesi”; din ilimleriyle, fen bilimlerinin (günümüz imamhatip – ilâhiyyat okullarının yaptığı gibi) ayrı ayrı derslerde, artarda okutulması projesi de değildir! Veya bazı dergi ve kitapların yaptığı gibi; Mevcut Bilim’in bazı kavram ve ifadelerini aynen alıp, müslüman ifadelerle harmanlanması; yani Bilim’i hiyerarşide dinimizin üzerine konumlayıp; İslâm’ı, Bilimsel Bilim’e payanda ve rötuş – makyaj malzemesi yapmakta değildir!…
Bilimsel Bilim’in kendi felsefe, kavram ve sınıflandırmalarına bağlı kalarak, yeni bir Bilim anlayışı ve paradigma değişimi sağlanamaz. Yani Bilim’in “ateist – materyalist – natüralist – determinist felsefesi” ve buradan kaynaklanan “Bilimsel Yöntemi”yle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek. Bu sebepten, Bilimsel Bilim’in eksik – yanlışlarını gidermek ve revize etmek yerine; bu bilimden 180 derecelik bir bükülme ve kırılma – kopuşu ifade eden İslâmî Bilim’in kendi terminoloji, kavram ve anlam haritaları ve sınıflandırmalarının yapılması gerekmektedir ki; mevcut Bilim’in aynı eksik – yanlışlarına biz de düşmeyelim. Çünkü aynı yanlışlara biz de düşeceksek; Bilimsel Bilim’i terkedip, İslâmî Bilim’e geçmenin zaten bir anlam ve nedeni kalmaz…
Mevcut Bilim’in revize etmek yerine, içindeki data – information – veri malzemelerinden de faydalanarak, yepyeni bir Bilim Anlayış ve Yöntemi’nin kurulması şunun için de gerekli: İnsanoğlu kavramlarla düşünür, eşyayı anlamlandırır ve algılarını isimlendirir. İçine doğduğumuz toplum ve kültür ve çağ, öğrendiğimiz anadil, sonra okulda öğrendiğimiz bilimsel dil ve kavramlar, sonra medya ve sosyal çevreden edindiğimiz dil; bizi belli tren yaylarında düşünmeye, eşyayı belli kalıp ve açılardan görmeye ve belli ayrım, kavram ve paradigmalar eşliğinde hayat ve eşyayı algılayıp, anlamlandırmamıza yolaçar. Bizden önce kurulmuş olan sistemde, yaşadığımız problemlere, önceden elimize verilmiş kısıtlı veri ve malzemeler ve sistemin izin verdiği yollarla çözüm bulmaya çalışırız. Halbuki yeni çözüm yolları için, mevcut sisteme kuşbakışı bakmak ve gerektiği zaman dışına çıkıp, terketmek gerekir. Ne var ki, elimizde sistemin dışına çıkmak için bir harita ve kavram şeması yoktur! Bu durumdaki bir insan, mevcut düzenin hem mahkûmu ve hem de kurbanıdır; daha kötüsü zihnindeki zincirlerin farkında bile değildir ki kurtulmaya çalışsın; farkında olsa bile boşluğa düşmemek için elindeki tek seçenek olan sisteme kuvvetlice yapışır, zincirlerine daha bir sıkı sarılır! Çünkü gidecek bir yeri yoktur!
Bunun anlamı: Sistemin içindeki (çoğu sistemden kaynaklanan) problemlere, gene sistem içinden, sistemin kısıtlı kaynakları ve izin verdiği ölçüde, çözüm bulmaya çalışarak; sistemin ömrünü uzatmaya çalışırız. Fakat düzenin kısıtları, bizim de soru – cevaplarımızı sınırlar ve belirler. Bunun sonucu olarak çeşitli soru ve problemleri göremediğimiz için soramayız veya mevcut problemleri, çözümünü kolaylaştıracak biçimde, başka bir gözle ifade edemeyiz. Örneğin: “Yerçekimi”ni aşılması gereken bir “güç” olarak gördüğümüz zaman, ona karşı ancak “yerin zeminine tersi bir kuvvet uygulayarak etkisinden kurtulabileceğimiz” şekilde çözümler üretiriz. Problemi sunuş biçimi ve çözümlerimiz, bu yönde oluşur. Bu sınırlı düşünme sebebiyle, “yerçekimini geçirmeyen bir kaplama” veya “yerçekimiyle etkileşmeyen bir kalkan” yapma yönünde çözümler aramayız. Neden? Çünkü soru bu yönde kurgulanmamış, tasarlanmamıştır.
Elhasıl soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemli ve önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır ve üstelik yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz! Halbuki doğru soruyu bilmek ve doğru ifade etmek, cevaba en yakın sorudur. Sor(a)madığımız için cevabının da peşine düşmediğimiz bir dünyada, bize öğretilen hazır soru – cevap ve kısıtlı seçenekler eşliğinde; önümüzdeki legolarla birşeyler yapmaya çalışırız! Halbuki kâinat ve içindeki her birşey, çoğu sorumuza cevaptır; fakat soruyu bilmediğimizden, cevabı da göremiyoruz! Doğru soruyu bilen için, kafasına düşen bir elma bile yeterli cevaptır…
Bazen problemin kendisi yapıdan kaynaklanır demiştik; bu durumlarda mevcut yapı içinde çözüm aramak yerine; sistemin dışına çıkmak ve burada daha gelişmiş bir yapı kurmak, en doğru ve kalıcı çözümdür. Böylece mevcut yapı ve sistemden kaynaklanan soru(n)lar; yeni kurulacak yapı içerisinde hiç doğmayabilir veya problemler, yeni ifade ve çözüm yollarına kavuşabilir.
Mes’elâ Bilimsel Bilim’in; ışığın hem “dalga” hem de “parça” gibi davrandığı düalite sorunları ve bunu aşmak için mevcut teorilere eklemlenen yeni teori ve bilinmeyenler; yani teoriyi teoriyle yamama gibi ek çözüm yolları ve diğer bulmaca çözücüler; yani sisteme yeni lego ve matematik fonksiyonlar eklemek, İslâmî Bilim’de hiç gerekmeyebilir. Belki bunun için sadece varlıktaki “hareket”in ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğini kavramakla işe başlanabilir. Yani evrende “hareket (yer değiştirme)” ismi verdiğimiz süreç belki; fiziksel olarak sadece “bir ân / mekân”a sıkışmış somut vücudu bulunan, yani geçmiş ve gelecek diğer ân / mekânlarda mevcut ol(a)mayan eşyanın, (şimdiki ân / mekâna benzeyen sinema perdesindeki hareketli görüntüler veya ekrandaki piksellerin yanıp sönmesiyle, hareket eder algıladığımız görüntüler gibi) “ânbe ân yaratılış – yokedilişleridir” ki, biz bunu “hareket” olarak algılıyoruz!… Ân’lık yaratılış – yokoluşların sür’âtli hızını algılayamayışımız veya biz de o ân kâinatla senkronize yokluk aşamasına geçtiğimiz için eşyanın yok’luğuna şahit olamayışımız; bizde varlık ve hareketinde kesintisiz bir süreklilik, mesafeler arasında noktasal bir sonsuzluk varmış algı ve inancı doğurmakta! Hatta evrendeki eşya eşzamanlı var – yoklar yaşamıyorsa, belki bazılarının yokluğuna şahit oluyor ve bunu “dalga” olarak isimlendiriyor olabiliriz!…
Başta dediğimizi özetlersek: Anadil, kültürel ve bilimsel kod, kavram, sınıflandırma ve paradigmalar; dünyayı anlamak ve kolaylaştırmak için kendi içlerinde bir imkân taşırken, kendi kısıt – sınır, baskı ve problemlerini de bize dayatarak; belli risk ve bedelleri de bize ödetir!…
İslâmî Bilim’in kendi kavram, anlam haritalarını keşfetme ve kurması bağlamında; önceki yazılarımızda “bilgi” (data – information – knowledge) ve “bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını, dolayısıyle birbirine yapıştırılmış bu iki kavramın ayrılması, eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.
Başka bir yazımızda ise; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın yapay ve sun’î olduğu; bu ikisinin bir bütünün parçası olup, ayrılmasının mümkün olmadığı, yani var olmak için birbirlerine muhtaç ve mahkûm olduklarını söylemiştik. Demiştik ki:
Her “bilgi” inanca ve her “inanç”ta bilgiye dayanır; ikisinin de dayandığı bir epistemoloji – ontoloji ve metafiziği vardır. Yani her “doğru veya yanlış bilgi”, doğru veya yanlış inanca ve “her doğru veya yanlış inançta”, doğru veya yanlış bilgiye dayanır. İkisi arasında birbiriyle ayrılmaz ve kopmaz bir ilişki – etkileşim varolup, aralarındaki ayrım yapaydır.
Biliminsanının bilimsel gözlem – deneylerle elde ettiğini söylediği bilgilerin de doğru ve bilimsel olduğuna inanmamız ve bundan emin olmamız da; bizim için “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir. Yani görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. “Bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; bu insan zihin ve algısını bozan ve manipüle eden zihinsel bir ilüzyon, bir yanılsamadır.
Mes’elâ “su 100 derecede kaynamaya başlar” haberi; (aynı gözlem – deney – ölçmeyi biz yapıp, buna şahit olmadığımız sürece) bizim için “inanç” kategorisindedir. Fakat bunu gözleyip, deneyini yapmış biliminsanı için bu haber, “bilgi” kategorisindedir. Bizse, işiterek veya okuyarak öğrendiğimiz bu haberin, doğru ve bilimsel bir “bilgi” olduğuna inanıyoruz. “Bu inancımızdan dolayı, aynı deneyi biz de yaparsak aynı sonucu bizim de alacağımıza inanıyoruz. Bu inancımızdan dolayı da, aynı deneyi bizim de tekrarlamamızın abes ve saçma olduğuna inanıyoruz.”, “Bu kadar uzmanın yanılmış ol(a)mayacağına veya bize yalan söylemek için bu kadar biliminsanının ittifak etmesinin saçma olduğuna, zaten bu konuda yalan söylemeleri için makûl bir neden olmadığına inanıyoruz.” Elhasıl “suyun 100 santigrat derecede kaynadığı” haberinin doğruluğuna veya yanlış bilgi olmadığına o kadar inanmış, yani bu inançtan o kadar eminizdir ki; şüphelenmeyi ve delil – ispat aramayı bile abes ve mantıksız görür; delil – ispat prosesine girmeyiz! Yani bu inancımızı; yaşayarak, bizzat gözlem yaparak “aynelyakîn” görmek istemeyiz. Demek eminlik derecemiz; (işiterek veya okuyarak öğrendiğimiz) “naklî bir bilgi / haber”e; “bilgi” veya “inanç” etiket–değeri atayıp atamayacağımızı da belirliyor.
Her konuda ihtisas sahibi ve uzman olmadığımız için, mürid ve mukallidi olmaya mecbur olduğumuz biliminsanlarına karşı durumumuz bu. Peki biliminsanlarının durumu ne? Şöyle:
Biliminsanlarının verdiği bilgi, kurdukları teori, ispatlarında kullandıkları deliller (“yerçekimi, Big Bang ve evrenin genişlemesi” örneklerinde olduğu gibi) genelde birinci veya ikinci derecedendir. Aslında delil – ispatların kaçıncı dereceden olduğunun pek bir önemi de yoktur, çünkü, daha önce de dediğimiz gibi; “delil – ispat prosedürü” kullanılan heryerde, aslında “görmeden (doğruluğuna) inanılan” veya “görmeden (doğruluğu) bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir! Çünkü görülen / algılanan şeyin zaten delil – ispata ihtiyacı yoktur. Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği hemen hemen tüm Bilimsel Bilgiler, “görmeden inanmaya” karşılık gelir!
Yani görmediğimiz “yerçekimi”nin varlık ve özelliklerine, bir takım gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak (veya bilmek) ile Rabbimiz’in varlık ve vasıflarına gene gözlem ve kanıt – ispatlarla inanmak veya bilmek arasında kategorik olarak bir fark yoktur! (Burada “Rabbimiz’in varlık ve sıfatlarına “inanıyor” muyuz, yoksa “biliyor” muyuz?” sorusunun cevabı önemli!) Kâinatın genişlediği haber veya bilgi veya inancı da, gene delil – ispatlarla temellendirilmiştir. Yani kâinatın genişlediğini, kâinatın dışına çıkarak veya içinden direkt bakarak, bizzat gözlemlemedik, şahit olmadık! “Uzaklaşan ışığın kızıla kayması, kozmik fon rasyasyonu gibi” gibi delillerle, evrenin genişlediği tezinin ispatına gidilmiştir.
Buraya kadar bir problem yoksa, biraz daha ileri giderek, şunu diyelim: Bizzat yaşayarak, şahit olduğumuz bilgilerin doğru ve kesin olduğundan emin olmamız bile bir “inanç”a dayanır ve ancak ondan sonra bu veri / algı, duyularımızın getirdiği bu habere; “bilgi” etiket ve sıfatı takarız! Bunu, gördüğümüz bir sandalye ile örneklendirirsek: “Eğer benim gözüm sağlıklıysa ve zihnim (hallüsinasyon, serap gibi) beni aldatmıyorsa ve rü’yada değilsem veya biri bana gözbağcılık (ilüzyon) yapmıyorsa; şu anda yeşil renkte bir sandalye görüyorum; yani göz – zihin sağlığı, rü’ya ve diğer yanıltıcı durum ve aldatıcı kişilerin olmadığından emin olmam derecesinde; karşımdakinin yeşil bir sandalye olduğu ve benim de bu sandalyeyi gördüğüm bilgisinden eminim.”…
“Bilgi” ve “bilim” arasında yapay bir eşitlik, eşanlamlılık, yani aynılık kurulması gibi; bunun tam tersi olarak; “bilgi” ve “inanç” arasında da yapay ve aldatıcı bir ayrılık ve fark kurulduğunu yukarıda açıklamıştık. Yani “bilgi” ve “bilim”, bir hokus pokus ve oldu bittiye getirilerek, sanki aynı şeylermiş gibi birleştirilmiş. Sonra aynı taktik tersinden uygulanarak; “bilgi” ile “inanç”ta sanki farklı şeylermiş gibi birbirinden kopartılmıştır!
Aynı bunun gibi; “ontoloji – epistemoloji” ayrımının da yanlış ve yapay, dolayısıyle zihni bulandırıcı ve aldatıcı bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Ontoloji – epistemoloji ayrımının yanlışlığı konusunda yanlışım varsa, doğrusunu öğrenmek isterim diyerek, bu konuyu haftaya erteleyelim.